Köşe yazarlarının gündeminde “terör” ve “koalisyon görüşmeleri” var.
İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK
“Tanklar Kâbe’ye dayanacak”
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, Türkiye ziyaretini neden erteledi? Ziyaret öncesi Türkiye’de ciddi bir kamuoyu çalışmasıyapan Zarif’in bu erteleme kararının altında bir program uyuşmazlığı olduğunu sanmıyorum.
Son dönemde Suriye konusunda iki ülke arasındaki uyuşmazlığıntehlikeli biçimde derinleşmesi, İran medyasına Türkiye’yi hatta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı ve ailesini hedef alan yayınların servis edilmesi, son terör saldırıları sırasında İran’ın PKK’ya sıcak mesajlar vermesi, nükleer anlaşmadan sonra Tahran yönetimininAkdeniz’den Kızıldeniz’e kadar olan bölgenin tek hakimi gibi bir havaya girmesi, ilişkilerde esaslı bir kırılmaya yol açmış olabilir.
Hemen bir not aktarayım: Bugün PKK saldırıları ağırlıklı olarak Kuzeydoğu Anadolu bölgesinde gerçekleşiyor, Karadeniz’e doğru bir koridor oluşturacak şekilde genişliyor. 2005 yılında da aynı durum söz konusuydu. PKK bir tür Karadeniz koridoruaçmaya çalışıyordu.
Kuzey Suriye koridoru ve Karadeniz koridoru
Türkiye’yi alarma geçiren Kuzey Suriye koridoru ile Karadeniz koridoru arasında ilişki olduğunu düşünüyorum. Bir taraftaAkdeniz’e ulaşma, diğer tarafta Karadeniz’e ulaşma hesapları var. Tahran’ın S. Arabistan’ı çevrelemek için Yemen’de giriştiği darbenin bir hedefi de Kızıldeniz’e açılma girişimiydi. PKK ve HDP ile Tahran arasında dikkat çeken yakınlaşma ile bu koridor meseleleri arasında nasıl bir bağ olabilir. İran, Kürt örgütleri bölgeye karşı birTruva Atı olarak mı kullanır oldu? Tam da bu dönemde, Tahran’ınTürkiye içindeki darbeci gelenekle yakınlaşmasına dikkat çekmek istiyorum.
Suriye üzerindeki jeopolitik hesaplaşma ile İran ile Batı arasında varılan nükleer anlaşmanın bölgesel etkileri konusunda Türkiye’de kimseden aklı başında bir analiz okuyamıyoruz. Bir süredir özellikle bu konuya dikkat çekiyorum. Bir İran yayılma haritası belirginleşiyor.Basra Körfezi, Akdeniz ve Kızıldeniz arasında çok büyük bir krizin alt yapısı pazarlanıyor. Şimdi buna yeniden Karadeniz de eklendi.
İran’ın açgözlülüğü ve Mekke Savaşı..
Sadece İran’la sınırlı bir hesap değil bu. Uluslararası irade, yeni birbölge haritası şekillendirmeye çalışıyor. Bunu da bölgesel düzeyde yıkım oluşturacak, mezhep kimliği üzerinden pazarlıyor. Suriye ve Irak’taki örgütler ile İran ve Kürt milliyetçiliği etkin bir şekilde bu amaçla seferber edilmiş durumda. Batı-İran anlaşmasının esasında bu büyük harita projesinin bulunduğuna inananlardanım.
Şahsen bu krizin büyüklüğü beni korkutuyor. Biraz dikkatli bakan herkesi, her ülkeyi, bu coğrafyadaki her etnik unsuru ve her mezhepten çevreyi korkutması gereken bir gelişme bu. Eğer gözlerimizdeki bu körlük devam ederse, birkaç yıl içinde bir Mekke Savaşı ile karşı karşıya geleceğiz, tankların Allah’ın evine dayandığını göreceğiz.
İşte bu yüzden, mezhep üzerinden pazarlanan, örgütlerle servis edilen, bir takım bağnaz bölge ülkelerinin aptallığı ve aç gözlülüğü üzerinden yürütülen bu büyük kriz, “dengeleyici” pozisyon alma özelliği olan tek ülke Türkiye’yi hedef alıyor. İç politika bu krize göre dizayn edilmek isteniyor. Terör örgütleri bu amaçla seferber ediliyor. Örgütler Türkiye’ye karşı tek çatı altındatoplanıyor.
İçerideki ‘işgalciler’ bu projenin içinde
Bütün bunlar, içerideki “iç işgal” mekanizmaları ile koordineli yürütülüyor. Türkiye’nin milli ve özgür pozisyon alışı sabote edilmek isteniyor. Kamuoyuna yönelik ciddi bir mobilizasyon uygulanıyor ve kitleler zehirleniyor. Yeni bölgesel sürprizlere ortam hazırlanıyor.
İşte bu kadar karmaşık, bu kadar yıkıcı, bu kadar bölgesel kaos yatırımına karşı içeride ülkesine karşı pozisyon alanlar için “ihanet” kavramı belki de ilk kez bu kadar yalın, bu kadar gerçekanlam ifade ediyor. Bu yüzden, kimlerin nerede durduğuna, kimlerle ne tür ortaklıklara giriştiğine çok iyi bakın.
Kalem sahiplerine ve cümlelere iyi bakın. Medya organlarına ve sermaye çevrelerine iyi bakın. Dışarıdan iç politikaya müdahil olup yeni bir siyasi vesayet biçimlendirmek isteyenlerin hepsi bu büyük projenin parçasıdır. Türkiye gerçek bir tehdit altında ve bölgenin tek özgür, güçlü ülkesini dize getirmek istiyorlar. Önümüzdeki iki yıl içinde Türkiye’nin tam anlamıyla teyakkuz halinde olacağını da bir yere not edin.
İran ve bölgeye dönelim.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Koalisyon mu seçim mi?”
Bir yandan demokratik düzen kilitlenen çözüm süreci, patlayan şiddet eylemleriyle tehdit altında bulunurken, öte yandan ülke hükümet istikrarı açısından sorunlarla karşı karşıya.
Bu iki konu birbirine bağlı yönler taşıyor. Terör eylemlerinin, şiddetin önünü almak sadece güvenlik önlemleriyle mümkün olmadığına göre, asıl ve ana tedbir Kürt meselesini tekrar siyasi alana çekmek. Çözüm sürecinin restorasyonu ya da benzer başka bir sürecin başlaması şüphe yok ki, seçim baskısından bir an önce kurtulmayı ve ülkenin hükümet belirsizliğini hızla çözmesini gerektiriyor.
AK Parti-CHP anlaşamazsa, Türkiye seçimlere gitmek zorunda kalacak. Kürt meselesi gibi risk almak ve adım atmak gereken acil sorunlar açısından zaman kaybedecek.
Kaldı ki, seçimler sonrası aynı siyasi tabloyla karşı karşıya kalınma ihtimali yüksek. En azından son kamuoyu yoklamaları yeni seçimle AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesinin çok kolay olmadığını gösteriyor. HDP’nin yüzde 10 barajının altına inme şansı az, AK Parti’nin ise yüzde 45’in üzerine çıkma imkanı yüksek değil.
Böyle bir durumda, yeni seçimler sonrası, AK Parti, CHP yerine MHP’yle hükümet kurma yoluna gider mi?
MHP’nin bu kez hükümet ortağı olmaya itiraz edeceğini sanmayız. Kendi duruş ve söylemi açısından hem istikrar riski, hem terör eylemleri MHP’yi hükümet ortaklığını kabule itecektir.
Peki böyle bir hükümetin, Kürt meselesinde, dış politikada, Rojava konusunda izleyeceği keskin politikalarla, en azından muhtemel güvenlikçi bir yaklaşımla demokratik istikrarı sağlayabilir mi?
Bu, oldukça şüphelidir.
Elbette ikinci bir seçim sonrası AK Parti-CHP formulü tekrar denenebilir. Aradaki en azından fark 6 aylık kayıp, seçim kampanyasının sert dili, seçimlerin özellikle Güneydoğu’da yaratacağı güvenlik meselesi ve bunun tartışmaları olacaktır.
AK Parti’nin yeni seçimde tek başına gelme ihtimali, bu ortam ve koşullarda örneğin dörtte bir ihtimalse, bu ihtimalin yakalanması için riske edilecek istikrar unsurları oldukça büyüktür.
Kanım odur ki, siyasi sorumluluk, zorunlu kalınmadıkça seçim koşullarını zorlamamayı, AK Parti-CHP hükümetinin kurulması için gayret göstermeyi gerektirir.
Bu, siyasi parti liderleri için de böyledir, Cumhurbaşkanı için de böyle olmalıdır.
Ayrıca şunun altını özelikle çizmek gerekir. Bir süredir iktidar partisi ve ana muhalefet partisi arasındaki ilişkiler gerek dil, gerek yaklaşım, gerek işbirliği arayışı açısından olması gereken bir şekle büründü. Çatışmacı tutuma uzak, siyaseti rakibi yıpratma esasına göre yapmayan bu anlayışa, bunun süreklilik kazanmasına Türkiye’nin ihtiyacı olmadığını kim söyleyebilir?
Bugün en önemli meselelerimizden bir tanesi, zaman zaman meşruiyet tartışmalarının açılmasına kadar varan bir kutuplaşma halidir. İki farklı damarın, iki farklı ucun yapacağı bir ittifakın, uzlaşma kültürüne sunacağı katkı muhakkaktır.
Öte yandan siyasi iktidarın işleyişle ilgili gündeme getirilen ve eleştiri konusu yapılan tüm mevzular, Cumhurbaşkanı’nın konumundan siyasetin hegemonyasına, partizan devlet yapılanmasından cemaatle mücadelenin hukuk ilkelerine uygunluğuna ve dış politikaya kadar tüm meseleler, “iyi işleyen ve işletilen bir koalisyon hükümeti”nde, katılımcı ve uzlaşmacı bir ortamda önemli ölçüde çözüm imkanları bulacaktır, en azından gerekli gereksiz tartışma konusu olmaktan çıkacaktır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Koalisyon görüşmelerinde son durum“
Dün AK Parti ile CHP arasında “Anlaşmaya varılamayan 7 maddeyi” yazmıştım.
Ama o, iki parti heyetlerinin “anlaşmaya varamadığı” noktalardı.
Ancak iki liderin görüşmesinde, önemli bir ilerleme sağlandı.
AK Parti ve CHP’nin gündeminde, iki alternatifli koalisyon hükümeti var.
1-Kılıçdaroğlu’nun önerdiği gibi 4 yıllık, yüksek profilli güçlü bir AK Parti-CHP koalisyonu mu?
2-Yoksa seçim tarihi önceden ilan edilmiş, süresi ve gündemi belirlenmiş bir AK Parti-CHP reform hükümeti mi?
3-Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi ile erken seçime endeksli AK Parti-CHP koalisyonu gündemimize girdi. Ancak büyük
beklentiler oluşturmamak gerekiyor. Çünkü büyük beklentiler daha sonra büyük hayal kırıklıklarına yol açabiliyor. Hafta sonuna koalisyon masası kurulabileceği gibi her iki formül de şansını kaybetmiş olabilir.
Başbakan Davutoğlu ile CHP lideri Kılıçdaroğlu, ilk görüşmeden olumlu izlenimlerle ayrılmışlardı.
O zaman Kılıçdaroğlu bize, ”Ahmet Bey’e kalsa biz koalisyonu kurarız” demişti.
İki liderin mutabakatı üzerine AK Parti ve CHP’nin heyetleri bir araya gelmiş, 35 saat süren bir çalışma yapmışlardı.
Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu’nun ikinci görüşmesi de olumlu sonuçlandı.
İki lider yarın tekrar biraraya gelecekler.
4 saat 20 dakika süren görüşmede iki liderin çok hazırlıklı oldukları dikkati çekiyor. Heyetlerin çalıştığı ya da çalışmadığı ama
Türkiye’nin gündeminde olan konular üzerinde kapsamlı değerlendirmeler yapıyor.
Toplantıdan sonra liderlerin, kurmaylarına, ”Zamanlı ve süreli bir şey galiba oluyor” dedikleri söyleniyor. AK Parti, CHP ile 4 yıllık güçlü bir koalisyon hükümetinin kurulmasının kolay ama yürütülmesinin zor olacağı görüşünde. İki parti için de yıpratıcı olacağını düşünüyor. O nedenle süresi sınırlı. Örneğin 1 yıllık bir koalisyon hükümetinin kurulabileceği görüşünde. Bu 1 yıl içerisinde seçim barajı indirilip, bazı reformlar yapılır ve koalisyon iki parti için yıpratıcı olmadan seçimlere gidilir.
CHP ise 1 yılın yeterli olmadığını düşünüyor. “1 yılda hangi icraatı yapacaksın” diye soruyorlar. CHP seçimlere gidince, halka söyleyebilecek bir şeylerinin olmasını istiyor. “En az 2 yıllık bir koalisyon hükümeti kuralım. Eğitim’den çiftçiye ucuz mazota kadar bazı düzenlemeler yapıp, ilk sonuçlarını alarak seçimlere gidelim ki bizim de halka anlatabilecek bir icraatımız olsun” diyorlar.
AK Parti ile CHP heyetleri arasındaki görüşmede eğitim konusu önemli bir yer tutmuştu. CHP’den bu konuda yeni bir adım var. Heyetler halindeki görüşmelerde CHP, 4 artı 4 artı 4’ün değiştirilerek, ”1 artı 8 artı 4’lü sisteme geçilmesini önermişlerdi. Bu durum, 28 Şubat’ın, “İmam Hatip Liselerinin orta kısmını kapatan, 8 yıllık kesintisiz eğitimin yeniden getirilmek istendiği şeklinde yorumlanmış ve AK Parti’de tepkiye neden olmuştu.
CHP’nin dünkü MYK toplantısında bu konu da ele alındı. “Bizim İmam Hatip’leri kapatmak gibi bir gündemimiz yok” denildi.CHP teklifini, 1 artı 5 artı 3 artı 4 olarak revize etti.
Perşembe günkü görüşmeye Kılıçdaroğlu’nun, hükümetin görev süresinden, dış politikadan eğitime kadar üzerinde tartışılan konularda süreci kolaylaştıracak yeni önerilerle gelmesini.
AK Parti ile koalisyon kurarak 13 yıllık icraatlarının yükünü de omuzladıklarını düşünüyorlar. “Bir şeyler yaparak seçimlere gidersek, en azından seçmenlerimize neden AK Parti ile koalisyon kurduğumuzu izah edecek gerekçelerimiz oluşur”düşüncesindeler.
10 Ağustos gece 22.20’ye kadar AK Parti-CHP koalisyon için umutlar neredeyse yok denecek kadar azalmıştı. Ancak iki liderin görüşmesi tekrar denkleme girdi. Hem de “romantik” bir şekilde değil. Tam aksine, “Reel politik”in gereği olarak. CHP’liler bunda en büyük payın iki lidere ait olduğunun altını çiziyorlar. Ama en büyük payı Başbakan Davutoğlu’na veriyorlar. Kılıçdaroğlu’nun sorumluluk bilinciyle hareket etmesinin elbette payı büyük ama Başbakan’ın geliştirdiği inisiyatifin görüşmenin seyrini değiştirdiğini teslim ediyorlar.
Bu süreçte dikkatli izlenmesi gereken bir diğer parti MHP… Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinden birkaç saat önce Bahçeli yazılı bir açıklama yaparak, görüşmede üçüncü taraf olarak yerini aldı.
Bahçeli, ”Erken seçim tedavülden kalktı. AK Parti-CHP koalisyonu ülkemiz için hayati önemde” açıklamasını yaparak, AK Parti’nin alanını daralttı, seçeneklerini azalttı. Oysa AK Parti, erken seçim kararının alınması ve seçim endeksli bir azınlık hükümetinde umutlarını MHP’ye bağlamış durumdaydı. Bahçeli’nin açıklamasıyla MHP desteğinin çantada keklik olmadığı ortaya çıktı.
NEDRET ERSANEL-YENİŞAFAK
“İran ve İsrail tasmalanırken…“
İran’ın uluslararası ve bölgesel dengelere entegrasyonuna ilişkin yeni gerçekliğe herkesin alışması gerekiyor…
Ayın 3’ünde Doha-Katar’da gerçekleştirilen Körfez İşbirliği Konseyi Dışişleri Bakanları ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry arasında gerçekleştirilen toplantıdan çıkanlara bakarsanız, İran’a en soğuk hoş geldin karşılamasının yapıldığı bu ülkelerin bile hızla oyuna dahil olduğunu görebilirsiniz… (‘Joint Statement of the U.S.-GCC Foreign Ministers Meeting’, 03/08, ABD Dışişleri Bakanlığı resmi sitesi.)
Çıkarılması gereken hülasa şudur; Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, ABD/Batı’ya, İran nükleer anlaşmasını desteklediklerini söylediler. Bu Washington için büyük başarıdır. Bu ülkelerin desteğini almak değil iş; Beyaz Saray, Ortadoğu’ya yönelik beklentilerine, planlarına uygun yapılacaklar listesine bu yeni düzenlemeyi de eklemiş bulunuyor.
Yani, hepsi dahil, Suriye, Irak, İran, Kürtler, Kıbrıs, Yemen, Kafkasya, enerji ve yolları, vb…
Fakat.
Bir sorun var…
‘BEN SADECE KÜÇÜK, YALNIZ BİR ADAMIM’
Bu uzlaşı, hem kısmen ABD’nin hem de özellikle bölgedeki Sünni Arap devletlerinin, İran anlaşmasına itiraz ederek dünyada gittikçe yalnızlaşan İsrail’le yollarını ayırmaları anlamına geliyor!
Uzak değil, daha bir hafta önce dahi İsrail, bu ülkelerin müttefiki olduğu üzerine hayli yüksekten konuşmalar yapıyordu. (ABD ile Körfez ülkeleri arasındaki işbirliğinin maddeleri, nükleer anlaşmanın bu ülkelerin güvenlik kaygılarını tatmin ederken, İsrail’in taleplerine aynı ihtimamı göstermiyor gibi.)
Bunun önemi konusunda düşünmek lazım ama…
Bitmedi.
Dalga, açık biçimde hem Washington’u hem de 2016 Amerikan başkanlık seçimlerini vuracak…
“ABD Başkanı Barack Obama, İran ile varılan nükleer anlaşmanın Kongre’de yapılacak oylamada reddedilmesi için çalışmalar yürüten İsrail lobisi AIPAC’i sert sözlerle uyardı. İlk kez bir ABD başkanı AIPAC’e meydan okuyor.” (‘Obama en güçlü İsrail lobisine karşı savaş açtı.’, 09/08, Milliyet.)
Bu konuda Obama’nın şu sözlerini, ‘bölgemizde dökülen kanların nedenleri’ listemize hep birlikte eklemeliyiz; “ABD’yi Irak savaşına sokan şahin söyleme milyonlarca dolar akıtan lobiciler…” Herhalde lafın tamamını söylemeye ve ucunun nereye dokunduğunu söylemeye gerek yok.
Tersine, İsrail ve lobilerinin can yakabileceğini de gösterelim; 1. Eski Başkan, baba Bush, AIPAC için, “Ben sadece Amerikan Kongresi’ndeki binlerce lobiciye karşı gelen, küçük, yalnız bir adamım” demişti. 2. Kongre’deki en önemli Demokrat liderlerden -yani Başkan’ın partisinden- Chuck Schumer, İran anlaşmasına karşı olduğunu açıkladı. Duyduğunda Obama’nın yüzünün ne hal aldığını tahmin edebilirsiniz.
AMERİKAN RÜŞVETİ BONZAİ ETKİSİ YAPAR
İran nükleer anlaşmasının bölge ülkelerinde yarattığı derin kaygıların giderilmesinde ABD/Batı kendine özgü ‘rahatlatma teknikleri’ kullanıyor.
Başta adı geçen Körfez ülkeleri olmak üzere, İran’ın ister nükleer silaha sahip olacağına inanan ister denkleme yeniden katılmasıyla kendini tehdit altında hisseden bütün ülkeler, Amerika tarafından “silahla” besleniyor. Yani, ABD İran tehdidini bu ülkeleri kendine bağlı kılarak hafifletiyor. Dikkatli bir göz Amerika’nın, savunma gereklerinin tüm araçlarını bu ülkelere sattığını kolaylıkla yakalayabilir.
Bunların içinde eğitimden istihbarata, savaş gemilerinden mühimmata her şey var ama.. Asıl iş şu; ABD, Arap ülkelerini kendi balistik füze savunma sistemine entegre etmeye çalışıyor. Bu bir aks oluşturmak, müttefikler sistemine dahil ederek cepheye katmak, İran korkusuyla daha büyük savaşa asker yazdırmak demek.
YA İRAN EHLİLEŞMEZSE?..
İran’a güvenilmemesi üzerine Ortadoğu’da tekrarlanan, İsrail eliyle de iyice pişirilen söylem ne denli gerçekçidir bilemem. Ancak şunu biliyorum, dış politika geleneklerinde bir ülke yeniden sahaya sürüldüğünde, sağa-sola saldırmasın diye, her atılışında boğazını biraz daha sıkan tasmalar takılır.
Bakın ABD Dışişleri Bakanı Kerry bu konuda ne diyor; “Bölgedeki tüm ülkeler, Tahran’ın politikalarında bir değişiklik olmasını ümit ediyor. Ancak biz, bunun gerçekleşmeme olasılığı ve sonucuna karşı hazırlıklı olmalıyız”…
Siz, “hazırlıklıyız zaten” anlayınız…
Habercilikte kötü huydur; bir ülkeden işbirliği için başka ülkeye heyet gittiğinde pul kadar yer ayrılır da, aynı ülke için sert bir cümle kurulduğunda manşete çekilir. İran’ın Türkiye dahil bölgedeki tüm ülkeler hakkında söyledikleri ile davranışları farklıdır. Tabii ki, “biji Kürdistan” diye bir çıkış duyduğumuzda bakışımız hızla güney-doğu (komşumuza) döneriz ama Cumhurbaşkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na bir telefon herkesi sakinleştirir! (Bu görüşmenin sonuçlarından biri, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in Suriye önerileriyle birlikte dün Ankara’ya geleceğiydi. Ertelendi. İran Dışişleri bir açıklama yapacaktır. Sonra arkasına bakalım!)
MURAT YETKİN-RADİKAL
“Koalisyon için perşembenin gelişi…”
Hâlâ seçim ihtimali ağır basıyor, ama bir koalisyon hükümeti kurulması için ihtimaller henüz tükenmiş değil. Perşembenin gelişi için yine de çarşambayı dikkatle izleyelim biz.
Perşembe karar günü olacak.
Pazartesi günü yapılan 4 saat 20 dakika yapılan toplantıda Başbakan Ahmet Davutoğlu ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun vardığı sonuç bu oldu.
İki lider ya buraya kadar, olmuyormuş diyecekler ve Türkiye hızla yeni bir seçime gidecek, ya da oldurmaya çalışıyoruz diyecekler ve ayrıntılara geçecekler, mesela bakanlık pazarlıklarına.
***
Görüşmelere CHP heyetinin başı olarak katılan Haluk Koç dün parti yönetiminin Kılıçdaroğlu’na verdiği yetkinin çerçevesini “en az dört yıllık ufku olan, reform odaklı, yüksek profilli, geniş tabana dayanan” bir koalisyon hükümeti olarak duyurdu.
Böyle bir hükümetin dışişleri, ekonomi ve eğitim politikaları, yeni anayasa ve toplumsal barış gibi 5 “temel” sorun alanında “çözüm odaklı olması gerektiğini söyledi.
Böylece aslında Kılıçdaroğlu’nun perşembe günü saat 14’deki toplantıda Davutoğlu’na “açılış pozisyonunun” ana hatlarını da çizmiş oldu.
***
Bu beş alanı beş bakanlık olarak yorumlamak da mümkün elbette, ama sanırım iş oraya gelmeden asıl kararı “tamam mı, devam mı?” kararını vermeleri gerekecek.
Davutoğlu da parti yönetimine danışacak. Ayrıca hâlâ AK Parti’nin doğal lideri konumundaki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile görüşecek.
Davutoğlu bir AK Parti-CHP koalisyonunu denemek istediğini söylerse Erdoğan’ın bunu engellemesi, bu noktada zor olacaktır, ama Davutoğlu’nun da “devam” kararını Erdoğan’ın görüşüne başvurmadan alması zordur.
***
Bu noktada, görüşmelerde AK parti heyetine başkanlık eden Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in görüşmeler ardından vurguladığı noktaya dikkat çekmekte yarar var.
Aslında Haluk Koç da söyledi, ama sanki Çelik daha kuvvetli vurguladı: Türkiye’nin iki ayrı toplumsal tabanını temsil eden, iki siyasi kutbunun 7 Haziran seçimleri ardından bu kadar süre bir araya gelip konuşmaları dahi başarı sayılmalıydı.
Bu “başarı” bir sonuca ulaşırsa halka başarı olarak anlatılabilir, yoksa “Bir bu seçimden hükümet çıkarmayı beceremedik, haydi yenisine gidiyoruz” demeyi başarı olarak anlatmak zor olur.
***
Dün CHP “dört yıl ufku” olan hükümetten söz edince AK parti saflarından homurtular duyuldu. Belli ki AK Partililerin aklında daha kısa süre var.
Bu kısa süre belki de CHP’ye koalisyon ortağı olarak ihtiyaç duyulmayacak, seçim odaklı bir azınlık hükümeti. AK parti belki de bu konuda MHP’nin destek verebileceğine güveniyor; kulislerde Devlet Bahçeli’nin verdiği 15 Kasım tarihinin G-20 zirvesine denk gelmesi nedeniyle 22 Kasım tarihi kulaklara fısıldanmaya başladı bile dün.
Bu Erdoğan’ın da en sevdiği çözüm olacaktır.
***
Çünkü Erdoğan kısa süreyle de olsa herhangi bir partiyle girilecek koalisyonun kendisi açısından gücü tek parça halinde kullanmasının sonu anlamına geleceğini biliyor.
Bazı bakanlıkların başka ellere gitmesinin devlet yönetimi üzerinde inşa etmesinin 13 yılı bulduğu kontrolü kıracak olması da cabası.
Öte yandan önünde bir de AK Parti kongresi olan Davutoğlu için 7 Haziran’da ortaya çıkan milli iradeye göre bir hükümeti kurabilmiş olmanın getireceği liderlik itibarı söz konusu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Bazı tarihleri hatırlamazsak ne değişir ki?”
Beynimizin gri hücreleri çeşitli durumlara ilişkin rakamlarla ve belirli olayları simgeleyen tarihlere ilişkin rakamlarla dolu.
Evimin, işimin, cebimin ve yakınlarımın telefon numaraları var mesela… Arabamın plakası ve evimin kapı numarası da var. Kaç numara ayakkabı giyiyorum, gömleğimin yaka ölçüsü kaç, v.b. Takvimlerdeki belirli günleri işaret eden sayılar da var belleğimde. Örneğin doğum günleri… Eşimin, çocuklarımın, kardeşlerimin, yakınlarımın, arkadaşlarımın doğum günlerini de hatırlamalıyım.
Bazı tarihler
İstanbul’un fethedildiği ve matbaanın icat edildiği 1453 unutulabilir mi? Amerika da 1492’de keşfedilmişti. Fransız İhtilali 1789, ilk anayasamız 1876, iki dünya savaşının başlangıçları 1914 ve 1939… Peki ya Tanzimat Fermanı (1839), Medeni Kanun’un kabul edilmesi (1926), Demokrat Parti’nin kuruluşu (1946) gibi tarihleri unutursak ayıp olmaz mı? İlk gerçek genel seçimin yapıldığı yıl ve gün mü (14 Mayıs 1950) yoksa ilk askeri darbemiz mi (27 Mayıs 1960) daha fazla hatırlanması gereken tarihler?
Bir kronoloji
Yıldıray Oğur Türkiye’deki köşesinde “Şimdi söz sırası kronolojide” başlığı altında çok uzun bir tarihler listesi yayınlamıştı… Bu listedeki tarihlerde neler olduğunu hatırladığınızda “Açılım Süreci”nin nasıl ve kimler tarafından kapatıldığını görebiliyorsunuz.
Bazı tarihleri hatırlayalım mı?
16 Aralık 2012: MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı adasına giderek Öcalan’la görüştü./ 29 Aralık 2012: Başbakan Erdoğan TRT canlı yayınında İmralı’yla görüştüklerini açıkladı./ 3 Ocak 2013: Ayla Akat, Altan Tan ve Ahmet Türk’ten oluşan ilk BDP heyeti İmralı’ya gitti…
Silahlar sussun mu?
Ve sonra şu tarihler de giriyor listeye…
21 Mart 2013: Öcalan’ın mektubu Diyarbakır Newroz’unda okundu: “Artık silahlar sussun fikirler konuşsun noktasına geldik. Yine diyorum ki artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir…”
11 Ocak 2014: İmralı heyetiyle görüşen Öcalan 17/25 Aralık girişimine darbe dedi: “Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşısında bizi bulacaktır.”
Daha sonra neler olmuş?
Hedef Erdoğan
10 Ağustos 2014- Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan yüzde 52’yle birinci turda kazandı./ 3 Eylül 2014- MİT Müsteşarı Fidan, İmralı Adası’na giderek Öcalan’la çözüm süreci yol haritasında mutabakata vardı. / 6-7-8 Ekim 2014- KCK ve HDP’nin halkı Kobani için alan tutmaya, direnmeye çağırmasıyla sokağa çıkanlar “IŞİD’çi” diye Hüda-Par ve AK Partililerin parti, dernek ve dükkânlarına saldırdı. Saldırılarda ve ardından yaşanan çatışmalarda 52 kişi hayatını kaybetti.
Bu gelişmeler arasında 7 Haziran genel seçimlerine gidiliyor.
17 Mart 2015: Seçime parti olarak girme kararı veren HDP lideri Demirtaş partisinin Meclis grup toplantısında kürsüye çıkıp üç cümlelik bir konuşma yaptı: “Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ
“İşte belli bir şey“
İşte belli bir şey, Erdoğan’ı deviremediler, AKP’yi yok edemediler.
Oysa 8 Haziran sabahı çok umutlanmışlardı. Fethullah’ın zevkten dört köşe olmuş bir kuçukuçusu cep telefonuma heyecanlı mesajlar gönderiyordu: “Oooh, suyundan da koy!”
Şimdi, iki ay sonra, hiçbirşeyi çözemediklerini görüyorlar: Erdoğan sapasağlam yerinde oturuyor, AKP de en büyük parti ve “kendisine dayatılan koalisyon tuzağını” elinin tersiyle itme gücüne sahip…
Artık bütün umutları, kasım ayında da hazirana benzer bir tablonun ortaya çıkmasıdır.
Çıkarsa, altı ayla sınırlı kalmasını umduğumuz “fetret devri” dört yıla yayılır, onlar sevinirler ama Türkiye çok zarar görür.
Çünkü ne Kılıçdaroğlu tek başına Esad’la ve Sisi’yle barışma, İsrail’in karşısında uslu durma kararını verebilecek, yani dış politikamıza yön değiştirtecek güce sahip olabilecektir, ne de PKK amaçladığı Kürt bağımsızlığına kavuşabilecektir.
Dört ay kaybedildi, dört sene kaybedilecektir.
Tekrar seçim bu kasımda da yapılsa, öbür ilkbaharda da yapılsa, isterse tekrar mekrar değil de 2019 yılında olağan şekilde yapılsa, AKP’den başka hiçbir partinin tek başına iktidara oynayabilecek hali de yoktur!
Erdoğan’ın düşmanları yanlış hesap yaptılar.
Haziran ayında oluşan ortamın coşkusuna kapılıp “bu işi bitirdik” sandılar.
Faraş olmuş üç beş müptezel kalem “koalisyon çok faydalı bir şeydir” yazarsa AKP’nin eli kolu şıp diye bağlanıverecekti…
Oysa karşılarında hepsinden daha zeki bir politika kurdu vardı!
Onlarla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynadı.
Kendini de “kuşattırmaz” kolay kolay.
Şimdi yerlerinde sayıyorlar, hatta geri de gittiler: Kılıçdaroğlu koltuğunu koruma derdinde, Bahçeli aldığı fazladan oyları “konsolide” etmeye çalışıyor, maskesi düşen HDP panikte…
Saldırıya geçmeyip AKP ile anlaşma yoluna gitselerdi yeni ve demokratik bir anayasa metni şimdi yazılmaya başlanmıştı bile…
Şimdi “kötüleyince” gene barış isteriz diye ağlıyorlar.
AKP hükümeti de onlara dönüp, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanında bir subayın bir kasabalıya söylediğini söyleyebilir: “Savaşı biz mi istedik, biz mi aradık, sakalına tükürdüğüm?”
Hükümetten bu kadar şiddetli bir tepki beklemiyorlardı, “süreç müreç dümeniyle” işi yürütürüz sanıyorlardı.
PKK da, ABD de, Almanya da, İsrail de, İstanbul sermayesi de bundan böyle hesabını doğru yapsın: Bu iktidar kolay kolay yıkılmıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Kabahat sizi o masaya oturtanda”
İşinize “Erdoğan engelledi” demek geliyor… Siyasetinizi “Erdoğan nefreti” üzerine kurduğunuz için, koalisyon görüşmelerinin olumsuz sonuçlanmasını ve “bozan taraf” olarak Erdoğan isminin öne çıkmasını arzuluyorsunuz.
Bu gerçekleşmeyecek.
Bozan taraf (son görüşmeden bir netice çıkmazsa, ki çıkmayacak), şimdiden ilan ediyorum, CHP olacak.
Çünkü CHP, AK Parti’nin temel siyasetini oluşturan konularda, mütemadiyen, “bizim çizgimize gelirseniz, bizim çizgimizi korursanız” şerhini düşüyor.
Neymiş sizin çizginiz?
Eğitim, tamamen laik olacakmış. (Yüz bulabilseler, “Andımız” uygulamasını yeniden getirecekler, yanaşık düzen eğitimini tedrisata sokacaklar.)
Laik eğitim uyarınca, ilköğretimin 1+8+4 şeklinde “kalıcı” olarak düzenlenmesini öneriyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu bu görüşünde ısrarcı olmuş. Tabii, Milli Eğitim Bakanlığı’nı istiyor. Böylece, 28 Şubat darbesinin başaramadığı “budama” işini gerçekleştirecek, İmam Hatiplerin orta kısmını kapattıracak. İmam Hatip’leri, sadece imam ve müezzin yetiştiren niteliksiz bir meslek lisesine dönüştürecek.
Bir koalisyon kurulacaksa, bunun “laik bir koalisyon” olması gerektiğini öneren ve müstakbel ortağını “CHP çizgisi”ne davet eden Kemal Kılıçdaroğlu’nun “laiklik” umdesine göre ele alınmasını istediği konulardan biri de dış politika.
Evet, CHP “laik dış politika” istiyor.
Bunun “millî” olanını, “gayrı millî” olanını duymuştuk da, “laik” olanına ilk kez rastlıyoruz.
Peki, nasıl bir şeymiş bu laik dış politika?
Bunu sık sık Halk TV ekranlarında gördüğümüz bir CHP milletvekili şöyle açıklamıştı: “Laik dış politika, ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesini benimsemiş, komşularıyla iyi geçinen, sağa sola bulaşmayan, fütuhatçı olmayan bir dış politikadır.”
Bu politikayı, hepimizin de bildiği gibi (elbette biliyoruz) Mustafa Kemal Paşa geliştirmiş. Bizi Ortadoğu batağından çıkarıp, çağdaş dünyanın bir parçası haline getirmiş. Örnek komşuluk ilişkileri tesis etmiş. Bir Osmanlı hastalığı olan fütuhatçılığa prim vermemiş. (Bu milletvekili, fütuhatçı düşünceye prim vermeyen Mustafa Kemal Paşa’nın, ölümüne yakın günlerde, aynı hastalığın pençesine düştüğünü, Hatay’ı Türkiye topraklarına katmak için komşularıyla savaş noktasına geldiğini bilmiyor… Aynı Mustafa Kemal Paşa’nın, “Gerekirse çete reisi olarak Hatay’a gider, savaşırım” demiş olduğunu da bilmiyor.)
Kemal Kılıçdaroğlu, laik dış politikayı uygulamak için Dışişleri Bakanlığı’nı istiyor elbette.
Suriye’yle iyi ilişkiler geliştirecek.
Daha doğrusu, yüz binlerce Suriyelinin ölümünden sorumlu olan Esad’ı kurtaracak. (Esad, çünkü, Amerika ve Rusya Dışişleri Bakanlarının da mutabık kaldıkları gibi, “laik özellikler” gösteriyor. Muhafaza edilmeli.)
Davutoğlu’yla görüşmelerinde “mülteciler” meselesini gündeme getirdi mi bilmiyorum ama Kemal Bey’in hedeflerinden biri de bu meseleyi “kalıcı çözüme” kavuşturmak.
Başbakan Yardımcısı (dolayısıyla Dışişleri Bakanı) olur olmaz mültecileri geldikleri yere postalayacak. Böylece, “kaynak” meselesini de halletmiş olacak. (Laik dış politika, pek mülteci kaldırmıyor. “Boraltan Köprüsü” ve “Struma” hadiselerini hatırlayalım.)
Kemal Bey başka ne istiyor?
Milli Savunma ve Adalet Bakanlıklarını istiyor.
Hadi, Milli Savunma Bakanlığı’ndan feragat edilebilir. Adalet Bakanlığı’nı katiyetle istiyor. Kafasına göre bir HSYK düzenlemesi yapacak, paralelcileri salıverecek, Gürcistan’a kaçan Zekeriya Öz ve Celal Kara’nın mağduriyetlerini giderecek.
Bununla birlikte “garanti” istiyor.
Erdoğan, asla ve kat’a hükümetin işlerine karışmayacak, burnunu Beştepe’den dışarı çıkarmayacak, “Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek istiyorum” diye tutturmayacak, daha da önemlisi dört yıl sonraki seçimde aday olmayacak. Cumhurbaşkanını, eskiden olduğu gibi, Meclis seçecek.
Kemal Bey, AK Parti’nin bunlara “evet” demesini bekliyor.
Bir taraftan da, “Masadan kalkan taraf biz olmayacağız” diyor.
Bu işin olmayacağı baştan belliydi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERİL DEDEOĞLU-STAR
“Focus Dergisi’nin Erdoğan ilgisi”
Almanya’da yayınlanan Focus dergisi, son dönemlerde sık sık Türkiye’ye, ama daha çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’a fokuslanan yorumlar yayınlıyor. Son olarak yayınlanan yazıda, Erdoğan’ın IŞİD’le savaşıyormuş gibi görünüp, aslında PKK ile savaştığını ileri sürerek ikili oynadığı iddia ediliyor.
Okurların zihninde kalıp halinde imajlar belirsin diye böyle bir tarz kullanılıyor herhalde. Zira ne IŞİD ne de PKK ile mücadele, cumhurbaşkanının kişisel mücadelesi değil. Sanki ortada IŞİD tehdidi ve PKK saldırıları yok da sadece Cumhurbaşkanının seçim hesapları var gibi bir ima taşıyor yazı. Aslında ima da taşımıyor, alenen yazılmış. HDP meclise girdiği için Ak Parti’nin tek başına meclis çoğunluğunu elde edememesi nedeniyle Erdoğan’ın “Kürtlere” savaş açtığı söyleniyor.
Hatırlatalım, ne cumhurbaşkanı ne diğer kurumlar Kürtlere savaş açmadı; PKK ile mücadele ediyor. Öte yandan yeniden seçime gidilecekse, yaşanan acılardan HDP’yi sorumlu tutan bir dilin bu partinin oy kaybetmesine yol açacağını hesaplamakta siyaseten ne gibi bir gariplik olduğu da açıklanmamış. İktidarı tek başına isteyen her siyasal parti, her ülkede kendisine bu tür bir dil yakıştırmıyor mu? Almanya’da Müslüman ve Türkiye kökenliler her seçimin konusu olmuyor mu?
Dışarıda bırakılma ‘hassasiyeti’
Dergideki yazının esas amacı, Cumhurbaşkanının IŞİD’çi olduğunun düşünülmesini sağlamak. Yazıyı kaleme alan IŞİD’le mücadele koalisyonun gidip Saray’ın da mı bombalamasını öneriyor, orası açık değil. Ancak açıkça Türkiye’nin “batı” koalisyonu içinde yer almasına rağmen bu koalisyonun ilkelerine aykırı davrandığı söyleniyor.
Öte yandan Barzani, Talabani ve Öcalan’ın ne kadar barıştan yana tutum aldıkları dile getirilerek Türkiye’nin “iyinin” değil “kötünün” yanında yer aldığı söylenmiş oluyor.
Türkiye IŞİD’le de mücadele ettiğine göre, Focus dergisinin bu ithamlarda bulunmasının nedeni ve bunun da Türkiye’nin Almanya’yı kızdırmış olmasıyla bağlantısı olmalı. Yazının satır aralarında Almanya’nın neye kızdığını bulmak mümkün.
Öncelikle, iddiaya göre Türkiye NATO’yu IŞİD konusuna karışmamaya ikna etmiş. Bunun bir başarı değil de “ikili oynama” olarak ifade edilmesinin nedeni ise açık. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye, Avrupa’yı bölgeye sokmama kararlılığı göstermiş ve ABD de bu tezi savunduğu için Türkiye’nin PKK’yı vurmasını kabullenmiş.
İçeriye girme ‘mücadelesi’
Eğer Türkiye PKK ve IŞİD mücadelesinde böyle bir manevra yaptıysa, diplomatik olarak güzel bir oyun oynamış. Başından beri Ortadoğu konularında bazı Avrupa ülkelerinin “oyun bozucu” ve Türkiye’yi by-pass eden tutumlarından rahatsızlık zaten söz konusuydu; artık iyice deşifre olmuş anlaşılan.
Derginin ima ettiğine göre Almanya’yı kızdıran tek şey, Avrupa’nın dışarıda bırakılıp Türkiye-ABD ikilisinin stratejik adımlar atması ve işbirliği içinde yeni “alanlar” açma girişimleri değil. Yazıda Almanya’nın Kuzey Irak’a silah vermeye devam edip etmeyeceği konusuna da değinilmiş. Demek ki Almanya, eminiz ki sırf IŞİD’le mücadele ettiği için, Kuzey Irak’a silah veriyormuş.
Alman Yeşiller Partisi ise, bu silahların PKK eline geçmeyeceği garanti edilemez demiş, dergi bunu da yazmış. Sonuçta Alman muhalefeti, adeta iktidarı PKK’ya yardım yapmakla suçlamış.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Kırk katır mı, kırk satır mı…”
Ak Parti’nin seçimlerde oy kaybına uğramasının, bunu sağlarken Kürt oylarındaki düşüşü planlamanın, sonuçta Ak Parti’nin tek başına iktidarını engellemenin, CHP ile koalisyona zorlamanın, Ortadoğu’daki gelişmelerle iç içe olduğu konusunda en küçük bir şüphem yok.
Olan bitenin Ak Parti’nin bileğini bükme, yani Ortadoğu’da farklı bir süreç başlatma iradesini ezme amacı taşıdığını, Mısır’da, Tunus’ta yapılanın “Daha demokratik görüntü içinde” Türkiye’de de gerçekleştiğini düşünüyorum.
Belki daha da zayıflaştırılmış bir Ak Parti isterlerdi, “One Minute’ün rövanşı” ancak öyle tatmin edici bulunurdu ama halk ona izin vermedi. Yüzde 41 oyla yine de bu iradeyi en büyük parti haline getirdi ve terazinin kefesine koydu.
Ama küresel odakların Ortadoğu operasyonu bitmiş değil. Bilek bükme devam ediyor.
Yükselen terör dalgasının da bununla bağlantılı olduğunda şüphem yok.
Koalisyon temasları içinde gündeme gelen tavırlara bakmak gerekiyor:
Ak Parti’ye deniyor ki:
– Gözün tek başına iktidarda. Onun için koalisyona yanaşmıyorsun. Yeniden seçim istiyorsun. Seçimde oylarını artıracağını ve yeniden tek başına iktidar olacağını hesap ediyorsun.
Bu genel tespitten sonra “Ama öyle kolay değil” diye bir ara kelam ediliyor ve ardından farklı cenahlardan ama hemen aynı cümle kuruluyor:
– Tek başına iktidar olacak oyu alabilirsin ama ülkeyi yönetemezsin.
– Tek başına iktidar olacak oyu alabilirsin ama sana ülkeyi yönettirmeyiz!
Birinci cümleyi, Ak Parti yakınında bulunan hatta Başbakan’a yakın olanlar seslendiriyor. Bir tür stratejik değerlendirme bu. Bir ara “Global meşruiyyet için CHP ile koalisyon yapılmalı” sözü de aynı çevreler tarafından dile getirilmişti. Bu cümle de dikkatle okunduğunda, Türkiye’de olan bitenin Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili görüldüğü anlaşılacaktır. Bu öneriye göre CHP, global odakların stratejik hamlelerine paralel rol üstlenen bir siyasi yapı niteliği taşımış oluyor.
Diyor ki bu “Akraba çevreler”, terörü harekete geçirirler, Suriye’yi bataklığa dönüştürür, ülkeyi mülteci kumpasına alırlar, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı, Körfez ülkelerini başka alemlere sürüklerler, belki daha öte gidip Alevileri hareketlendirirler, yani özetle, Hükümeti, vaktiyle Demirel’in söylediği biçimde “Rodeo yapan kovboy” haline getirirler. Bir süre sonra at üstünden düşersiniz. “Yönetemeyen demokrasi” söylevleri tam o zaman için irad edilir.
İkinci ayak “Sana ülkeyi yönettirmeyiz” ayağıdır.
Küresel odakların hesabına denk düşen oluşumlar Türkiye’de her zaman olmuştur. Medyada uçları vardır, STK adı altında örgütlenmişlerdir, siyasal temsilcilerini bulurlar, mezhebi duyarlılıklar kanatılır, terör birimleri devreye sokulur vs…
O zaman açılımların, barış çabalarının, demokratikleşme hamlelerinin unutulduğu, sanki hiç olmamış hale getirildiği ve sizin “nefret objesi” haline dönüştürüldüğünüz zamandır. Kendinizi tanıyamazsınız. Siz “seçim hilesi” iddialarıyla boğuşurken, ötede koca bir coğrafyada halkın iradesine silahla el konmuş olması bile gözlerden kaçırılır.
D-8 projesinde rahmetli Erbakan’ın ayağına ilk çelme Mısır ve Libya’da atılmıştı.
Mahir Kaynak der ki, “Erbakan’ı Müslümanlığı yakmadı, D-8’le Türkiye’yi dünyada farklı bir yere ulaştırma politikası yaktı.”
Ak Parti liderliğinin yola çıkarkenki ABD- AB politikaları bu küresel güçlerin Ortadoğu ilişkileri ile daha paralel idi. Refah’tan farklı idi. Sonra ayrışma gerçekleşti. One Minute’le, Filistin’le, Arap baharı ile, Irak’la, İran’la, Suriye ile… “Dünya Beş’ten büyük” ile. “İsrail’in nükleer çalışmalarına neden tepkiniz yok?” sorgulaması ile…
Hatta sıfır sorunla… Çok boyutlu proaktif dış politika ile…
Çok olduk. Erbakan da çok olmuştu nitekim!
Erbakan’dan sonra Erdoğan geldi. Türkiye sürpriz yaptı.
7 Haziran’da Erdoğan’ın da bileği bükülmek istendi.
Belki CHP ile koalisyon da bir tür bilek bükme girişimi olarak geliştiriliyor.
CHP öyle bir operasyon aracı mıdır bilmem.
Bu yolla Erdoğan’ın-Davutoğlu’nun bileği bükülür mü bilmem.
Halk, en azından yüzde 41’de direnerek bu oyunu bozma kararlılığını sergiledi, olan biteni görünce kendi iradesini yeniden toparlar mı bilmem.
Kürtler… Barzani ile bir politik bilinç seviyesi sergilediler.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EMİN PAZARCI-AKŞAM
“Koalisyonun arka planı”
Tam beş defa bir araya geldiler. Toplam 36 saat görüştüler. 14 konu başlığı ele aldılar. Görüştüler, tartıştılar. Hepsiyle ilgili ayrıntılı notlar çıkardılar.
AK Parti-CHP koalisyon görüşmelerinden söz ediyorum. Kim, ne derse desin, kim aksini iddia ederse etsin, CHP’li Haluk Koç’un da açıkça dile getirdiği gibi, oldukça ciddi bir çalışma oldu.
İki ayrı dosya ortaya çıktı ve bunlar Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun önünde. Mavi dosyada CHP’nin önerileri, kırmızı dosyada ise AK Parti’nin tespitlerini içeren rapor var.
En önemli görüşme ise yarın. Bakanlar Kurulu’nun ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir araya gelecek. Toplantıya, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç da katılacak. Koalisyonun kurulup kurulmayacağı büyük ölçüde bu görüşmede şekillenecek.
İki önemli ayrıntı:
1) Görüşme yemekli olacak.
2) Taraflar zaman kısıtlaması olmayan ucu açık bir toplantı gerçekleştirecek.
Bunlar çok önemli! Bugüne kadar ortaya konulan iddiaların aksine, yemekli ve ucu açık toplantı, her iki taraf açısından da bir iyi niyet göstergesi!
* * *
14 konu başlığından söz etmiştik…
İçlerinde, anayasa değişikliğinden ekonomiye ve refahın tabana yayılmasına, Çözüm Süreci’nden eğitime, dış politikadan adalete kadar Türkiye açısından oldukça önemli konular bulunuyor.
Anayasa değişikliğinde her iki taraf da hemfikir. Ancak, CHP başkanlık sistemine karşı çıkıyor. Bu önemli bir nokta!
Ekonomi ve refahın tabana yayılması konusunda ufak tefek görüş ayrılıkları var; ama aşılamaz bir sıkıntıdan bahsetmek mümkün değil. Zaten CHP seçim öncesi vaatlerinde esnemiş durumda.
Çözüm Süreci’nde ortak bir yol bulunabilir.
Yolsuzluklarla mücadele ve etik değerler konusunda da herhangi bir pürüz görülmüyor.
Adalet konusunda her iki partinin farklı fikirleri var. Çözüm, genel başkanlara bırakılmış durumda. Bu da bir başka önemli nokta!
Dış politikada derin anlaşmazlıklar mevcut. Suriye ve Mısır’la ilişkiler ve Ortadoğu politikası konusunda CHP’nin bakış açısı AK Parti’den oldukça farklı. Üstüne bir de CHP’nin Kılıçdaroğlu için Dışişleri Bakanlığı’na gözünü dikmesini eklemek lazım. En derin krizlerden biri burada yaşanıyor!
Eğitimde bir görüş birliği yok.
CHP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın örtülü ödeneğinin kesilmesini istiyor ve icraatlarıyla ilgili şartlar ileri sürüyor. Bu da başka bir kriz!
Durum bu olunca, asıl önemli soru şu:
-İyi niyet, bu derin görüş ayrılıklarını gidermeye yetecek mi?
* * *
CHP’den yapılan açıklamalarda genellikle bu ciddi görüş ayrılıkları gündeme getirilmiyor. Koalisyonu Başbakan Davutoğlu’nun istediği ancak Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın engellediği iddiaları yayılıyor.
Üstelik, CHP içinde koalisyona ciddi itirazlar var. İlk günden itibaren “masadan kalkalım” diyenlerin sayısı az değil. Haluk Koç, bunları göğüsleye göğüsleye görüşmeleri bu güne kadar getirdi.
Nitekim, iyi niyet açıklamaları devam ederken önceki gün AK Parti-CHP koalisyonuna CHP içinden iki güçlü bomba geldi. Kılıçdaroğlu’nun danışmanı Erdoğan Toprak, CNN Türk’e çıktı. Grup Başkanvekili Engin Altay da NTV’de konuştu. Her iki isim de AK Parti ve Erdoğan’a ciddi eleştiriler yöneltti.
Kılıçdaroğlu sürekli olarak “karşılıklı güven sağlanması” gereğinin altını çiziyor. Ama ortada böyle de bir durum var!
Kılıçdaroğlu yarınki görüşmede “kendisinin de sıkıntılarının olduğunu” belirtecek. Bunlara “göğüs gereceğini” söyleyecek.
Uzun vadeli bir koalisyon isteyecek, azınlık hükümeti ve erken seçimin çözüm olmadığını dile getirecek; hatta Başbakan Davutoğlu’nun “samimiyetine güvendiğini” ortaya koyan ifadeler kullanacak. “Elimizi taşın altına koymaya hazırız” mesajını verecek.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Brüksel’in barışı… “
Brüksel çok ilginç bir yer. Daha doğrusu önemli bir merkez. PKK’dan DHKP-C’ye ve Gülen Cemaati’ne kadar Türkiye’de ne kadar iş karıştırmış örgüt ve kişi varsa soluğu hep nedense Belçika’nın bu önemli başkentinde almış. 17-25 Aralık darbesi sonrası Emre Uslu da kapağı Brüksel’e atmıştı. Sabancı suikastı sanığı Fehriye Erdal da öyle.
“Brüksel”e yakın geçmişte dikkat çeken isim Öcalan’dı. MİT darbesi sonrası ve 17-25 Aralık darbesi öncesinde Öcalan, kendisiyle görüşmeye giden HDP’li heyeti şu sözlerle uyarma gereği duymuştu: “Darbe şekil değiştirdi ama hâlâ devam ediyor. Yeni darbe Brüksel ve ABD’de planlanıyor. Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlamam işlerine gelmiyor. Benim üzerime planları var. Sakine (Paris suikastı) bu tür grupların işidir. Çözüm adına yapılan her şeyi sabote ettiler.”
Brüksel’in yeniden gündeme gelmesinin sebebi HDP lideri Demirtaş’ın apar topar buraya gidip KCK yöneticileri Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal ile görüşmesi. Demirtaş, Brüksel’den yurda “barış” mesajıyla döndü. Medyanın alkışlarla karşıladığı Demirtaş’ın mesajı ise şuydu: “PKK elini tetikten çeksin, hükümet de müzakerelere hazır olduğunu ilan etsin.”
* * *
Ankara-İmralı-Diyarbakır hattında kurulan, 2,5 yıl süren çözüm sürecine karşı olan çevreler, Demirtaş’ın Brüksel’den getirdiği bu barış mesajına dört elle sarıldı. Oysa halihazırda zaten bir barış sürecimiz vardı. Ve örgüt lideri bu sürecin başaktörüydü. Süreç iki yıl boyunca işledi. Hâl böyleyken KCK neden -7 Haziran seçimlerine rağmen- 11 Temmuz’da ateşkesi bozdu? Asker, polis ve sivil vatandaşlarımız öldürülmeye başladı?
Bunun nedeni “Ankara’nın barışı”nı çökertip yerine “Brüksel’in barışı”nı ikame etmek olabilir mi? PKK lideri, çözüm adına yapılan her şeyin bu merkezden sabote edildiğini işaret ederken KCK ve HDP’nin, Brüksel merkezli bir siyaseti Türkiye’ye taşıması manidar değil mi?
* * *
Anlaşılan çözüm sürecini, barış masasını yeniden dizayn etmek istiyorlar. Karşılığında ise Ankara ve İmralı’ya ufak tefek rüşvetler sunuluyor. AK Parti’nin payına “çatışmaların durması”, “hükümetin otoritesinin daha fazla sarsılmaması” rüşveti düşüyor. Abdullah Öcalan’ın payına ise “Mandela” olma teklifi. Öcalan, kukla olmayı kabul ederse onu da “Mandela” yapacaklar.
Fethullahçı liberaller bir dönem Erdoğan’ı “Dünya lideri” olarak kafalamaya çalışıyordu. Avuçlarına alamayınca “Diktatör” ilan ettiler. Öcalan için de benzer bir süreci işletiyorlar. Öcalan, Batı destekli çözüm modelini ve Kandil’in otoritesini kabul ederse onu Mandela yapacaklar. Kukla olmayı kabul etmeye yanaşmazsa da kendisine pek teveccüh gösterilmeyecek. Ertuğrul Özkök’ün önceki günkü yazısı buna çok iyi bir örnek. Özkök, Öcalan’ı “bebek katili” olarak kendilerinin markalaştırdığını yazdı. Soru şu: Peki bugün Öcalan’ı ne karşılığında “Mandela” yapacaksınız?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Tapınakçılar nasıl ortaya çıktı?”
Bugünün gündemi aslında çok farklı. Koalisyon ve terör başı çekiyor, ama herkes bu konuyu yazıyor. Bana kalırsa toplum bu konuyu tartışmaktan yorgun düştü.. Ben farklı bir konuyu yazacağım, hem de 3 gün arkası arkasına..
Bu arada benim Twitter adresim de saldırıya uğradı. Twitter hesabım hacklendi.. 500.000 takipçim silindi. Twitter, 10-15.000 takipçisi olan hesapları bile register ederek koruma altına alırken, benim hesabımı görmezden geldi.. Yeniden izlemek isteyenler yine “@adilipak” hesabından yeniden kayıt yapmaları gerekiyor. Bugün şu derin devletin ana dayanaklarından biri olan şu Tapınakçılara bakalım isterseniz. Kim bunlar?.. Nereden gelip, nereye gidiyorlar..
Tapınakçıların işin başında muvahhid, mabedin koruyucusu, Hz. Davud ve Süleyman aleyhisselamın sahabelerinden oluştuğunu biliyor mu idiniz..
Hz. Yusuf Mısır’a vardığında aslında orada matematik, geometri, astronomi ve tıp önemli ölçüde gelişmişti.. Hz. Yusuf iyi bir rüya yorumcusu idi. Zaten daha çocukken müjdelenmiş ve kuyudan itibaren Cebrail’le birlikte bir yolculuğa çıkmıştı.. Hz. Yusuf’un M.Ö. 1300’lü yıllarda Tutankhamun döneminde yaşadığı hesaplanır.. Hz. Musa, Hz. Yusuf’tan birkaç nesil sonradır. Hz. Musa İmran’ın oğludur, onun babası Yahser, onun da babası Kahes’dir. Levi kabilesindendir, yani Yakup aleyhisselamın ikinci eşi Lea’dan olan Hz. Musa’nın annesi Yocheved’dir. Kız kardeşi Meryem, erkek kardeşinin adı ise Harun’dur.
Hz. Musa’nın fırtınalı bir hayatı var. Bir kavgaya karışır. Urfa’ya gider, Şuayb AS’ın kızı ile evlenir. Mısır’a döner. Mısırlı sihirbazlara meydan okur, Asa-yı Musa, yed-ı beyza, denizin geçilmesi ve diğer mucizeler ve ardından Kudüs’e yolculuk..
Hz. Yusuf’un torunu Rahme / Rahmet ya da Rahime Hz. Yakub AS’ın hanımıdır..
Hz. İbrahim’in iki eşi vardı, Hz. Sare ve Hz. Hacer. Hz. Hacer, Hz. İsmail’in annesi. Hz. Sare annemiz ise Hz. İshak’ın annesi. Hz. İshak’ın iki oğlu vardı. El İs ve Hz. Yakub, Hz. Yakub, soyu bin yıl peygamber olacak bir peygamber ailesidir. İs ise kral ailesidir. Her ikisinin mizacı uyuşmadığı için Hz. İshak çocukları arasında niza olmasın diye Hz. Yakub’u dayısı Leban’ın yurduna gönderdi.
Bir rivayete göre Hz. Yakup dayısının iki kızı Leyya/Lea ve Rahel ile evlendi. Leyya’dan 7 çocuğu oldu. Rahel kendi cariyesi Belha’yı Yakup AS ile nikahladı. Belha’dan Yakup AS’ın 3 çocuğu oldu. Bunun üzerinde Leyya, cariyesi Zelfe’yi de Yakup AS ile nikahladı. Yakup Aleyhisselamın ondan da 3 çocuğu oldu. Daha sonra Rahel’in Yusuf ve Bünyamin isimli 2 çocuğu dünyaya geldi..
Burada duralım.. Kendisine Zebur’un gönderildiği Davud aleyhisselam dönemi M.Ö. 1000’li yıllar olmalı. Davud aleyhisselam döneminde de birçok mucizeler gerçekleşti. Kılıcı ile ünlü idi.
Hz. Süleyman M.Ö. 900’lü yıllarda yaşamış olmalı. Gazze’de doğdu ve Kudüs’teki mabedi insan, cin ve bukağılı şeytanlarla inşa etti. İbranice, Şlomo veya Şelomo; Latince, Salomone denir. Hz. Davut ile Batşeba’nın oğlu Süleyman AS İsrail Krallığı’nın üçüncü kralı oldu. Kuş dilini bilir idi. Bütün zamanların en zengin kişisiydi.
Hz. Süleyman risaletinin 4. yılında, takriben M.Ö. 964’de mabedin inşasına başladı. Tevrat’ta göre tapınağının yapımına İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışının 480. yılında başlamıştır. Hz. Süleyman, babası Hz. Davud’un sarayını da inşa eden, dostu Sur Kralı Hiram’dan mabedin inşasında çok yönlü destek aldı. Mabedin inşasında Hiram (usta) fiilen çalıştı.. M.Ö. 957yılında tapınağın inşası tamamlandı. Ancak çevre düzenlemesi otuz yıl kadar daha sürdü. Süleyman Mabedi, Kudüs’teki Harem-i Şerif’in bulunduğu dağ sırtının orta bölümünde yer alan, aynı zamanda İsra’nın gerçekleştiği makam olarak da bilinen Kubbet-üs-Sahra’nın olduğu yere inşa edildiğini söyleyenler çoğunluktadır.. Ahit Sandığı, Süleyman mabedinde “Kutsallar Kutsalı” olarak adlandırılan iç bölümde minberin üst kısmında muhafaza edilmiştir..
Hz. Süleyman’ın yaptığı mabed, “Birinci Mabed” olarak nitelendirilmektedir. Hz. Süleyman’ın vefatı sonrası krallık ikiye bölününce mabed güneydeki “Yahuda Krallığı” sınırları içerisinde kalmış ve yıkıma uğramıştı. Hz. Süleyman’ın oğlu Yahuda Kralı Revaham’ın zamanında, Mısır Kralı I. Şeşonk’un Kudüs’e yönelik saldırısında, Süleyman Mabedi’nin bütün hazineleri yağmalandı ve metruk hale geldi. Kral Yotam (M.Ö. 740-736), Hizkiya ve Yoşiya (M.Ö. 638- 609) dönemlerinde mabede birtakım tadilat, bakım ve dinsel temizlik yaptırıldı. Babil krallığına bağlı olan Yahuda devletinin isyan etmesi üzerine Kudüs’ün M.Ö. 597 yılında Buhtunnasr / Nebukadnezar tarafından ele geçirilerek yeniden yağmalandı. İlk işgalde çok fazla zarar görmeyen tapınak, Kudüs halkının yeniden isyan etmesi üzerine M.Ö. 586 yılında Kudüs’ü yeniden zabd eden Babil kralı 2. Nebukadnezar tarafından tamamen yıkıldı. Mabeddeki Ahit Sandığı kayboldu ve bir daha bulunamadı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET DOĞAN-VAHDET
“Anzaklar Olmasa Çanakkale’yi Hatırlar mıydık?”
Bu ayın başında, Türkiye’ye iki “genel vali” geldi…Cumhurbaşkanımız onları karşıladı ve ağırladı…
Bu ne menem iş? Cumhurbaşkanımızın işi vali karşılamak mı?
Bunlar başka “vali”, resmen “sömürge valisi”…Tayin edildikleri ülkelerin devlet başkanları!
Şimdi anlı şanlı devlet olarak görünen, Birleşmiş Milletler’de öyle temsil edilen ülkeler, İngiltere kralicesinin tayin ettiği genel valilere sahip. Daha yakın zamanlarda Avustralya şunu oylamıştı: “İngiltere ile bağımızı koparıp, tamamen müstakil mi olalım, yoksa bağlarımız devam mı etsin?”
Sizce ne kazandı? Tahmin edemediniz değil mi? “Kraliçe’nin tayin ettiği genel valilerimiz göreve devam etsin”!
Bize öğretilene ne kadar ters! İngilizler bizi cumhuriyete mecbur etti, kendileri krallık olmaya devam ettiği gibi, hâlâ eski sömürgelerinde devlet başkanlığı makamında Kraliçe’yi temsil eden valileri var!
Sanmayın ki sadece Avustralya veya Yeni Zelanda’da genel valiler var. Ufak tefekleri saymıyorum, mesela Kanada…Dünyanın toprakça en büyüklerinden, ekonomik olarak da önemli ülkelerinden biri…Onun da bir genel valisi var. Kraliçe Elizabet onların da kraliçesi…
İşte tarihî devamlılık bu…İngilizler sonradan bağımsızlaşan ülkeleri İngiliz Milletler Topluluğu’nda (Commonwealth of Nations) tuttular. Bir kısmına hâlâ “genel vali” tayin ediyorlar. Hindistan, Pakistan gibi olanlara vali atamıyorlar ama, o ülkelerde de İngiliz tesiri devam ediyor.
Ya biz? Osmanlı’yı yıktık, mirasını reddettik. Manevî bağları dahi yok saydık. Neyse mevzumuz o değil…
Çanakkale muharebelerinin yüzüncü yılındayız… Daha önce yazmıştık. 100. yıl maalesef şanına yakışır şekilde hatırlanmadı. Türkiye’nin her metre karesine ulaşan etkinlikler yapılamadı. Bazı törenler, geziler ve bir de yurtdışından gelen heyetlerin faaliyetleri…
Şunu tahmin ediyorum: Yurtdışından gelenlerin faaliyetleri bizim birkaç katımızdır! İşte son olarak Avustralya ve Yeni Zelanda genel valileri geldiler, yine törenler yapıldı.
Neden ağustos başında geldi bu güzide valiler?
2 Ağustos 1915’ten itibaren yeni Anzak takviye kuvvetleri Gelibolu sahillerine çıkarılmaya başlandı. 6 Ağustos’ta Kanlısırtı ele geçirdiler, Suvla’ya çıkarma yaptılar. Ertesi günlerde de çıkarmalar devam etti. İtilaf güçleri Çanakkale’de son bir hamleye hazırlanıyorlardı. Mart ayında denizdeki bozgundan sonra, nisandan itibaren başlayan kara saldırılarında da istedikleri sonuçu alamamışlardı. İşte son kıyamet hamlesi yaklaşıyordu…
Ağustos, tarihimizin bir çok zaferleri yanında Çanakkale muharebelerinin zaferleriyle de muhteşem zaferler ayı…
Kaymakam Mustafa Kemal Bey, Çanakkale’deki başarılarından ötürü miralaylığa yükseltilmişti. Yani yarbaylıktan albaylığa… Ona Anafartalar Grubu Kumandanlığı verildi. Anafartalar Grubu, 10 Ağustos sabahı düşmana karşı hücum başlattı. Bu, tarihe 1. Anafartalar Muharebesi olarak geçmiştir.
Mustafa Kemal, 10 Ağustos sabaha karşı icra edilen taarruzu şöyle anlatır: “Bütün askerler, subaylar, artık her şeyi unutmuşlar bakışlarını ve kalplerini verilecek işarete bağlı bulunduruyorlardı. Süngülerini ve bir ayaklarını ileri uzatmış olan askerlerimiz ve onların önünde, tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız, kırbacımın aşağı inmesiyle demirden bir kitle halinde arslan gibi saldırarak ileri atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde ilahî haykırıştan başka bir şey işitilmiyordu: Allah! Allah! Allah!”
Çanakkale ruhunu anlayamazsak, onu yaşatamazsak, bu ülkede varlık iddiasında olamayız!
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5