Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, Çözüm Süreci ve koalisyon görüşmeleri var.  ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK “Yanıldım mı?” Nazlı Ilıcak, son yazılarından birisinde şöyle diyor....
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, Çözüm Süreci ve koalisyon görüşmeleri var. 

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

“Yanıldım mı?”

Nazlı Ilıcak, son yazılarından birisinde şöyle diyor.

“Ali Bayramoğlu, ciddi bir entelektüel. Ama maalesef, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra hatalı bir duruş sergiledi. Konuları yeterince sorgulamadı; iktidar ne derse ona inandı. Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiasında, belge diye sunulan yazılar, adeta ‘ben sahteyim’ diye bağırıyordu. Bir algı operasyonundan ibaretti. Şimdi yalan ortaya çıktı ya, herkes Twitter’da, Bayramoğlu’nun AHaber’deki o fotoğrafını paylaşıyor. Fotoğraftaki altyazı şöyle: ‘Bayramoğlu: Sümeyye Erdoğan’a suikast iddiaları çok ciddi iddialar.’ Özeleştiri yapma zamanı gelmedi mi?”

Ilıcak biraz hızlı, kestirme ve haksız hüküm vermiş…

Ama eleştirilerini ve sorusunu vesile yapalım…

İnsan elbet yanılır.

Bu, karmaşık, kendisine has gelenekleri demokrasi kurallarına galebe çalan, toplulukçu, faydacı, güç savaşlarının ve suistimallerinin egemen olduğu ülkede, bir gözlemcinin hiç yanılmayacağını kim söyleyebilir?

Ben de yanıldım mı?

Elbette…

Ancak yanılgım Nazlı Ilıcak’ın sandığı konularda olmadı…

2008’de başlayan Ergenekon ve onu takip eden adli süreçleri ortaya atılan deliller, tutuklanan kişiler, iddialar itibariyle anlamlı buldum, destekledim, önemsedim. Savunma hakkı, soruşturmanın gizliliği, tutuklama yetkisinin kötü kullanımı gibi kimi ihlalleri yanlış bulmakla birlikte, dosyaların özünü daha çok önemsedim. Zekeriya Öz’le ilgili destek ve övgü yazıları yazdım. Aşırılıklarına rağmen yaptıklarını demokrasi açısından cesur ve olumlu buldum. Temizlik ve sivilleşme çabalarını, “yol açan siyasi irade” ile “yolu açılan savcı ve hakimlerin yeni adli refleksleri” çerçevesinde ele aldım.

Bugün geriye dönüp baktığımda bu dosyalara zaman zaman tek boyutlu yaklaştığımı anlıyorum. Kimi açılardan haklı olduğumu, kimi konularda ise yanıldığımı düşüyorum. Yol açan siyasi irade ile yolu açılan savcı ve hakimlerin yeni adli refleksleri tespiti bir ölçüde hala geçerlidir. Bu süreçlerinin pek çoğunun hala öz olarak doğru olduğunu kanatimdeyim.

Peki yanılgım neredeydi?

Bu sürecin Gülen cemaati tarafından yönetildiğini, tasfiye ve güç oluşturma istikametinde kullanıldığını, başkalarına göre belki erken ama olması gerekene göre geç gördüm.

Geç kaldığımı, hata yaptığımı düşüyorsam kendimi doğrulamaya kalkmam. Nitekim, o günlerde benim gibi düşünüp yazan kimilerinin daha sonra yaptığı gibi, “TSK-AK Parti el ele verdi, darbeciler dışarı çıkarıldı, biz haklıydık, haklıyız” gibi saçmalıklara kapılmadım.

O günlerde muhtıralar veriliyor, parti kapama davaları açılıyordu, asker siyasi iktidarı hedef alan açıklamalar yapıyordu, Nokta ve Taraf Gazetelerini basma girişiminde buluyordu, bu ortamda o tavır doğruydu diyerek de işin hatalı ya da eksik boyutunu geçiştirmeye kalkmadım. Tersine yanılgıyı farkettiğim yerde durdum, bir uçtan diğer uca savrulmadan, yanlış ve doğruyu bir arada tespit etmeye çalışarak ilkeleri gördüğüme işaret ettim.

Ergenekon süreci 2008’te başladı. Benim şüphelerim ise 2009 ortalarında…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Koalisyon değil, seçim ama nasıl?

Belirli aralıklarla kamuoyu araştırma şirketlerinin yöneticileriyle konuşuyorum. Araştırmaları takip ediyorum. ANAR Genel Müdürü İbrahim Uslu, Andy-Ar şirketinin sahibi Faruk Acar ve A&G Araştırma şirketi Başkanı Adil Gür’le konuştum.

Seçmenlerin tercihini etkileyen iki nokta ön plana çıktı.

1-Liderlerin, koalisyon kurma çalışmalarındaki tavrı

2-PKK’ya yönelik operasyonlar ve şehit cenazeleri ile girilen iklim.
7 Haziran’dan hemen sonra koalisyon arayışlarında uzlaşmaz bir tavır sergilediği için MHP oylarında, PKK ile arasına kalın çizgiler çizmediği için HDP oylarında bir gerileme yaşanıyordu.

Ta ki terör saldırıları, PKK’ya yönelik operasyonlar başlayana ve şehit cenazeleri gelene dek.
Şehit cenazelerinin gelmesi MHP’yi, PKK’ya yönelik operasyonlar HDP’yi toparlamaya başladı. PKK’yı kınamadığı için HDP’nin oylarının düşmesini beklemeyin. HDP’nin Kürt oyları yüzde 11’e ulaşıyor ve operasyonlar onların desteğini azaltmıyor tam aksine kenetlenme sağlıyor. PKK’ya yönelik operasyonlarla HDP’ye yönelik eleştiriler birbirinden ayrılmadığı sürece, HDP hak etmediği bir mağduriyete itiliyor.

AK Parti ve CHP’nin oy oranlarına gelince. Koalisyon arayışlarındaki sorumlu tutumu nedeniyle CHP’de bir kıpırdanma gözleniyor. CHP 7 Haziran’dan bu yana 1 puan artmış durumda. AK Parti için tam 4 ayrı kamuoyu araştırma kuruluşunun ortalamasını aldığımızda ise 7 Haziran’a göre 2 puanlık bir artış gözleniyor. PKK adına algı operasyonu yönetenlerin iddia ettiği gibi operasyonlardan ve şehit cenazelerinden dolayı değil. Tam aksine operasyonel sürecin uzaması AK Parti’ye zarar verme tehlikesi taşıyor. Çünkü süreç HDP ve MHP’yi besliyor.

4 araştırmada da 4 partinin barajı aştığı görülüyor. Bu durumda AK Parti nasıl tek başına iktidar olacak? 4 Partinin barajı aştığı bir tablo da tek başına iktidar mümkün değil, şeklindeki yaklaşım çok genellemeci. Şu ana kadar güçlü bir AK Parti iktidarını ortaya koyacak oy oranı yok. 7 Haziran’da HDP’nin barajı aşmak için sağladığı motivasyonun bir benzerini AK Parti’nin, tek başına iktidar için oluşturması gerekiyor.

AK Parti’ye, Saadet Partisi ve BBP ile istikrarsızlık kaygısı taşıyan kesimlerden oy geliyor.

AK Parti’ye yönelişte iki nokta ön plana çıkıyor.

1-İstikrar beklentisi

2-AK Partisiz hükümet kurulamaması.
İstikrar arayışı içinde olanlar, “Erken seçimi” ve AK Parti’nin yeniden tek başına iktidarını istiyor. Ama bu yöneliş tek başına iktidara yetecek mi? Orası henüz belli değil.

Bugün liderler masaya otururken, iki partinin erken seçim ve koalisyon profillerini de ortaya koymakta yarar var.
Erken seçimi en çok AK Parti, en az CHP istiyor.
Koalisyonu en az AK Parti, en çok CHP istiyor.

AK Partililer yüzde 75-80 düzeyinde erken seçim istiyor. CHP’de ise bu oran yüzde 20 düzeyinde.
Koalisyonda ise kum saati tersine dönüyor. AK Partililerin yüzde 20’si, CHP’lilerin ise yüzde 75’i koalisyon istiyor. Bu oranları bugün yapılacak Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesine ışık tutması açısından yansıttım.
Başbakan Davutoğlu, bugünkü görüşme öncesinde, ”Durum biraz daha netleşir” demişti.
“Perşembe’nin geleceği Çarşamba’dan bellidir”
Dün iki lider stratejilerine son şeklini verdiler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışı, CHP’de umutları azalttı.

AK Parti cephesinde ise iki öneri ön plana çıkıyor.

1-Reform gündemli, seçim hedefli, uzun süreli olmayan bir koalisyon

2-AK Parti-CHP seçim hükümeti
CHP’de ise farklı rüzgarlar esiyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK

“Ertelenmiş ama kaçınılmaz kaza…”

Osmanlı ile başlayan yukarıdan aşağı Batıcılaşmanın, ülkeye 200 yıldır süren bir tarihsel çelişki soktuğunu, bu çelişkinin devlete egemen olan Batıcı/laikçi bürokratik akım ile dindar halkı sürekli karşıtlık içinde tuttuğunu yazdık.
Önce tespitlerimizi özetleyelim…

-Kabaca, 1908’den beri darbe süreci kesintisiz devam etmektedir. Şu an sonuncusunu ve en demokratik görünümlüsünü yaşıyoruz.
-Batıcı/laikçi akım iktidarı/devleti ele geçirme amaçlı bir dar kadro hareketidir.
-Bu nedenle her zaman “paralel” nitelikli olmuştur.
-Halka dayanmadığı için gayrimeşrudur.
-Gayrimeşru olduğu için, iktidarını, ideolojik tali kavgalar, siyasi iktidarı sivile kapatan kronik sorunlar, halka yüklenen angaryalar üzerinden tahkim eder.
-Halk ana soruna odaklanamaz.
-Vurucu güçleri aslen askeri değil sivildir. Kolejler elit yetiştirir, bunlar bürokrasi, İstanbul sermayesi, medya, STK’lar ve üniversitelerde istihdam edilir. (Eğitim şart söylemi bunu ima eder.)
-Laikçi yaşam biçimi veya devlet ulufesi, son tahlilde çok farklı görünen meşrepleri halka karşı birleştirir.
-Devirmeci sol, ülkedeki vesayetin en büyük insan kaynağını oluşturur.
-Vesayet halkı tehdit görür.
-“Batıcı/laikçi akım laiklerden”, “halkçı akımlar da muhafazakarlardan” oluşur şeklinde değerlendirme, kategorik olmamalıdır.
-Laikçi/Batıcı akım devşirme sistemini her sosyolojik kesime uygular.
-AK Parti ile gündeme gelen “kutuplaşma”, “otoriterleşme” söylemi, halkçı blokun kafasını karıştırmak, oy blokunu parçalamak içindir.
-Bu siyaset mühendisliği kavramlarının Laikçi/Batıcı akımın imtiyaz kaybına gösterdikleri faşist tepki olduğunu görmek hayatidir.
-Üst yapı, medyaları üzerinden laikçileri dindarlara karşı kışkırtarak halk karşıtı darbe süreçlerine toplumsallık görüntüsü verirler.
-Gezi böyle bir yüklemenin sonucudur. Bunu laikçi CHP tabanının bilmesi beklenmez. İki toplumsal kesim arasındaki yarık derindir ve iyiniyetli, kısa zaman içinde gerçekleşmesi umulan uzlaşmalar tuzaklıdır..
***
Devam edelim ve son dönemin değişen özelliklerine bir bakalım.
3 Kasım 2002’de başlayan süreçte, Menderes, Özal ve Erbakan dönemlerinden farklı olarak çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu gelişme, 28 Şubat sürecinde yeşil sermaye, rabıta söylemi ve darbe ile önü kesilmek istenen dindar burjuvazinin doğuşudur.
Dindarlar, küreselleşme, teknolojik aktarımın kolaylaşması ve devletle iş yapmanın olanaksızlığı ile dünyaya açılmış ve Anadolu Kaplanları ile artık sermayeye ulaşmıştır. Artık sermayenin yatırımlara dönüşmesi için de önlerini açacak politik bir güç elde etme eğiliminde olmuşlardır.

28 Şubat’ın asıl dürtüsü, tabandaki bu sınıfsal oluşumun önünde sonunda meşru/devrimci siyasi bir halk akımını ortaya çıkaracağından hareketle bunu henüz kuluçka döneminde önlemekti.
Ancak, dindarların önünü keserken aynı anda devleti de soyup soğana çevirdikleri için aygıt çöktü, devşirme merkez partileri silindi ve AK Parti’nin önü açıldı.
Böylelikle Batıcı/laikçi/bürokrasi, tarihte ilk kez başarısız oluyor, dindar orta sınıf ortaya çıkarken, güçlü bir siyasi liderliğe de sahip oluyordu.

-Dindarların sert mücadele veremeyeceği varsayılıyor ve bu dönemin (Erbakan dönemi gibi) kapanacağı varsayılıyordu. Aslında bu doğru bir tesbitti. Ama Recep Tayyip Erdoğan bu sert kavgayı verdi. Halk da bu kavganın arkasında durdu.
Tüm bu gelişmeler yüzde 4’lük Milli Görüş’ü yüzde 17’ye taşıdı. Yüzde 17’den yüzde 52’ye giden süreç bir liderlik farkıdır.
Ancak, devletten beslenmeli Batıcı/laikçi bürokrasi de, İstanbul sermayesi, bürokrasi, üniversiteler, oda, sendika ve medya ile yarattığı istihdam ve yaşam biçimleri üzerinden CHP tabanı kadar bir sınıfsallık yaratmıştı.
Dolayısıyla AK Parti ile doğal, meşru ve aşağıdan yukarı evrimsel bir sınıf karşısında, devlet olanakları, yaşam biçimi ve ganimet bölüşümüne bağlı yukarıdan aşağı Batıcı/Laikçi bir sınıflaşma oluşmuştur.

Laikçi/Batıcı akım artık sadece bürokratik dar bir kadro hareketi değildir. İki toplumsal sınıfsallık maalesef artık bürokrasiyi aşan manada karşı karşıya getirilmiştir. Bu ertelenen, ama zorunlu bir kazaydı.
Gezi’de hükümet bu tarihsel çelişkiyi ya yeteri kadar anlamamış, ya da önemsememişti. Gezi Batıcı/laikçi bir ayaklanma olarak fayları belirginleştirdi ve tahkim etti. Hükümetin krizi daha iyi yönetmiş olmasının sonucu değiştirmeyeceğini, bunun 200 yıllık bir enerji birikmesi sonucu kaçınılmaz bir karşılaşma olduğunu düşünüyorum.
Normalleşme adına iki teklif söz konusu. İlki dindarların teslimiyeti, ikincisi ise kavganın bitmiş olduğunu sanmadan devleti dönüştürme sürecini tamamlamak.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ATİLLA YAYLA

“Demokratik haklar Batı’nın amacı mı aracı mı?”

Önce gazetelere düşen aşağıdaki haberi okuyalım:

“…Almanya… en küçük istihbarat verilerinin haberleştirilmesine bile ‘vatana ihanetten’ dava açıyor. Son olarak Almanya’da yayın yapan netzpolitik.org adlı internet portalında çalışan gazeteciler hakkında Federal Savcılık’ça ‘vatan hainliği’ suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. İnternet portalının iki sorumlusu Markus Beckedahl ve Andre Meister, Anayasa Koruma Teşkilatı’na ait gizli belgeleri yayınladıkları gerekçesiyle vatana ihanetle suçlandı. Federal Savcılık, soruşturmaya gerekçe olarak Netzpolitik.org’da yayınlanan ‘Gizli para akışı, internet içeriklerinin toplu değerlendirilmesi ve bu çalışmayı sürdürecek birimin yapılanma şeması’nı gösterdi. Savcılığın aynı zamanda söz konusu belgeyi gazetecilere ulaştıran kaynak için de soruşturma başlattığı ancak bu suçlamada vatan hainliği suçlamasının bulunmadığı belirtildi.

Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) Başkanı Hans Georg Maassen’in şikayetiyle açılan soruşturma ülkede basın özgürlüğü konusunu tartışmaya açtı. Almanya Gazeteciler Birliği Başkanı Michael Konken yapılan işlemi sert şekilde eleştirdi. Konken, uygulamayı iki gazetecinin susturulmasına yönelik geçersiz bir işlem olarak niteledi. Konken ayrıca soruşturmanın kaldırılmasını da istedi.
Netzpolitik.org haber sitesinin sorumlu çalışanı Markus Beckedahl, soruşturmaya tepki göstererek, Angela Merkel liderliğindeki hükümeti NSA skandalını bastırmak ve gerçekleri örtmeye çalışmakla suçladı. Federal Savcılığın şikayet nedeniyle bir bilirkişi tayin ederek söz konusu belgenin devletin gizlilik gerektiren bir belgesi olup olmadığını araştıracağı ifade edildi.

Soruşturma Yeşiller ve Sosyal Demokrat Partili siyasetçiler tarafından eleştirildi. Yeşiller Partisi’nden Renate Künast sosyal paylaşım sitesi Twitter’daki hesabından yaptığı açıklamada NSA soruşturulmazken yapılanları ‘rezalet’ olarak niteledi. Sol Parti Genel Başkan Yardımcısı Sahra Wagenknecht de Federal Savcılığın demokrasiye ihanet ettiğini vurgulayarak, toplu dinlemeler ve izlemeler için soruşturma açılması gerektiğini ifade etti. Almanya’da en son 1960’lı yıllarda Spiegel dergisine vatana ihanet suçlaması ile dava açılmıştı. Ancak Der Spiegel çalışanları hakkındaki iddialar mahkemede kanıtlanamayınca dava düşmüştü. Ülkede vatana ihanet suçuna bir yıldan az olmamak üzere ömür boyu hapse kadar hapis cezaları verilebiliyor”.

Bu olay sonraki günlerde de dallanıp budaklanmaya devam etti. Almanya Adâlet Bakanı soruşturmayı başlatan Başsavcı Harald Range’i görevden aldı. Bu karar başsavcının yaptığı bazı açıklamalarda hükümeti yargıya müdahale etmekle suçlamasının ardından geldi.

Daha önceki yazılarımda ifade/basın özgürlüğü önündeki engellerin önemli bir kısmının millî güvenlik mülâhazalarından kaynaklandığını belirtmiştim. Sadece Almanya’da değil, ABD ve İngiltere gibi demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde de bu tür sıkıntılı durumlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin, İngiltere’de geçtiğimiz yıllarda polis ünlü Guardian gazetesini bastı ve gazetenin devletin gizli bilgilerinin yer aldığı söylenen bilgisayarlarının matkapla imha edilmesini sağladı. ABD’de gizli belgeler sızdırdığı iddia edilen kişilere hayat zindan ediliyor ve yıllarını demir parmaklıklar arkasında geçirmeleri sağlanıyor.

Millî güvenlik ile ifade/basın özgürlüğü ihtilâflarının tamamına ilaç gibi gelecek çözüm önerilerim olduğunu iddia edecek değilim. Her vakanın ayrı ayrı analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şahsî önceliğim, istisnaî hâller hâricinde, ifade ve basın özgürlüğünün korunmasından, tercih edilmesinden yana. Ancak, dünya bir ulus devletler dünyası ve devletler millî güvenlik dedikleri şeyi her şeyin önüne koyma eğiliminde…

Bu yazıda asıl dikkat çekmek istediğim, Batı ülkelerinin çelişkisi veya ikiyüzlülüğü. Bazı Batı ülkeleri kendi yaptıklarının aynısı veya benzeri başka ülkelerde yapıldığında hemen demokratik hak ve özgürlükler havarisi kesiliyor. Söz konusu ülkeleri baskı altına alıyor ve olaylara müdahil oluyor. Ayrıca, diğer ülkelere yönelik tavırlarında ikiyüzlü davranabiliyor. Meselâ, ABD, insan hakları konusunda sicili çok bozuk olan Suudi Arabistan’a karşı Türkiye’ye karşı izlediği tavrı izlemiyor. Yüz kızartıcı bir totalitarizm tarihine sahip Almanya, hükümetiyle ve önemli ölçüde devlet manipülasyonunda olan medyasıyla koro hâlinde Türkiye’yi topa tutarken, dünyadaki en büyük insan hakları ihlâlcilerinden olan İran hakkında pek konuşmuyor. İran’ı en büyük ekonomik ortaklarından biri olarak tutuyor ve iki ülke miyarlarca dolar hacmi olan ticarî ilişkiler yürütüyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS

“Şiddet ve nefret ekenlerin sonbaharı geliyor”

Aklın, mantığın, hukukun ve siyasi ahlakın da, “Açılım Süreci” ile birlikte derin dondurucularda donduruldukları günleri yaşamaktayız. 
Polisleri, askerleri vuran, yol kesip araçları yakan, karakollara bombalı saldırılar yapanlara “Terörist” diyemeyen siyasetçiler ve bunların paralelinde yayın yapan bir medya var. 
Kökü dışarıda çeşitli örgütlerin bir bölümü yargı mensuplarını ve polisi kurşunlarına hedef kılmaktalar. Bir diğer bölümü de yargıya ve polise sızmışlar… Devletin imkânları ile darbe yapmayı, seçilmişlere karşı komplolar kurmayı planlıyorlar. 

Onlar bizim gibi mi? 
Ve bütün bu eylemlere siyasetten de, bir bölüm medyadan da destek geliyor. 
Kopenhag Kriterleri’ni, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadını, siyasetimizin ve hukukumuzun en üst normları olarak kabul etmemizin sonucu böyle mi olacaktı? 
Stratejik müttefikimiz Amerika kendisini hedef alan EL Kaide terörizminin beynini de, vücudunu da Pakistan’da bulup yok ediyor. Bin Ladin’in öldürüldüğü operasyonu, ABD’nin Başkanı, bakanları, generalleri naklen yapılan canlı yayınla ekranlardan izliyorlar. Bu görüntüler “Devlet gücü”nün kanıtı olarak medyaya da servis ediliyor. 

Ya onlar devlet değil 
Bizde ise devlet düzenini, istikrarı, askeri, polisi hedef alan terör örgütünün yöneticilerine ve bunların rehin aldıkları siyasi partiye destek verenler, Cumhurbaşkanı ile Hükümeti suçlamaktalar. 
Bu çarpık tabloya bakınca şairin “Ya sen ölmedin ya biz yaşamıyoruz” şeklindeki dizelerini “Ya onlar devlet değil ya biz devlet değiliz”e çevirmek gelmiyor mu içinizden? 

Bunlar yorum mu? 
Paris’te, Londra’da teröristler eylem koydukları ve bunlara karşı devletin güvenlik güçleri harekete geçtiği zaman, herhangi bir medyanın Fransız Cumhurbaşkanını veya İngiliz Başbakanını “Şiddetin sorumlusu” olarak ilan ettiklerini duydunuz mu? Alman parlamentosundaki bir parti, teröristlerin değil devlet güçlerinin silahlarını bırakmalarını isteyebilir mi? 
Ya takıntılarını ve saplantılarını “Yorum” diye sunanlara ne demeli? Bunlar “Açılım süreci” yürümekteyken Kandil’e gidip “Öcalan Kürt davasını satıyor” şarkısı söylerlerdi. Şimdi de başlarına taş düşse “Sorumlu Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır” şarkısını söyleyerek teröristleri kışkırtıyorlar. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“Zekeriya kaçtı, İlhan badem gözlü”

Oldu olacak açtığı bütün davalara da yeniden bakılsın, mahkemeye sevkettiği bütün hırsızlar uğursuzlar, katiller sapıklar da aklansınlar! 
Kaçmayaydı… Madem ki kaçtı… 
Yahu “Bedros” da kaçmıştı… Peki o suçlu muydu? 
Zekeriya Gürcistan üzerinden Ermenistan’a, oradan da Ukrayna’ya tüyünce, İlhan ağabeyin de yiğit bir insan olduğunu öğrendik. 
Nereden mi öğrendik? Aydın Bey’in tayfasından. 
Çünkü o kaçmamış. 
Oysa Erdoğan da helikopterle kaçmıştı hani, kasa kasa altın da yüklemişti helikoptere! Erdoğan şu anda cumhurbaşkanı değil ya, Amerika’nın bir eyaletinde oturuyor… 
Erdoğan’ın helikoptere binip kaçacağını yazmaktan utanmamış herifler şimdi İlhan ağabeye güzellemeler döktürmeye koyuldular. 
Çünkü Zekeriya kaçınca İlhan ağabey hakkındaki bütün iddialar da “kadük” olmuş! 
Zaten bu Zekeriya elinde tesbihle ifade alıyordu, demek ki İlhan ağabey masumdu! (Vallahi bunu da ima etmişlerdi.) 
Üstelik merhumu sabah erken almışlardı evinden, o saate gelinir miydi, “mesai saati” diye bir şey vardı… 
Gençler gözaltına sabah dörtte alınmalıydı, yaşlılar dokuz buçukta, hele köşe yazarları öğleden sonra. 
Oysa yiğit insan polislere çay bile demlemiş, o kadar da yiğitmiş yani. 
Yiğitliğini 1971 yılında Erenköy’deki “safe house”da da göstermişti, 9 Mart cuntasıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktu, Doğan Avcıoğlu’nun beyin takımında değildi, ne Cemal Madanoğlu’nu tanırdı ne Celil Gürkan’ı… 
Hasan Cemal’e sorun da anlatsın, o iyi bilir bu konuları, PKK’ya güzellemeler yazmaktan vakit bulursa. 
Fakat şimdi Zekeriya kaçtığına göre İlhan ağabey darbeci değilmiş! 
Hani Zekeriya kaçmasaydı içimizde gene bir şüphe kırıntısı kalacaktı da… Artık merakımız zail oldu. 
Yiğit insan, devrin Yargıtay Başsavcısı’na “şu AKP’yi kapattıracaksan kapattır, yoksa biz yapacağımızı biliriz” diye tehditler de savurmamış… 
Hollywood sinemacıları adam olsalar bundan ne güzel bir korku filmi de çıkarırlar: “Alien Abdurrahman Predator Zekeriya’ya karşı” 
“Ben kendi payıma işkencecilerimi affettim” diye yazı da yazmamış yiğit insan. 
Erdoğan’ı devirebilmek uğruna, ölümlerine yol açtıkları gençlerin ruhlarından da utanmamış. 

Köşe yazısının tamamın ı okumak için tıklayınız

 

OKAN MÜDERRİSOĞLU-SABAH

“Cumhurbaşkanı’nın rolü ve Başbakan’ın verdiği izlenim”

7 Haziran’dan bu yana yaşanan süreç, sistemde Cumhurbaşkanı’nın rolü ve önemini belirgin şekilde ortaya çıkardı. “Erdoğan, müdahil olmasın” diye tempo tutanlar bile “Ama ülkede kritik konularda karar alma ve uygulama sorunu da yaşanıyor. Cumhurbaşkanı,’kolaylaştırıcı’ olarak devreye girmeli” demeye başladı. Ve bütün bunlar, Erdoğan’ın olabildiğince vitrine çıkmamaya özen gösterdiği, spekülasyon ve dedikodulara fırsat vermemeye çabaladığı bir dönemde yaşandı. 
Birkaç gündür önemli vesilelerle Cumhurbaşkanı’nın güncel mesajlarını dinleme ve yüz yüze görüşme imkânı bulan gazeteciler açısından ileriye yönelik özet bilanço şöyle: 
1- Cumhurbaşkanı, “anayasal sınırlara çekilmeli” beyanlarına karşı çok duyarlı, hatta tepkili. “Anayasal yetkilerimi kullanıyorum, kullanmaya devam edeceğim. Bunun üzerinden tartışma açtırmam” noktasında. Dolayısıyla o anayasal yetkiler, görünür gelecekte Cumhurbaşkanı’nın inisiyatif almasını gerektirecek siyasal diplomasiye konu olabilir. Her şey, anayasal çerçevede ve tanımlı sürelerde cereyan ettiğinden takıntılı marjinal çevreler dışında kimsenin Cumhurbaşkanı’nı kolayca hedef alması için gerekçesi kalmayacaktır. 
2- “Cumhurbaşkanı erken seçim istiyor, Başbakan koalisyondan yana” ayrıştırmasına gelince… Cumhurbaşkanı; Türkiye’nin kazanımlarını koruyan, kurucu siyasal ilkelerini gözeten, hukuki ve ekonomik reformlarda anlayış birliği tesis eden, ülkenin içinde bulunduğu güvenlik koşullarını önceleyen, birbirine güvenen, duyguları arka plana iten, aklı öne koyan, geçmişe ve küçük hesaplara takılmayan, geleceğe bakan, altyapısı sağlam bir modele olan ihtiyacı haziranın ortasında da dile getirdi, yakın zamanda da tekrarladı. Bundan sonrası “siyasi liderlere” düşüyor. Yani, koalisyon kurulamayacaksa “bahanelerin Cumhurbaşkanı üzerinden üretilmesinden vazgeçilmesi gerekiyor.” Ayrıca… Masaya oturan veya kenarında duran tüm aktörlerin bir şekilde Cumhurbaşkanı ile temasta olma arzusunu da kamuoyunun artık bilmesi lazım. Tabii ki “süreli” veya “belli icraatlara endeksli” bir hükümet formülü oluşmaması halinde, erken seçim kapısının açık olduğunu Cumhurbaşkanı da vurguluyor. Lakin burada, “sıralama” önem kazanıyor. Hükümet kurmanın gerekliliği ile sürdürülebilir nitelikte olması ilk sırada, seçimin tekrarı ise ikinci sırada. Eldeki veriler ise “birtakım ön şartlar” nedeni ile seçime daha fazla yaklaştığımıza işaret ediyor. 
3- Bir diğer husus ise seçim ve hükümet işlerinden de öte “devlet meselesi” niteliğinde. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’e, Devlet Şeref Madalyası tevcih töreninde Cumhurbaşkanı’nın “başkomutan sıfatına” özellikle değinmesi, gerek terörle gerekse paralel yapı ile mücadelede Org. Özel döneminde sağlanan uyumun, yeni komuta kademesi ile devamına parmak basması dikkate değerdi. Cumhurbaşkanı, “Sadece Şûra’yı, 30 Ağustos’u düşünen taktik yaklaşımlarla bir yere varılamayacağını” tüm zihinlere not etmiş oldu. 
4- “Madalyonun Başbakan tarafına” bakacak olursak… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Akan kanın bir numaralı sorumlusu sizlersiniz, nokta!”

Niye elinizi yıkayıp çıkıyorsunuz meslek büyüklerim?
Sizin hiç kabahatiniz yok mu (sizlerin de ifadesiyle) “ülkenin şiddet sarmalıyla yeniden tanışmasında?”

Hiç sorumluluk üstlenmeyecek misiniz?

Nedamet getirmeyecek misiniz?

Biricik derdi Cumhurbaşkanı’nın uçağında yer almak olan, bu ihtimal uzaklaştıkça delirip zıvanadan 
çıkan türdeşiniz bir gazeteci, hâlâ ergen yalanlarından medet umuyor: “Kobani düştü, düşüyor diyen bir Cumhurbaşkanı…”

Üç gün önce yazıldı bu yazı.

Bu sözün hangi bağlamda söylendiğine ilişkin, hiç yazılmadıysa, en az 100 yazı yazıldı. Binlerce cümle kuruldu. Sözün bağlamına ilişkin on binlerce mesaj paylaşıldı.

Hâlâ Kobani üzerinden tezvirat yapıyorsunuz ve hiç utanmıyorsunuz.

Bir “tık” uzağınızda oysa hakikate ulaşmak.

Küçük bir çabayla elde edilebilecek “bilgi”nin çarpıtmasına dayalı yorumlar yapmak ve “yalan”a tenezzül etmek nasıl bir duygudur?

Hâlâ buna gazetecilik diyebiliyor musunuz?

Kaldı ki, gazeteciliğinizi (gazeteciliklerinizi) “çözüm süreci”nde gördük.

Dağ bayır dolaşıp, “Ne karşılığında silah bırakacaksınız ki?” diye zihin çelmeye uğraştınız ve “içeri”de kamuoyu oluşturmaya çalıştınız. Bununla da kalmadınız (yine sizlerin ifadesiyle) “gerilla”yı Erdoğan’a karşı “müteyakkız” olmaya çağırdınız.

Bu Erdoğan var ya, her an “gerilla”yı satabilirdi.

Bunu siz yazdınız.

Öcalan’ın devletin elinde rehin bulunduğunu, dolayısıyla Erdoğan’ın yörüngesine girdiğini, İmralı’dan çıkacak herhangi bir kararın “nihai karar” olmayacağını da siz yazdınız.

Barış konuşulurken, “Bu asayişsizlik de ne oluyor? Devlet daha ne kadar müsaade edecek bu yol kesmelere, bu dağa adam kaldırmalara, bu haraç toplamalara?” diye (güya) isyan perdesinden ünlediniz. Bol bol da paralel destekçi buldunuz tabii. Paralel destekçileriniz, mahut asayişsizlikleri Emniyet Müdürlüğü’ndeki tasfiyelere bağlıyordu. Bu tasfiyelerle devletin elinin zayıfladığı tezine sizler de balıklama atlıyordunuz.

PKK ateşkesi bozduğunu ilan edince, yeniden “barış” mottosuna sarıldınız.

Barış konuşulurken “Önce asayiş” diye tutturmak, asayiş sağlanınca “Ne oldu barışa?” diye ağlamak nasıl halettir?

Kaldı ki, barış nihai hedef değildi sizlere göre.

Demokrasi olmadan barış olmazdı.

Demokrasiyi mumla aradığımız dönemlerde de, “Barış olmadan kâmil bir demokrasiyi nasıl kurabiliriz?” diyordunuz ve meydanlara saldığınız ikinci cumhuriyetçi kalemlerinizle demokrasiyi mutlak barış şartına bağlıyordunuz.

Barışı “demokrasi”yi tesis ettikten sonra mı kuracağız, yoksa barış yaptıktan sonra mı demokrasiyi konuşmaya başlayacağız?

Hangisi?

Şuna bir karar verin artık.

Barış nihai hedef olmadığına göre, “demokrasi”nin önünde engel olarak duran Erdoğan’ın yapacağı barışı sahiplenmek de gerekmiyordu.

Evet, sahiplenmediniz

Erdoğan’la yapılacak “dar çerçeveli barış” Kürtlere bir şey kazandırmayacaktı. PKK’nın silah bırakması, bu aşamada “taktik hata” olurdu. Kürtler daha büyük düşünmeliydiler. Daha büyüğüne talip olmalıydılar. Hazır “Kobani direnişi”yle dünyanın hayranlığını kazanmışken, bunu fırsata çevirmeliydiler ve “bağımsız devlet” peşine düşmeliydiler. 

Bunu da siz yazdınız.

Hâlâ “barış güvercini” havalarında dolaşmayı nasıl başarıyorsunuz 
ve bunu insanlığınıza nasıl yakıştırıyorsunuz?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

“Dindar Kürt ne düşünüyor?”

Seçmen, oyunu verirken bir değerlendirme yapar. Şu veya bu partiye oy vermesi için gerekçeler oluşturur. Seçimden sonra da o partinin kendi gerekçeleri istikametinde politikalar yürütüp yürütmediğini gözler, duruma göre “İyi ki oy vermişim” der ya da pişman olur. Bazen o pişmanlık “Elim kırılsaydı da oy vermeseydim”e kadar uzanır. 

Daha önce Ak Parti’ye oy veren bir kısım “Dindar Kürt”ün, 7 Haziran’da HDP’ye yöneldiği biliniyor. Acaba hangi saiklerle bu yöneliş gerçekleşmiştir ve bugün aynı seçmenlerin yaptığı değerlendirmede “İyi ki vermişim” yaklaşımı mı hakimdir yoksa “Pişmanlık” mı?

Bunun için HDP’ye oy verme gerekçelerine bakmak lazım öncelikle. Nelerdir onlar?

1- “Türkiyelileşme” gibi bir teması da bulunmasına rağmen ağırlıklı olarak Kürtlük siyasetini takip ettiği için HDP’nin barajı aşması istenmiştir. Yani bir tür “Kürtlük bilinci” etkili olmuştur.

2- HDP’nin barajı aşması istenmiştir, ama sebep Kürtlük siyaseti değil, barajın aşılmaması durumunda Doğu-Güneydoğu’da hayatın yaşanmaz hale gelmesi tehdidinden duyulan endişedir.

3- HDP barajı aşsın ki, silahlı yapı devreden çıksın diye düşünülmüştür.

4- HDP’nin silahlı yapı ile iç içe olduğu bilindiğine göre, HDP’ye oy verenler, dindar veya değil, aynı zamanda silahlı yapının varlığına ve yürüttüğü mücadeleye de onay vermişlerdir.

5- Ve tehdit sonucu HDP’ye oy verilmiştir.

Şimdi oturup değerlendirelim:

Acaba yukarda sayılanlardan hangisi ağırlıklı olarak Dindar Kürt seçmenin HDP’ye oy vermesinde etkili olmuştur?

Bir: Bence en önemli etkenlerden birisi tehdittir. “HDP barajı aşmazsa bölge yaşanmaz olur” kaygısı da o tehdit kapsamındadır, doğrudan sandık başındaki tehditler de.  

İki: Kürtlük aidiyetinin de “HDP barajı aşsın” hassasiyeti doğurduğu bir gerçektir.

Üç: HDP barajı aşsın ki silahlı yapı gerilesin düşüncesinin de etkin olduğu tahmin edilebilir.

Dört: “Kürtlük bilinci”nin silahlı yapıyı da meşru görecek boyuta gelmiş olması durumu. Burada hiç kuşkusuz çok önemli bir başkalaşım var demektir ve o seçmen, farkında olarak olmayarak, diyelim PKK etkinliğinde kurulacak bir bölgesel yönetime de razı olma noktasındadır. Benim edindiğim izlenim, sade Dindar Kürt’te böyle bir eğilim yoktur. Hatta o sebeple silahlı yapıya karşı kendi savunmasını Ak Parti’ye oy vererek gerçekleştireceğini düşünmüştür. Bu toplum kesimininancak devlet korumasını yeterli görmediği durumlarda “Silahlı yapıya boyun eğmesi”nden söz edilebilir. Ancak, belki “daha siyasal boyutta İslamcılık” kategorisine girenler, “Kürdistan” diye tanımladıkları bir coğrafyada PKK-HDP-KCK etkinliğinde bir siyasi yapılanışa razı olmuş görünüyorlar. Yer yer “Hak arama” gerekçesine sığınıp siyasi ittifaklar yapıyorlar. Buralarda Siyasi Kürtçülüğün, İslamcılığı bir hayli baskıladığı bir durum söz konusu.

Seçimlerden sonraki “Terör ve Terörle Mücadele” tırmanışı, seçimlerdeki tercihleri yeniden değerlendirmek için bir hayli malzeme sunmuş durumda:

– Bir kere terör, devlette görev alan kim varsa onu kategorik düşman statüsünde görüp yok etmeye yönelmiş, bu da hedef alınanların etnik kimliği ortaya çıktıkça nasıl kör bir mücadeleye yönelindiğini göstermiştir. Türkçe ağıtlara Kürtçe ağıtlar karışmıştır çünkü. Kürt anne-Türk baba ya da Kürt anne-babanın çocukları PKK cinayetlerinin kurbanı olmuştur. Dindar Kürtlerin bu cinayetlere Kürtlük aidiyeti adına razı olması söz konusu olamaz.

– Diğer yandan devlet, bölgede ve ülke çapında örgütün bizzat ve daha çok Kürtler üzerindeki tehdidini ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Bu mücadele bölge insanında örgüte karşı gerçek bir güvenlik duygusu verebilirse insanların boyun eğme tavırları da değişecektir.

– Bölge insanının Pol Potçu örgüte karşı direncine sahip çıkmak yerine silahlı yapı ile koalisyon duyguları yaşayan Siyasal Kürtçülüğe evrilmiş İslamcılar” çok dramatik bir tercih halindedirler. Dilerim bu dramatik ilerleyişi, en uç boyutlarda yaşamak zorunda kalmazlar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ARDAN ZENTÜRK-STAR

“Kürtler’in değil, İran’ın PKK’lı ‘vekalet savaşı’

Batman’da yaşayan, doğup büyüdüğü, köklü ailesinin bulunduğu topraklara yatırım yapan, bu arada, Batman GAP Gazetesi’ndeki köşesinde sözünü sakınmadan yazan cesur bir kadın var: Perinaz Yaman. Geçtiğimiz günlerde, “Türk matbuatının anlı şanlı yazarı” Hasan Cemal, memlekette dökülen kandan bi’tek Erdoğan’ı sorumlu tutarken, kendi mütevazi köşesinde “Bir anneden PKK’ya açık mektup” başlıklı bir yazı yazdı. Boğazdaki yalıda viski içerek ona-buna sataşmak kolay, Batman sokaklarında başı dik yürüyen Perinaz Hanım’ın yaptığı zor, önce bunu söyleyeyim. Dedi ki: Dünün devleti “inkâr, asimilasyon ve katliam yapıyor, bize siyaset yapma imkânı bırakmıyor, demokratik haklarımızı kullandırmıyor” diyordunuz. Ya şimdi. Ellinizi vicdanınıza koyun, daha dün 6 milyon oy aldınız, 80 milletvekili kazanarak meclise girdiniz, o aşılmaz denilen yüzde 10 barajını aştınız, Türkiye’nin her yerinden insanlar size oy verdi, hem de sizinle müzakere eden bir lidere düşmanlık stratejisi uygulamanıza rağmen. (…) ABD yönetimi sizin bu şiddet politikanız nedeniyle PYD’yi bile taktik bir ilişki örgütü halinde görmeye itti. PYD’yi bile harcadınız, kabul edin en acemi strateji hatasını yaptınız. Etrafınızda tek bir dost bırakmadınız, tabi İran ve Suriye hariç, onlar da asla Kürt dostu olmayan iki zalim devlet. Bu kadar mı şaşırdınız, basit bir yanlışa kapıldınız, sizden tek bir şey istendi, tek bir şey, Türkiye’ye karşı silah kullanmaktan vazgeçin diye. 

Budur… Sokaktaki Kürt vatandaşımın içinde biriktirdiği gerçek düşünce bu feryatta şekilleniyor. O zaman, “meşru” Kürt siyasetini Meclis’e taşımış demokratik bir ülkeye silah çekmenin mantığı nedir?..

İran’ın vekili olmak

Lafı uzatmadan söyleyeyim: PKK’nın terör saldırısı, Kürt halkının değil, İran adına yapılan “vekalet savaşı”nın kanlı bilançosudur. Türk-ABD anti-DAEŞ koalisyonunun kurulmasından sonra Ortadoğu’da doğan yeni paradigmada PKK’nın bir bölgesel güç tarafından kullanılmasından ibarettir.

Yeni paradigmada ne oldu, söyleyelim…

1- Türkiye’nin DAEŞ’e destek verdiği yalanı ortada kaldı, aksine, Ankara’nın DAEŞ’e karşı yürütülen mücadelenin güçlü aktörlerinden biri olduğu ortaya çıktı.

2- İran ve Baas rejimiyle bağlantısındaki PYD’nin “DAEŞ’e karşı bi’tek biz savaşıyoruz, bize destek olunmalı” lafı geçerliğini yitirdi, İran ve ilgili ortaklarının DAEŞ üzerinden sağlamaya çalıştıkları meşruiyet bitti.

3- İran, Türkiye’nin anti-DAEŞ operasyonlarını önlemek veya geciktirmek için Kandil üzerinden düğmeye basarak, ülkenin sınırlarının içinde kalmasını sağlamaya çalıştı.

4- “Nükleer anlaşma”nın güvenini yaşayan İran, bölgenin efendisi olmaya hazırlanıyordu, bir NATO içi anlaşmayla açıkta kaldı, bilin ki, daha da saldırganlaşacaktır.

5- Türkiye, “Kürt kartı siyasetine” güvenmediği Almanya başta Avrupalı müttefiklere yeni paradigmada kapıları kapattı, özellikle Alman ve İngiliz basınındaki yorumlar bu ülkelerdeki rahatsızlığı ortaya koydu.

6- Sağlam bir Türk-ABD koalisyonunun 90’lardaki Bosna-Hersek ve Kosova senaryolarını tekrarlayacağını anlayan Rusya telaşlandı ama böyle güçlü bir koalisyon karşısında yapabileceklerinin sınırlı olduğunu biliyor.

Türkiye’nin dediği oluyor

Artık Rusya ve İran, “Beşar’sız” bir Suriye’de siyasi çözüm için adım atılabileceğini anlamış durumdalar. Artık Amerika, Carablus-Mare hattında 100 km. uzunluk 50 km. derinlikli adı konmamış bir güvenlikli bölge olmadan Türkiye ile bu işi yürütemeyeceğini anlamış durumda. Bi’şey daha anladılar: DAEŞ’le mücadele yerel milis teşkilatlarının değil güçlü orduların işi. Suriye’deki vekalet savaşının aktörleri adım adım Türkiye’nin bulunduğu noktaya geliyor.

Bu arada, AK Parti kadrolarını “Acem uşaklığı” ile suçlayan malum örgütün Baas rejimi ve İran’la yakın ilişkisinin ortaya çıkması, TSK’ya karşı kurulan kumpasın başrol oyuncuları savcılarının da Ermenistan’a kadar kaçmaları ibretlik vakalar.

Arkadaş, bu ülkenin Genelkurmay Başkanı, bir iddianamenle tam 26 ay senin hücrende yattı, oradan başı dik, adaletle hesabını görmüş çıktı, sen bir halt karıştırmadıysan ne işin var Ermenistan’da?..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

“Temiz eller savcısı firarda”

Fethullahçı liberallerin “temiz eller” savcısı olarak meşhur ettiği Zekeriya Öz ile Celal Kara adalet karşısına çıkma yerine vatanı terk ederek kaçmayı seçti. Yakın tarihin en büyük siyasi soruşturmalarını yürüten bu iki ismin firarı oldukça önemli. Doğan grubuna ait medya organları olayı her ne kadar bir “geçiş” hikâyesi olarak duyursa da aslında yaşanan “darbeye teşebbüs”, “casusluk” ve bariz bir “kaçış” öyküsüdür.  
Savcı Zekeriya Öz, yakın dönem Türkiye’sine damgasını vuran bir isimdi. Yargı içinde örgütlenen Fethullahçı yargı şebekesinin de lideri konumundaydı. Fethullahçı liberaller onu “temiz eller savcısı” olarak markalaştırdı. Bilinç çarpıtılmasına bir örnek verilecekse Savcı Öz’ün hikâyesinden daha iyisi yoktur. Gülenci polis, savcı ve hâkimlerin organize ettiği siyasi güdümlü soruşturma ve davalar medyadaki Fethullahçı liberaller tarafından aklanarak topluma “temiz eller” operasyonu olarak sunuldu. Fethullahçı liberaller polis, savcı ve hâkimlerin hazırladığı adli belgelere dayanarak yeni bir “resmi tarih” yaratmaya çalıştı. Adeta sahte bilgi ve belgeleri temize çekme, aklama işlevi gördüler. Uzun süre işler yolunda gitti. Ama sıra siyaset kurumuna darbe yapmaya gelince işler bozuldu.  
Hükümet, 17-25 Aralık yargı darbesine karşı dik durarak oyunu boşa çıkardı. Devlet içine sızan Fethullahçı şebeke temizlenmeye başlandı.  Kuraldır; darbe başarısız olunca darbeciler ya tutuklanır ya kaçar. Savcı Öz ile Kara’nın durumu bir “geçiş” hikâyesi değil, bir “kaçış” öyküsüdür. Bu savcıların bugüne kadar yürüttükleri soruşturma ve davalar hali hazırda artık yok hükmündedir. Bu hüküm zamanla muhtemelen hukuksal bir karara da dönüşecektir. Bu savcıların yürüttüğü soruşturmalara muhatap olan büyük bir mağdur kitle söz konusuydu. Savcıların firarıyla birlikte tüm mağdurlar “haklı” pozisyona geçti. Yargı kullanılarak milli kurumlara yapılan kumpaslar tek tek açığa çıkarılarak aydınlatılmak zorundadır.  
Fethullahçı şebekenin liberal uzantıları ise hâlâ bu polis, savcı ve hakimlerin açtığı yoldan ilerlemeyi sürdürüyor. Sahte belgelerler, saptırılmış bilgilerle algı operasyonu yapmaya devam ediyorlar. Medya gibi korunaklı bir alanda durdukları için olsa gerek Savcı Öz ve Kara gibi kaçma yerine deviremedikleri Erdoğan’dan kurtulmak için ülkeyi iç savaşa sürüklemeye çalışıyorlar. Darbeci savcıları kaçtı ama darbeci liberaller kaçanların ellerine tutuşturduğu bilgi ve belgeleri hâlâ ellerinde savurmaya devam ediyor.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMİN PAZARCI-AKŞAM

“CHP ile olur ama olmaz…”

Geçtiğimiz pazar günü İstanbul’da bir “Barış Mitingi” düzenlendi. Tabii adını öyle koydukları için “barış” dedik. Yoksa her zaman olduğu gibi bu mitingde de “barış” yerine “savaş” çağrıları yapıldı. 

Türkiye bu mitingin ertesi günü 6 şehit daha verdi. PKK’nın kanlı pusu ve saldırıları da devam ediyor… 
Bu mitinge CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da davetliydi. Gidecek, belki de bir konuşma yapacaktı. Son anda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu araya girdi. Tanrıkulu mitinge katılmadı. 
Üstelik CHP’de Tanrıkulu gibi düşünen isimler az değil… 
Hatırlarsınız, Demirtaş-Kılıçdaroğlu görüşmesinin ardından CHP Grup Başkanvekili Engin Altay kameraların karşısına geçti. Bir Selahattin Demirtaş güzellemesi yaptı. Demirtaş’ın “barış çabalarını” övdü! Sonra hızını alamadı; gazetecilerin soruları üzerine koalisyon kurulamaması halinde yapılacak seçimde CHP ile HDP’nin seçim ittifakı formülüne “mümkündür” cevabını verdi. 
İşte, AK Parti’nin koalisyon görüşmeleri yaptığı CHP’nin içinde bulunduğu durum bu. En önemlisi de bu koalisyonun çözmesi beklenen en önemli sorun da terör. 
Olabilir mi sizce? 
HDP’li milletvekilleri öldürülen teröristlere “şehit” diyor. CHP’nin bazı parti yöneticileri ve milletvekilleri HDP’ye yakın bir fotoğraf veriyor. Türkiye de AK Parti-CHP koalisyonunun kurulup terörle baş etmesini bekliyor. 
Nasıl olacak bu iş? 
* * *
CHP’li milletvekilleri, koalisyon görüşmeleri sırasında Genel Merkez tarafından teker teker uyarıldılar… 
Telefonlarına mesaj gönderildi. Hassas olan şu dönemde televizyonlara çıkmamaları ve gazetelere açıklama yapmamaları istendi. 
Kimin umurunda! 
Baktım, Grup Başkanvekili Engin Altay televizyonda. AK Parti-CHP koalisyonuyla ilgili değerlendirmelerde bulunuyor. 
Kılıçdaroğlu’nun Danışmanı Erdoğan Toprak’ı gördüm. O da bir televizyon kanalına çıkmış, eleştiri bombardımanı yapıyor. 
Bir başka televizyon kanalında Mustafa Balbay ve Eren Erdem birlikteler. Hem AK Parti ile kurulacak koalisyonu eleştiriyor, hem muhtemel ortaklarına veryansın ediyor, hem de “istemem yan cebime koy” diyorlar. 
Üstüne bir de CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin’in verdiği özel demeci ekleyelim. O da Başbakan Ahmet Davutoğu’na ayar vermeye çalışıyor. 
Bunlar benim gördüklerim. Elbette gözümden kaçanlar da vardır. CHP, Bremen Mızıkacıları gibi! Her kafadan ayrı ses çıkıyor. Herkes kendine göre koalisyon değerlendirmeleri yapıyor. 
Kılıçdaroğlu ise “uzun vadeli”, “güven içinde çalışan”, ve “uyumlu” bir koalisyon hükümetinden söz ediyor. 
CHP’nin kendi içinde sağlayamadığı bu uyum, AK Parti ile oluşturulacak bir koalisyonda nasıl tesis edilecek? 
* * *
Bir başka önemli nokta daha var. Türkiye, Paralel Çete ile ciddi bir mücadele yürütüyor. Bir dönemin önemli gelişmelerine damga vuran Cumhuriyet Savcıları hakkında yakalama kararları çıkarıyor. Onlar da gidip adalete teslim olmak yerine, soluğu yurtdışında almayı tercih ediyor. 
Paralel Yapı’nın medya organları bu savcıları aklamaya çalışıyor. O medya organlarına demeçler veren CHP’liler, AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yükleniyor. 
CHP’nin gözünü diktiği bakanlıklardan biri de Adalet! 
Böyle bir tablo içinde Paralel Çete ile mücadele mümkün mü? 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MURAT YETKİN

“Koalisyon kurulamazsa Erdoğan mı bozmuş olacak?”

Hep söylenir ya, siyasetin yaşanan gerçeklikle pek az ilgisi vardır; siyaset daha çok algılanan gerçekliktir. Bugün Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu çıkıp “Anlaşamadık” derlerse, bu doğru olsun olmasın Erdoğan’dan bilinecek. Peki, anlaşamazlarsa bunun tek sorumlusu gerçekten Erdoğan mı olacak?

Daha bir gün önce, Genelkurmay Başkanlığından ayrılmakta olan Necdet Özel’e madalya töreninde konuşmuştu.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hükümet tarafından son birkaç gündür yayılan “45 gün uzayabilir” yorumlarına bir cümlede son vermişti.

Orada da kalmamış, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun sadece CHP ile değil MHP ile de konuşmasının mümkün olduğunu hatırlatmıştı.

***

Erdoğan, Davutoğlu’nu CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile koalisyona filan kalkışmayıp MHP’nin desteğinde azınlık hükümetiyle seçime doğru mu itiyordu?

Gazeteciler önünde bu sözleri sarf edip mesajını verdikten sonra Davutoğlu ile ayrı bir görüşme yapmak istedi, yaptılar.

Dün, yani Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu arasındaki “Tamam mı, devam mı?” görüşmesinden bir gün önce o sert çıkışını, işte o dünkü sözleri ve Davutoğlu’yla görüşmesi ardından yaptı; demek ki yetmediğine inanıyordu.

***

Önce, artık zorunlu hareketlerden sayılacağı üzere HDP’ye yüklendi Cumhurbaşkanı.

Bir gün önce süreci anlayamadıklarından bu nedenle sürecin artık buzdolabına kalktığından söz etmişti.

Tamam, MHP “Beyan yetmez” diyor, buzdolabına kaldırmak yiyeceği korumaya almaktır diyor ama Kürt diyalog sürecinin sone erdirilmesi MHP’nin AK parti ile konuşmak için ön koşuluydu.

***
Sonra sadede geldi.

İşte ‘ana muhalefetle iktidar birlikte koalisyon hükümeti kursunlar’ diyenler vardı. ‘Ondan sonra görüşelim’ diyenler vardı. (Herhalde bununla Bahçeli’yi kast ediyordu.)

Cumhurbaşkanı “Bütün bunların hepsini görüyordu”.

***

Evet, Başbakan 45 gün içerisinde, kendisinin de partisinin de inandıklarıyla “mütenasip olabilecek” bir ortak bulabilirse, “ama bir tekrar seçim, ama farklı bir anlayışla bir ortaklık için” adım atabilirdi.

Ama o tabii kendi ilkeleri, kendi düşünceleriyle karşı düşüncenin (herhalde CHP kastediliyor) örtüşmesi lazımdı.

Herhalde örtüşmüyorsa, “intihar edecek” hali de yoktu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5