Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde son dönemdeki PKK saldırıları var. İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK Entelektüel terör, acımasız direniş… Türkiye’nin hemen bütün zaaf alanlarını istismar ettiniz. Etn...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde son dönemdeki PKK saldırıları var.

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

Entelektüel terör, acımasız direniş…

Türkiye’nin hemen bütün zaaf alanlarını istismar ettiniz. Etnik farklılıkları, mezhep kimliklerini, sosyal huzursuzlukları, siyasi memnuniyetsizlikleri çatışma alanlarına döndürdünüz.

Birileri bu zaaf alanlarını daraltmaya, elinden geldiğince düzeltmeye çalıştıkça sizler onlara savaş açtınız. Birileri bu ülkeyi ortak vatan yapmaya çalıştıkça, ortak millet şuuru işledikçe siz daha da parçalamak için akıl almaz çirkinlikler sergilediniz.

Onların elini zayıflattınız, onlara tuzaklar kurdunuz, onları itibarsızlaştırmak istediniz, onlara karşı küstahça saldırılar organize ettiniz. Onları tasfiye etmek, yok etmek, gerekirse darağaçlarında sallandırmak istediniz. İçeride ve dışarıdaki ortaklarınızla bu ülkeyi Milli Mücadele dönemini andıran bir savunma hattına çekilmeye zorladınız.

Hiç bitmeyen ihanet geleneğiniz

Bütün kötülük duygularınızla, ülkenin ortak iyiliğine karşı ortak bir cephe kurdunuz. Düşünsel saplantılarınızla, çıkar hırslarınızla, siyasi körlüğünüzle, bu ülkeye duyduğunuz nefretle, bu millete karşı beslediğiniz küçümsemeyle başka ülkelere duyduğunuz hayranlıkla, yüz elli yıldır devam eden ve hiç bitmeyen ihanet geleneğinizle yeni ihanet halkaları eklediniz.

Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bütün coğrafyadan çıkarılıp Anadolu’ya hapsedildikten sonra ölümüne sarıldığımız bu toprakları, Anadolu’yu bir hapishaneye çevirdiniz. Yüz yıldır devam eden vesayete yönelik ilk başkaldırıya, ilk meydan okumaya, ilk özgürleşme mücadelesine karşı sizi savaşa, cepheye sürenlerin talimatlarını harfiyen yerine getirdiniz.

Tehlike çok yakındı, PKK’dan çok büyüktü

Türkiye’yi hedef alan, kırk yıllık terör ve etnik ayrıştırma projelerini boşa çıkarmaya dönük çözüm girişimlerine karşı durdunuz. Sulandırdınız, dalga geçtiniz ve sonunda boşa çıkardınız. Çözüm için kendini ortaya koyanları, siyasi geleceğini ortaya koyanları vatan hainliği ile suçladınız.

“Ülkeyi PKK’ya peşkeş çekti” dediniz. “Vatanı bölüyor” dediniz. Oysa Selçuklu’dan beri devam eden kardeşlik geleneğini diriltmek isteyenlerin bu ülkenin tamamıyla birlikte yüceltmeye çalıştıkları bir ortak hayal vardı.

Coğrafya dağılıyordu, ülkeler parçalanıyordu, şehir savaşları yayılıyordu, yüzlerce yıldır komşu olanlar, akraba olanlar birbirini boğazlıyordu. Bir uğursuz rüzgar coğrafyamızı silip süpürüyordu. Tehlike çok yakındı. Tehlike PKK ve Kürt meselesinden çok daha büyüktü. Bir yüzyılı daha kaybedecektik.

Tarihin en uzun istilasına direnmek

Rüzgarı tersine çevirmek en büyük mücadeleydi, tek yoldu. Başka hiçbir çözüm yoktu. Bunu başarmak sadece Türkiye’yi değil coğrafyayı da kurtarmaktı. Bunu başarmak Atlantik kıyılarından Pasifik Okyanusu’na uzanan yeryüzünün Müslüman Orta Kuşağı’na yönelik kabus senaryosunu tarihe gömmekti, yepyeni bir umut ışığı yakmaktı, parçalanan ve parçalanmanın eşiğine gelen ülkelere ilham kaynağı olmaktı.

Tıpkı Haçlı Savaşları sonrasında olduğu gibi, tıpkı Moğol istilası sonrasında olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı sonrası, o “Üçüncü şok dalgası” sonrası neden bir kez daha mümkün olmasındı. Bu topraklar, Anadolu derinliği neden milletlerin, ülkelerin, coğrafyanın önüne yeni bir yol haritası sunmasındı. Buna gücü vardı, imkanı vardı, tarihi ve siyasi birikimi, tecrübesi vardı.

Bu, belki yüz elli yıldır durmaksızın devam eden, coğrafyamızı liflerine ayıran, milletleri birbirine yabancılaştıran, aynı sokakta yaşayanları acımasız düşmanlara dönüştüren tarihin en büyük ve en uzun süreli istila projesine karşı coğrafyanın keşfettiği en büyük kurtuluş mücadelesiydi.

Türkiye’yi durdurmak için bu millete kurşun sıktınız

İstilayı acımasızca sürdürenlerle birlikte hareket ettiniz. Onların cephesinde yer aldınız. Onlarla birlikte bu ülkeye, bu büyük projenin mensuplarına yıkıcı saldırılar başlattınız. Size göre vesayet devam etmeliydi. Yeni monarşiler, yeni zorba yönetimler, Baasçı ideolojiler, Sisi tarzı askeri yönetimler devam etmeliydi.

Çünkü bölgenin yönetilmesi ancak bu tür rejimler üstünden sağlanabiliyordu. Aynı şeyi Türkiye’de defalarca denediler. Siz de her denemede onların yanında oldunuz. Onların silahını kendi ülkenize doğrulttunuz, ülkenin ve milletin geleceğini kurşun yağmuruna tuttunuz, başınız sıkışınca da onlara sığındınız.

Proje büyüktü. Türkiye kendi iç barışını sağlayamazdı. Sağlarsa coğrafyaya yeni bir umut olurdu. Türkiye direnirse, dirilirse coğrafya direnir, dirilirdi. Yeni bir tarih başlardı. Hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Yüz elli yıllık düzen bozulurdu. Buna izin verilemezdi. Terör ve ayrıştırma yeniden başlatılmalı, Türkiye’nin yüz yıllık vesayetin defterini dürmesinin önüne geçilmeliydi.

Entelektüel terör PKK’dan tehlikeli

Öyle de oldu. Bütün örgütler birleştirildi. Siyasi partiler için oluşturulan “Çatı” bu sefer terör örgütleri için biçimlendirildi. Etnik ve dini/mezhep kimliği üzerinden biçimlendirilen örgütler ortak hareket eder oldu. Çatışma dağlardan şehirlere yönlendirildi.

Terör örgütleriyle medya kampanyaları, entelektüel terör ortak hareket etmeye başladı. Öyle ki, entelektüel terör, eskinin iktidar kurucu oligarkları tarafından seferber edildi ve terörden çok daha vahim zararlar vermeye başladı. Çünkü bu alanda kitlelerin zihinsel savunmaları çok zordu.

Türkiye güneyden çevreleniyordu. Sınırları kontrol altına alınıyor, sınırın hemen sonrası Türkiye karşıtı cepheye dönüştürülüyordu. Yüzlerce kilometrelik cepheler inşa edildi. Onlar Türkiye-Suriye sınırının tamamını bizi içeride boğacak bir cepheye dönüştürmek istiyordu. Dışarıdan çevreleme içeriden işgalle devam ettiriliyordu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Davutoğlu’nun stratejisi, HDP’nin tavrı ne olacak?”

Siyasette 24 saatin dahi uzun olduğu günlerden geçiyoruz.
Seçim hükümeti için son ana kadar, muhalefet liderlerinden sürpriz bir hamle yapmalarını bekledim.
Ama olmadı.
Bu durumda iş Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kaldı. Erdoğan, bugün TBMM Başkanı İsmet Yılmaz ile görüşerek süreci başlatacak.
Oysa liderler bir formül geliştirebilirdi.
Çünkü 45 günlük süre dolmadan AK Parti, “Seçim hükümeti “için bir kez daha CHP’nin nabzını yokladı. İki parti arasında bir arka kapı diplomasisi yürüdü. Yine sonuç çıkmadı.
Ama başka bir gelişme söz konusu. AK Parti, Meclis’te sınır ötesi operasyonla ilgili tezkerenin görüşülmesi için harekete geçti. Bu sırada CHP’den, “Önseçimler için yasal bir düzenleme ihtiyacı doğabilir. Bu nedenle bize biraz zaman tanıyın” talebi geldi. AK Parti de bunun üzerine seçim barajının yüzde 7’ye indirilmesi ve seçim güvenliğine ilişkin bir düzenleme yapılabilir mi diye CHP’yi yoklamaya başladı.
Koalisyon görüşmelerinde AK Parti ile CHP heyetler halinde görüştü ama eksik olan bir şey vardı. Heyet başkanları hariç, iki lider arasında “Mekik diplomasisini yürütecek” isimler yoktu. Örneğin AK Parti seçim hükümeti önerdi. Kılıçdaroğlu 4 yıllık güçlü hükümet istedi. Bu süre 10 ay ya da 1 yıllık koalisyona dönüşebilir miydi? O müzakere bile edilemedi. Elbette ki tabanı birbirine zıt olan iki partinin koalisyon kurmakta ne kadar zorlandıklarının farkındayım. Sadece siyasette arka kapı diplomasisinin sonuç almada ne denli etkili bir araç olduğuna dikkat çekmek istedim.
Tansu Çiller’den bir örnek.
1998 yılıydı.
28 Şubat’ta askerin Refahyol’u devirmesinden sonra, üç partinin imzalı deklarasyonuna rağmen Demirel görevi Çiller’e değil, Mesut Yılmaz’a vermişti. Yılmaz hükümetinin çökmesi üzerine bu kez de Yalım Erez’i görevlendirmişti.
12 Mart’ın Sadi Irmak hükümetine benzer bir formülle.
Yalım Erez, Bakanlar Kurulu’nu onaylatmak üzere Çankaya’dan randevu almıştı.
Birkaç saat içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olacaktı.
HBB TV’nin Meclis muhabiriydim.
Canlı yayın aracını Çankaya Köşkü’nün önüne kurmuştuk.
Yayından önce son kulisleri öğrenmek için Meclis’e gelmiştim.
Tansu Çiller’in Ecevit’e bir teklif ilettiğini öğrendim.
Çiller adına Ecevit’e giden bugün AK Parti Ankara Milletvekili Ahmet İyimaya’ydı.
DYP’nin Amasya Milletvekiliydi.
Çiller’in Başbakanlık önerisini iletince Ecevit heyecanlanmıştı.
Çiller, dışarıdan destekli azınlık hükümeti önermişti.
Ecevit, “Siz niye girmiyorsunuz?” diye sormuş, İyimaya, “Tansu hanım 28 Şubat’la uzlaşmak istemiyor” karşılığını vermişti.
O andan itibaren her şey tersine döndü.
Bakanlar Kurulu listesi cebinde Yalım Erez görevi iade etti.
Çiller, bu hamlesiyle Erez’in önünü kesti ama kendisinin değil, Ecevit’in önünü açtı.
Ecevit önce azınlık hükümeti Başbakanı oldu, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte 18 Nisan 1999 seçimlerinden zaferle çıktı.
Muhalefet liderleri ellerindeki kozu iyi kullanamadılar. Eğer isteselerdi bugün başka bir tablo yaşanabilirdi.
Siyaset bir çözüm üretemeyince iş Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kaldı.
Şimdiye kadar Cumhurbaşkanı’nın, “anayasal sınırlara” çekilmesini şart koşan muhalefet dilerim bu kez de Cumhurbaşkanı’nı Anayasa’ya uyduğu için suçlamazlar. Anayasa’nın 116 ve 114. Maddeleri, 45 gün içinde hükümet kurulamadığı taktirde, “seçimlerin yenilenmesine karar verebilir” diyor.
Türkiye şimdiye kadar 62 hükümet kurdu. Tek parti iktidarından koalisyon hükümetine, ara rejim hükümetlerinden, teknokratlar kabinesine kadar her türlü hükümetimiz oldu ama anayasal zorunluluk olarak, seçim hükümeti ilk kez kuruluyor.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Prof. Dr. Burhan Kuzu ile konuştum.“Seçim hükümeti ilk kez kurulduğu için bir anlamda kendi geleneğini oluşturacak” dedi.
CHP ve MHP, hükümete girmeyeceklerini açıkladılar. Hesap, şehit cenazelerinin geldiği bir dönemde, AK Parti ile HDP’yi aynı fotoğraf karesinin içine sokmak. Seçim meydanlarında, “Bunlar PKK ile hükümet kurdu” diyebilmek.
Bu durumda AK Parti’nin, “MHP’ye koalisyon teklif ettik. Hükümete girerek, PKK ile mücadelede yer almak yerine, bizi anayasal olarak HDP ile hükümet olmaya mecbur bıraktı” diyeceğinden kuşkum yok. AK Parti, hükümet kuruluşunda nasıl hareket edecek? Başbakan, “Bakanları ben seçerim. İsimleri belirlerken ehliyet, liyakat ve uyuma bakarım” demişti.
Burhan Kuzu, “Genel hükümet kurma politikası uygulanır. Başbakan beraber çalışacağı bakanları belirler” dedi. Ahmet İyimaya ise Anayasa’nın 109.Maddesi’nde yer alan, “Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından Başbakan’ca seçilir”hükmünü hatırlattı.
Seçim hükümeti ilk kez kurulacak ama anayasal prosedür belli. AK Parti’ye 11, CHP’ye 6, MHP ve HDP’ye 3’er bakanlık düşüyor. CHP ve MHP hükümete girmeyeceklerini açıkladılar. Bu yeni bir hükümet olduğu için, AK Parti’de üç dönemlik olan ve milletvekili seçilmeyen bakanların “seçim hükümeti”nde yer alması beklenmiyor. Peki AK Parti’den milletvekili seçilmediği için mevcut bazı bakanların, “bağımsız” kontenjanından bakanlıklara getirilmesi söz konusu mu? Kulisleri yokladım. Böyle bir eğilim görmedim. Onun yerine CHP ve MHP’nin isim vermediği bakanlıklara “Bürokrat”ların getirilmesi eğilimi daha ağır basıyor. HDP’li bakanlara gelince, isimlerin tespiti konusunda AK Parti ile HDP arasında bu ana kadar arka kapı diplomasisi işlemedi. Başbakan, ilk başlarda isimler konusunda HDP’nin nabzını tutmayı düşündüğünü söylemişti. Doğru olanı da buydu. Ama Eş başkanların sert açıklamaları nedeniyle bundan vazgeçtiğini açıkladı. Bu durumda Başbakan, uyumlu çalışacağı isimleri belirleyip HDP’ye bildirecek. Kulağıma Gaziantep Milletvekili Celal Doğan’ın, Bitlis milletvekili Mahmut Celadet Gaydalı’nın isimleri geliyor. Aslında yine aynı isimler HDP ile konuşularak seçilebilir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK

“Hangi İslam, hangi dava? “

Batı uygarlığı ve onun bir alt kümesi olan ülkemizde, bilimden hukuka, sanattan akademiye, insan hakları kurumlarından sivil topluma kadar, modern özlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını, alarm halinde ise, kendisine atfettiği demokrasi iddiasını araçsallaştırarak yabancı cisme karşı saldırıya geçtiklerini dün ifade etmiştik.

Bugün Türkiye’de bu duruma canlı şekilde şahitlik ediyoruz. “Yabancı cisim” Müslüman demokratlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti…
Sorun sadece iktidar paylaşımı olsaydı, bunun halli daha kolay olabilirdi. Ama çelişki daha derinlerde. Bakın, düne kadar asit kuyuları, köy boşaltmalar, yakmalar ve Kürt inkârından mesul elit iktidar ile PKK/HDP yan yana gelmiş durumda. Bu bizlere konjonktürel bir ittifak gibi geliyor, ama değil.
Çünkü onlar aynı değerlerin ürettiği, kimyası aynı kaynaktan neşet eden jakoben/pozitivist yelpazedeki yapılar. Bizler ise ne kadar melezleşmiş olsak da, Allah ve vicdan merkezli dünyaya inanıyoruz. En azından iddiamız, kendimizi tanımlamamız bu şekilde.
Oysa Batı, dinlerin işini 19. yüzyılın 3. çeyreğinde gördüğünü düşünüyordu. Aslında Batı Hıristiyanlığı için bu doğrudur. Ancak İslam, bugün Batı uygarlığı karşısında, alternatif değerler sistemi olarak seküler/modern dünya yapısına tehdit olarak algılanıyor.
Ama hangi İslam?
Batı dünyası (aslında tüm ideolojiler) ikili zıtlıklar prensibine göre çalışır. Diyalektik de bunu gerektirir. Batı rasyonalizmi ve hümanizmi, dini, dindarları ve külliyen Allah merkezli dünya tasavvurunu kötü, irrasyonel, barbar olarak mahkûm etti ve içinden söküp attı. Ama kendisini de o kurucu ötekiye göre konumladı. Bu dün Kilise’ydi. Bugün İslam. Tabii onların tanımına göre bir İslam.
Dolayısıyla, DAEŞ’in ortaya çıkışı, aslında ikili zıtlıkları tahkim etmek ve Türkiye’nin kafa karıştıran değerler önerisini etkisizleştirmek için çok manidar bir zamanda gerçekleşti. Yani İslam öyle bir halde temsil edilmeli ki, varlığı ile Batı uygarlığının alternatifsizliğinin altını çizmeli. Bu ise ancak El Kaide, Taliban veya DAEŞ örneği ile mümkün.
Tabii bir ihtimal daha var; ılımlı, ehlileştirilmiş, anlamının içi boşaltılmış, kültürel bir İslam (kabuk) yaratmak. Kim bilir, belki AK Parti’nin ilk zamanlarında gelen desteğin bir nedeni de böyle bir örnek olabileceğine dair ümit idi. Türkiye ve Mısır gibi önemli ülkeler için bu model çok daha işlevseldi. Çünkü Türkiye Avrupa’nın sınırı, Mısır ise Arap dünyasının amiral ülkesidir.
Paralel yapı da İslam’ı içeriden dönüştürmek için planlanmış olabilir. Yüzlerce ülkede bürokrat ve elit yetiştirmek için kurulan okullar 19. yüzyılda Osmanlı’da yaşanana çok benziyor. 19. yüzyıldan itibaren Türkiye modernleşmesi bu kolejlerde yetişen insan/elit gücü üzerinden ilerledi. Geçmişe dönebilseydiler, o kolejlere duvar çekmek yerine Müslümanları da almak isteyeceklerdi. Çünkü Türkiye’deki İslamcı/halkçı akım, çevrede tutulduğu için de daha az hasar aldı, daha az devşirildi ve iç enerjisini muhafaza edebildi.
Bu manada ortaya koyduğumuz model, ikili zıtlıkların dışında, sağlam ahlaki değerleri yeniden gündeme getiren, dünyaya, ötekine açık ve bu arada ayakta kalma başarısını gösteren haliyle istenmeyen alternatif durumdadır.
Tamam, muarızı iyi tanımak şart. Ama biz ne yapacağız? Bugün yaşanan zorluğun nedeni sadece verilen kavganın sertliği mi?
Değil tabii… AK Parti hükümetlerinin yaptığı reformların yarattığı olumlu değişim ile kendi kaçınılmaz iç çelişkimizi yaşıyoruz. Tabii nesiller de değişiyor ve model temsil mesuliyetini liderin sırtına yükleyip yeteri kadar derinleştiremediğimiz için gençlere Batı kültürü karşısında güncel, çekici bir alternatif sunamıyoruz. Dün çeperde tutulur, eziyet görürken diri olan değerlerin, bugün iktidarda olmanın rahatlığı ile konformizme teslim olma riski var. Bu dönemin en önemli eksikliği, kendi ideolojik derinliğini yaratmaya fırsat bulamamış olmasıdır.
Bugünün Mehmet Akifleri, Cemil Meriçleri, Necip Fazıl Kısakürekleri neredeler? Burada bir sorun var.
Biz Yeni Türkiye’yi niye istiyoruz mesela? Sadece çakarlı Audi A8’lere kavuşabilmek için mi? Zenginlik bir günah veya sapma değil. İyi yaşamaya herkesin hakkı var. Ancak davanın bunların gerisinde kalması, konformizme teslim olmak, liderin verdiği kavganın tarihsel bağlamını, bugünkü hayati önemini ıskalamak, halkın hemen hissedeceği bir şeydir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

FAHRETTİN ALTUN-SABAH

“Bu ne mükemmel çelişki annem!”

Özgür Gündem gazetesinin 15 Temmuz tarihli nüshası çok özel bir nüshadır. Ne yapın edin, bulun ve arşivinizde saklayın. Gazetenin çıktığı gün arkadaşlarıma da söylemiştim. Malum, PKK ağzının kalabalık bir hareket ve çelişkili söylemleriyle öne çıkmak gibi bir özelliği var. Oysa PKK’nın yeni dönem siyasetini anlamak isteyenler, bahsettiğim nüshaya dikkatle baktıklarında net bir fotoğraf görecekler. 
Özgür Gündem gazetesinin birinci sayfasında ne var peki? Gazetenin ilk sayfasında hem KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın, hem de Selahattin Demirtaş’ın mesajları yer alıyor. Bese Hozat bir yazı yazmış, Demirtaş ise bir konuşma yapmış. Hozat’ın yazısının başlığı, “Yeni süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” şeklinde.
KCK’nın ondan birkaç gün önce “askeri baraj” ve “askeri yol” inşaatlarını bahane ederek yaptığı ateşkesi sonlandırma çağrısına uygun bir metin vardı karşımızda. PKK çözüm sürecinden önce, Milli Birlik ve Kardeşlik projesine kastederken de aynı çağrıyı yapmıştı. O vakitler “Arap baharı”ndan ilham aldıklarını söylemişlerdi.
15 Temmuz 2015’te ise Suriye iç savaşında önlerinin açılmış olmasından ve Türkiye’de bir iktidar boşluğu oluştuğu algısından hareketle savaş çığırtkanlığı yapıyorlar.
Çözüm süreci başladığından bu yana olan biteni kendi varlıkları için tehdit gören Kürt militaristleri “gün bugündür” deyip yeniden silaha sarılmaktan bahsediyorlar. İfade ettiğim gibi Selahattin Demirtaş’ın beyanları da haberleştirilmiş. Demirtaş’ın konuşmasından çıkarılan manşet “Halklarımız Barış İstiyor” şeklinde. Haberin altındaki ifade ise şöyle: “Ülkemiz şiddeti değil, huzuru hak ediyor.
Süreci eskisinden daha güvenli bir noktadan başlatacağız.”
Bir yanda savaş çağrısı, diğer yanda barış ve huzur mesajı. PKK’nın yayın organının birinci sayfasında aynı anda bu iki mesajın öne çıkarılması ne anlama geliyor? İkisi de “hareketin içinde yer alan iki meşru aktör”!
İkisi de “eşbaşkan”! Tek farkları birinin “organik”, diğerinin “inorganik” bir bileşen olması belki de. Fakat biri “hadi savaşalım” mesajı veriyorken diğeri “yok ya barışalım” mesajı veriyor. Bu mesajın bir arada vurgulu bir tarzda verilmesi o gün için ne anlama geliyorsa bugün için de aynı anlama geliyor.
Şurası açık, PKK’nın tüm bileşenleri işbirliği içinde faaliyet gösteriyor. Her şeyden önce “düşman yaratma” ve “savaşa ortam hazırlama” sürecinde ortak hareket ediyorlar.
Demirtaş’ın istisnasız her olumsuz şeyden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sorumlu tutması sadece Erdoğan’a hissettiği düşmanlıkla ilgili bir durum değil. PKK’nın ihtiyaç duyduğu”düşman”ı inşa etme vazifesini ifa ediyor Demirtaş.
İkincisi, PKK’nın hem uluslararası kamuoyu hem de Türkiye kamuoyu nazarında gerektiğinde “muktedir”, gerektiğinde “mağdur” görülmesi için gerekli siyasal iletişim faaliyetini HDP yürütüyor. Bunun karşılığında ise HDP’ye büyüyebileceği bir siyasi ortam sunuluyor.
Bütün bunlara HDP’nin “milliyetçi Kürt siyaseti”nin sivil kanadı, PKK’nın ise “silahlı kanadı” olduğu gibi bir algı eşlik ediyor.
Hele ki bu “sivil HDP”, seçimlerden önce PKK’ya ateşkes yaptırabilirse… Sosyal medyada yakından takip ettiğim otantik PKK hesapları var. Geçenlerde birisi aynen şöyle yazmıştı: “Halen kardeş, din deyip barış isteyen, kendi ırkını bırakıp başkasının arkasından koşan kö…tir. Politik sözler hariç…”

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Dış konjonktür bazen iç dinamikleri etkisiz kılar”

Yunanistan’a özellikle Almanya tarafından empoze edilen ağır mali şartların kabul edilip edilmemesi tercihinde halkın eğilimini anlamak için Başbakan Çipras konuyu referanduma taşıdığında, Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble “Oylar hiçbir şeyi değiştiremez” demişti.
Gerçekten de Yunan halkının referandumda “Hayır” demesi hiçbir şeyi değiştirmedi. Çipras hükümeti bütün şartları kabul etti.
Yunanistan uzun süreli bir kapitülasyon dönemine girdi. O dönemde Çipras’la yolunu ayıran müstafi Maliye Bakanı Yanis Varoufakis “The Guardian” gazetesine verdiği demeçte durumu tahlil ederken “Zaten biz Yunanlılar Avrupa’nın zencileriyiz” diye yakınıyordu. 

Seçime giderken 
Şimdi biz yeni bir genel seçime giderken oylarımızın neleri değiştirebileceğini acaba hiç düşünüyor muyuz? Bir başka deyişle acaba iç dinamiklerle dış konjonktür arasındaki interaktif ilişkilerde son kararı seçmenler mi, yoksa dış konjonktüre yön veren süper güçler mi verir?
Ya da şöyle bakabiliriz olaya… Amerika “Demokrasi getiriyorum” diyerek Irak’ı işgal etti. Bu işgal sonunda Irak’ta iç savaş başladı… Iraklı Kürtler bağımsız devlet kurma aşamasına geldiler. Şiilerle Sünniler arasındaki ayrılıktan, bir de IŞİD çıktı. İstikrarsızlık Suriye’ye de sıçradı ve o ülke de kana bulandı. 

Amerika ve Irak 
Bütün bu olup bitenler bize terörizm, milyonlarca sığınmacı ve istikrarsızlık biçiminde yansımadı mı? Kısacası dış konjonktürdeki gelişmeler iç dinamiklerin üzerine çöktü…
Peki bu sosyo-politik ve stratejik fiyasko, bu fiyaskonun mimarı ve icracısı olan ABD’yi nasıl etkiledi? Açıkçası olup bitenler Amerikan seçmeninin umurunda bile değil. 1980’den bu yana ABD’yi Irak’ta iki kez savaşa sokan iki Bush’tan sonra yeni bir Bush, başkan seçiminde Cumhuriyetçilerin en güçlü aday adayı. 

Yanlış yapma hakkı 
Kısacası her devletin ve her siyasetçinin yanlış yapma hakkının sınırları aynı ölçekte değil. Yunan siyasetçileri bu sınırları zorladıkları ve kazandıklarından çok harcadıkları için ülkeleri ve gelecekleri ipotek altına alındı. Aristo’nun, Sokrat’ın torunları kendilerini “Avrupa’nın zencileri” olarak görüyorlar şimdi.
Bütün bu olup bitenlerden çıkartılacak kıssaya gelince… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“Hey yavrum hey”

Bu sıcakların çok kişiye hiç yaramadığını söylemiştik, milliyetçi bir delikanlımız da dellenip asil bir galeyana gelmiş…
Lakin hedef şaşırmış, Kandil Dağı’na saldıracağına (ne de olsa orada ölüm tehlikesi var), tutmuş bir Yunan adasına saldırmış.
Saldırdığı ada, Didim açıklarında Bulamaç Adası.
Bizim olsa böyle diyecektik, Yunan elinde inim inim inlediği için adı şimdilik Farmakonisi…
Ele geçirince biz onu Bayırgülü bile yaparız (bu hanım kız, Karaoğlan’ın sevgilisidir.) 
Dandik bir kayalık, Kardak gibi.
Aynı zamanda “milli yüzücü” olan delikanlımız Didim’den oraya kadar yüzmüş.
Adaya çıkınca önce şehitler için dua etmiş, sonra İstiklal Marşı okumuş ve bayrak dikmiş.
Sonra da botla Didim’e dönmüş, bu sefer yüzmemiş. 
“152 ada ve adacık Türk toprağıdır” dediğine göre kendisi VP eğilimli, Vatan Partisi.
16 deseydi MHP seçmeni olduğu anlaşılacaktı.
Çünkü bu konuda milliyetçilerimiz arasında ihtilaf var, Perinçek 152 istiyor, Bahçeli yalnızca 16…
Asıl bir laf daha etmiş ki tüylerim ürperdi: “Türk milletinin toprağından vazgeçtiği tarihte görülmüş bir olay değildir!”
Hangi taşmektepte tarih niyetine ne okuduğunu merak ettim.
Acaba sorsak “Musul ve Kerkük’ü Tayyip verdi” mi diyecektir?
Delikanlımızdan özel bir ricam olacak:
Eski topraklarımızdan Vouliagmeni’yi ele geçirdiğinizde (Atina’nın banliyösü) şu Arion Oteli’nin tapusunu da bana ayarlayın evladım… Her sene denize gireceğim diye heriflere yüzlerce avro ödemekten anam ağladı.
İsmini Bamsı Beyrek ya da Camoka Yiğit yapabilirsiniz, benim için farketmez. 

***

CHP seçim kampanyasına başlıyormuş.
Bu sefer Ali Taran gibi halkın bağrından kopup gelmiş öz vatan evlatlarını boşvermişler, gene Obama’nın seçim kampanyasını hazırlayan Amerikalılar’la anlaşmışlar.
Yüzde 25 oy çantada kekliktir.
Kampanyada bu sefer “trafodan kedi geçti”, “alkışlarla protesto” ya da “yurt dışından doktoralı yirmi beş bin gençle Orta Anadolu’ya ambalaj megakenti” gibi saçmalıklar yer almayacak, CHP’nin “ekonomiyi AKP’den daha iyi yönetebileceği” teması işlenecekmiş…
Bu saçmalık sayılmıyormuş.
Özgürlük ve demokrasi falan da var tabii çeşni olarak.
Kampanyada “Kılıçdaroğlu’nun hayat hikâyesi” öne çıkarılacakmış.
Ekonomiyi AKP’den daha iyi yönetecek olan muhteremin SSK’yı nasıl batırdığı da mutlaka anlatılmalıdır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

“Apo süreci rayına sokabilir mi?”

Medyaya yansıyan haberlere göre Abdullah Öcalan, kendisiyle görüşme talebinde bulunan HDP’lileri “Burası hasbihâl edilecek yer değil” diyerek reddetti. PKK ve HDP, başları her sıkıştığında Öcalan’ı devreye sokarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.  Öcalan’ı genelde böyle zamanlarda hatırlıyorlar. Ama bu kez süreç toparlanması zor bir aşamaya geldi. Süreç buzdolabına kaldırıldı. PKK/HDP, geçmişte olduğu gibi onlarca asker ve polis katlettikten sonra devletin yine de masaya geleceğini ve her taleplerine “Evet” diyeceğini düşünüyorlardı. Evdeki hesap bu kez çarşıya uymadı; devlet “Yeter artık, bu iş böyle yürümüyor” noktasına geldi. Bu noktadan sonra devletin, PKK/HDP’nin şımarıklığına tahammül etmesi zor. Çözüm süreci de toplumsal desteğini iyice yitirdi. Bundan sonra hiçbir hükümet kolay kolay PKK/HDP ile masaya oturup hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden çözüm sürecine devam edemez.  
*** 
Bunun olması için kamuoyunu da ikna edecek çok ciddi ve inandırıcı adımlara ihtiyaç var ki, bunun başında örgütün Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleye son vermesi ve silahlı unsurları sınır dışına çekmesi geliyor. Örgütün sadece ateşkes ilan etmesiyle sürecin tekrardan kaldığı yerden devam etmesi imkânsız. Artık herkes biliyor ki, sahnede bir silah varsa, eninde sonunda o silah mutlaka patlar. PKK silahlı unsurlarını sınır dışına çekmediği sürece kamuoyunun çözüm sürecine yeniden rıza göstermesi imkânsız.  
*** 
Bu noktada akla İmralı’nın yeniden kurtarıcı olup olamayacağı sorusu geliyor. PKK ve HDP’ye rağmen Öcalan, süreci yeniden rayına sokabilir mi? Öcalan’ın şu ana kadar devreye girmemiş olması veya haberlere yansıdığı gibi HDP’lilerle görüşmeyi dahi reddetmesi, onun da elinde sihirli bir reçete olmadığına işaret ediyor. Ama Öcalan inatçı biri; inisiyatif almak önüne çıkan fırsatları değerlendirmeyi çalışacaktır.   
PKK ve HDP, Güneydoğu’yu yaşanmaz hale getirdi. Türkiye ile aradaki köprüleri tek tek uçurmaya başladı. Bu arada en büyük darbeyi de Öcalan’a vurdu. Öcalan’ın konumuna gölge düşürdü. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarına bakarsak artık devlet Öcalan’ın örgüt üzerinde etki ve otoritesinin pek kalmadığını düşünüyor. Yola bundan sonra farklı biçimde devam edilebilir. 
 Bu gelişmelere bakarak PKK ve HDP’nin amacına bir anlamda ulaştığı söylenebilir; Öcalan’ı zayıflatarak “üçüncü taraf”ın süreç üzerinde söz sahibi olmasını sağladılar.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

CEREN KENAR-TÜRKİYE

“İş kitapta yazana uymayınca”

20. yy’ın ortalarında bu ülkenin en parlak zihinleri dünyaya, ama özellikle Batı’ya, buradaki harikulade terbiyeye bir de diploma eklemek için gitmişler.

ABD’nin, Avrupa’nın en prestijli, en gözde okullarında tahsil görmüşler, dünyanın en parlak zihinleri ile buluşmuşlar.

Onlar o parlak zihinlere kendi hikâyeleri üzerinden Türkiye’yi anlatırken, hocalarından Batı entelijansiyasının en popüler doktrinlerini öğrenmişler.

Ve modernleşme okulu ile tanışmışlar.

Hikâyemiz, 1950’li yılların Amerika’sında başlıyor. Dünya ile içli dışlı olmaya başlayan ABD’nin yeni tanıştığı bölgeleri tanıma çabasında:

“Modernleşme okulu Anglo-Saxon akademide II. Dünya Savaşı sonrası sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve bağımsız devletler hâline gelmeleri sürecinde burada sıfırdan kurulan ve herhangi bir oturmuş siyasal kültüre, ekonomik altyapıya ve kurumsal kültüre sahip olmayan devletlerin tıpkı bir yüzyıl önce Avrupa ülkelerinin tecrübe ettiği gibi bir şablonu tatbik etmesine inancı yansıtıyordu” diyor Doğan Gürpınar. 

Bunu açalım…

ABD İkinci Dünya Savaşı, küresel hegemon güç hâline gelirken, bu gücü tatbik edecek bilgi arayışına gitti.

Amaç basitti: Beyaz adam, yeni tanıştığı “geri” toplumları modernleştirmek ve kalkındırmak istiyordu.

Bu illa kötü niyetli bir proje değildi, dünyanın geri kalmış köşelerine modernite götürmek isteyenler aslında kendi açılarından iyi niyetli ve iyimserdi.

Dünyanın geri kalanının da kendilerine benzeyebileceğini düşünüyorlardı. Ve bunun için son derece kolay bir iksir bulduklarına inanıyorlardı.

Ekonomik gelişme, işleyen kapitalist bir sistemin kurulması, şehirleşme, devlet tarafından uygulanacak reformist politikalar, eğitim gibi bir dizi önlem ile modernizm tüm dünyada hüküm sürebilirdi. Bu paradigmaya göre, Orta Doğu ülkeleri bir geçiş dönemini yaşayan ve modernleşme süreci sonunda kaçınılmaz olarak Batıya benzeyecek olan vakalardır. Bu okulun öngörüsüne göre, ekonomik gelişme, şehirleşme sonucu seküler ve eğitimli bir orta sınıf çıkacak ve bu orta sınıf öncülüğünde bu ülkelerde Batılı kurumlar inşa olacaktır. Kapitalizm ve modernizm, kaçınılmaz olarak liberalizm, sekülerizm ve demokrasi getirecektir.

Ancak Gürpınar’a göre modernizasyon okulunun şablonu aslında Batı’nın tarihsel sürecinden biraz farklıydı: “Bu şablon sarihti; liberal hak ve hürriyetlerin iyicil (benevolent) bir devlet tarafından tesis edilmesi, çok partili demokrasinin yerleştirilmesi, altyapıyı kuracak güçlü ve etkin bir devletin varlığı ve işleyen bir kapitalizm. Açıktır ki burada Batı’daki tarihsel akıştan farklı olarak iyicil devlete ve onun reform kapasitesine güçlü bir iman vardı. Demokrasiyi de, işler kapitalizmi de iyicil reformist devlet sağlayacaktı. Öyle ki tıpkı ‘reformist’ ve ‘son kertede demokratik sürece saygılı’ addedilen Türkiye ordusu gibi ordular dahi 1960’larda tarihsel akışta olumlanabiliyordu…”

Türkiye, modernizasyon okulu açısından başarı hikâyelerinden bir tanesiydi. Teoriye güya uyuyordu. Kemalist anlatı ile paralellikler içeriyordu.

Mustafa Kemal, az gelişmiş bir ülkede devrim yapmış, ekonomik yatırımlar ve devlet bürokrasisi ile bir orta sınıf oluşturmuş, kültürel reformlar ve ideolojik eğitim ile modern bireyler oluşturmuştu. Bu resmî anlatı pek doğru değildi. Osmanlı anlatısı yanlıştı, Kemalist devlete verilen kredi fazlaydı. Modernizm tanımı sorunluydu. Ve demokrasi, hak, özgürlükler ikinci plandaydı.

ABD’ye ve Batı’ya eğitim almaya giden bu ülkenin parlak ve ayrıcalıklı entelijansiyası bu fikri sevmişti.

Muhtemelen birkaç sebepten ötürü.

Öncelikle modernizasyon okulu makuldü, akla yakındı. Ailede, okulda öğrendikleri Kemalist anlatıya uygundu. Az gelişmiş bir ülkenin ayrıcalıklı ailelerinden gelen münevverler, kitlelerin de -doğru politikalar uygulanırsa- kendilerine benzeyeceğine inanmak istiyordu.

İkinci olarak, modernizasyon okulu kolay bir reçete sunuyordu. Kafa konforu sağlıyordu. Evrensel bir şablon sunuyordu. Türkiye’nin özgün şartlarına yönelik detaylar üzerinde kafa yormaya gerek yoktu.

Ve son olarak, sınıf faktöründen mütevellit modernizasyon okulu hocalarından, öğrencilerine bir ayrıcalıklı, orta üst sınıf teorisi idi.

Fakat bir sorun vardı.

Modernizasyon teorisi bir analizden çok temenni idi. Ve indirgemeci, kolay, sığ bir temenni idi. Bu nedenle de çöktü.

Gürpınar’a göre bu çöküş şu şekilde gerçekleşti:

“Ancak modernleşme okulunun iyimser anlatısını tarih doğrulamadı. Avrupa-dışı Batı tarafından desteklenen (ya da açığa çıkması bir iki on yıl daha alsa da Batı tarafından desteklenmeyen ülkeler) diktatörlüklere evrildiler. Küresel ekonomik büyüme özellikle 1971’le beraber yerini durgunluğa ve resesyona bırakırken modernleşme sürecinin kendisinin iyicilliğine ve kaçınılmaz olarak her şeyin daha iyiye gideceğine inancı tuzla buz oldu. Bu süreçte sosyalist ve milliyetçi akımlar yükselir ve Batı-destekli ve yozlaşmış rejimleri Afrika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya yıkarken yeni sol kökenli akademisyenler de kendi hocalarının liberal kapitalizme sadakatlerini sorguladılar. ABD’de II. Dünya Savaşı sonrası kurulan bölge çalışmaları departmanları süreç içinde kamusal politikalar öneren ‘uzman’lardan yeni kuşak eleştirel sol akademisyenlerin eline geçmeye başladı. 1970’ler itibarıyla tek bir modernleşme süreci olduğu ve bu sürecin taşıyıcının iyicil devletler olabileceği fikri artık hepten bırakılmıştı. Devir 1968 sonrası devlet ve milliyetçilik eleştirilerinin devriydi. Modernleşme süreci her şeyi çözecek bir iksir değildi; tam aksine geriye birçok ve öngörülmedik maliyet devretmişti…”

Modernleşme okulu çöktü ama bölgeye dair bakışımızda çok ciddi hasarlar da bıraktı. Yaşayan en önemli Orta Doğu tarihçilerinden Richard Bulliet, Orta Doğu çalışmalarına uzun zaman hakim olan modernleşme okulunun bu bölgeye dair algıları nasıl zedelediğini sarih bir örnekle anlatır.

Bulliet, bu paradigmanın hakim olduğu dönemde, Batı’nın saygın üniversitelerinde, Orta Doğu üzerine yazılan doktora tezlerindeki gözle görünür bir eksikliğe, hatta tuhaflığa dikkat çeker. Din ve dinî kurumlar üzerine yapılan çalışmalar neredeyse yoktur. Doktora öğrencileri bu konularda çalışmaya teşvik edilmez. Hatta din, dinî akımlar ve kurumlar, geçiş dönemi sonrası zaten olmayacak unsurlar olarak görülür. Bu yüzden bu kurumları çalışmak bir zaman kaybıdır, modernist okula göre. Zaten tarihin doğal akışı ve modernleşme sonucu sekülerizm hakim olacak, din marjinalleşecek ve hatta kaybolacaktır.

Gerçekten de, Bulliet’in tespiti son derece yerindedir. Uzun yıllar Orta Doğu siyasetine ve kültürüne hakim olan kurumlar bu nedenle araştırmacıların ilgisini çekmemiş, koca bir külliyat son derece mühim olguları incelemeyi ıskalamıştır. Örneğin, Mısır’ın ve bölgenin en köklü kurumlarından el-Ezher üzerine yapılan çalışmaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Veya bölgedeki camiler, ulema ve İslami akımlar üzerine çalışmalar istisnadır. Bu dönemin modasına uymayan ve -belki de bu nedenle- Türkiye akademisi içinde çığır açıcı bir noktada duran Şerif Mardin, Nakşibendilik üzerine çalışırken yaşadığı mahalle baskısı bu anlamda öğreticidir.

Ezcümle, modernleşme okulu bu ülkenin entelijansiyasını sadece şabloncu bir tembelliğe hapsetmedi, aynı zamanda veriyi teoriye uydurma çabası nedeniyle kendi ülkesinin gerçeklerinden epey kopuk bıraktı.

Kitapta yazılan kolaydı. Demokrasi, liberalizm, modernleşme pürüzsüz devrimsel süreçler sonunda tesis edilecekti.

Ama sahada olan zorlu, sabır gerektiren, formülü ve sonu bir kitapta yazmayan bir toplumsal ve tarihsel akıştı.

Konumuzla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim.

Türkiye’yi on yıllardır yanlış anlıyor olmamızın bugünkü kakofoni ile epey alakası var.

İş kitapta yazana uymayınca kitlelere kızan, siyaset dışı aktörlerden ilahi müdahale bekleyen, akademisyenliği kafalarındaki bir nihai sona gidişi hızlandırma misyonu olarak gören entelijansiya baki.

Modernleşme okulunu pek anan yok bugünlerde. Akademide demode olan bu ekol, ne yazık ki bilinç altımızda hâlâ moda.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Bundan sonrasını CHP, MHP ve HDP düşünsün!”

Bugün yeni bir gün. 45 günlük süre doldu. CHP ve MHP görevini yapmadı. Görev Beştepe’de. Meclis feshediliyor ve ülke seçime gidiyor.. Tabii yeni meclis göreve başlayana kadar yine görevine devam edecek ama artık sadece olağanüstü şartlarda toplanacak.

Cumhurbaşkanı TBMM Başkanını kabul edecek, istişare edecekler ve yeni süreç başlayacak. Eşzamanlı olarak seçim hükümeti kurma konusunda bir görevlendirme yapılacak, hükümet programı ve güvenoylamasına gerek olmadan kurulacak yeni hükümet tarafından ülke seçime götürülecek. 1 Kasım’da da seçim var. Hükümet kurulduktan sonra seçim süreci konusunda yetki YSK’ya geçecek.

Siyasi belirsizlik bugün büyük ölçüde sona erecek. Burada merak edilen, başbakanın kim olacağı, kabinenin kimlerden ve nasıl oluşacağı. Hükümetin teşkili konusunda atanacak başbakanın siyasi parti liderleri ile bir konuşma yapıp yapmayacağı ile ilgili; ki o da görevlendirmeden hemen sonra belli olur.

İlk kez yaşanacak böyle bir durumda uygulama aynı zaman da bir teamül de oluşturacak.

Tabii bu arada seçim yardımı konusu gündeme gelecek, siyasi partilere yardım aynı şekilde, seçim güvenliği konusu konuşulmaya devam edecek.

Etkili bir seçim kampanyası için fazla bir zaman yok. AK Parti eylül ayı ortasında kongreye gidiyor. Orada 3 dönem konusu var. CHP’de kongre çağrıları yapılıyor. Ön seçim sıkıntısı var. MHP ve HDP’de sıkıntılı bir hava var.. Daha şimdiden seçimin kaybedeni olarak MHP ve HDP’yi ilan etmek mümkün. CHP’de kafalar karışık. Seçimlerde daha ılımlı bir dil kullanarak, teröre karşı durarak HDP’ye giden ödünç oyları geri alma hesabı yapanların yanında, şahinler kesimi HDP ile seçim ittifakı, Alevicilik, sosyalizm, Kemalizm kartı açmaktan söz ediyorlar..

Paralel yapı dün KCK operasyon yaparken bugün HDP ile kol kola.. Polis lojmanlarındaki sandık sonuçları bunu apaçık gösteriyor.. Aynı paralel yapı, MHP’nin üst yönetiminden bir kadro ile yakın ve sıcak temas içinde. O Paralel yapı, dün Baykal’a operasyon yapan yapı değil mi, bugün Kılıçdaroğlu ile kol kola.. Paralel yapı denilen yapı, daha önce de AK Parti ile iç içeydi.

Dün Ergenekon’un avukatlığını yapanlar, Ergenekon ve Balyoz davasının savcılığını yapanlarla bugün kol kola..

MHP ve CHP Ergenekon ve Balyoz davası sırasında, soğuk savaşın düşman kardeşleri kol kola değiller mi idi.. Şimdi CHP ve MHP Paralelci oldu.. HDP de Paralelcilerle iş tuttuğuna göre, AK Parti ve Erdoğan karşıtlığında kurulan ortak cephede CHP, MHP, HDP ve Paralel yapı aynı karavanadan yiyor. Durup dururken bağıran, öfke patlamaları yaşayan, garip hesaplardan esoterik sonuçlara ulaşan, anlamsız, gündem dışı faraziyeler üzerinden iktidar ortaklığından kaçan MHP, HDP’ye hükümet ortaklığının yolunu açarken hangi saikle bunu yaptığının mantıklı bir açıklamasını yapabilir mi?

AK Parti’nin CHP ile görüşmesi sürecinde öfkelenen AK Partililer, Bahçeli’nin tavrı karşısında aynı tepkiyi MHP’ye gösteriyorlar bugün. PKK ile etkin mücadele konusunda tam da siyasi bir fırsat ortaya çıkmışken Bahçeli’nin tavrı MHP tabanında cepheden kaçmak gibi algılandı ve belki de siyasi kariyerine malolacak siyasi bir öfkenin muhatabı oldu. Bahçeli bunun faturasını seçimlerde, hesabını ise seçim sonrası ödemek zorunda kalacak.

Seçimden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. CHP için de, MHP için de, HDP için de, Paralel yapı için de 1 Kasım seçimleri göreceksiniz bir kırılma noktası olacak. Tabii Koç tipi işadamları ve onların paralelindeki Doğan Mediası için de.. Bu süreçte kimin nerede duracağı da önemli.. Bu seçim bu anlamda bir turnusol kağıdı görevini yapacak..

AK Parti’de hedef yenilenen seçimden tek başına güçlü bir iktidar sayısı ile çıkmak. Onun için aday profili yanında söylem ve eylem değişikliği gündemde. AK Parti’nin gençlere ve kadınlara ulaşmaya çalışması bekleniyor. İlkeli ve dürüst duruş yanında, kararlı ve cesur bir liderlikle memleket meselelerine hakim olunduğunun gösterilmesi sözkonusu. Ekonomi, kalkınma, terör öncelikli konular.

Dolar 3.00 lira ve piyasada panik yok. Birazda bu süreçte işadamımıza, esnafımıza, Ankara’dan bağımsız kendine özgüveni geldi. Bu önemli.. Terör örgütü, derin devlet, paralel çete var gücü ile saldırıyor, ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar.. Bölgede şartlar malum. Dünyada da, ekonomide de durgunluk var. Kriz yaşayan tek ülke Türkiye değil. Seçim sebebi ile koskoca bir yılı kaybetmişiz. Kim olduklarını bilmediğimiz 2 milyon insanı ülkemize almışız ve hayat devam ediyor. Temel rasyolarda radikal bir değişiklik yok..

Bu süreç Türkiye için çok ciddi bir krize dayanıklılık testi oldu. Büyük denizlere açılmak için bu büyük fırtınadan çıkartılması gereken önemli dersler. Kaptan gemiyi limana yanaştırıyor. Gemi dayanıklılık testini geçti, yolcular güvende ve bir panik havası yok. Karşı takım sert kayalıklara çarptı. Aynı kaptanla bir daha yola çıkmak istemeyecekleri muhakkak.. Yolcular perişan ve umutsuz. 

Köşe yazısının tamamı nı okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Bu iki utanmazın kınamasını kabul etmeyin!”

Suikast girişimiyle ilgili yeni bulgular ortaya çıkıyor: Murat Sancak’a ateş eden silahlardan biri, daha önce Esenler’deki bir çatışmada kullanılmış… 

Polis’le “Öz Savunma Birlikleri” arasında Esenler’de meydana gelen çatışmadan söz ediyorum.

Doğan Medya Grubu’nun terör azdırıcıları bu isimlendirmeyi kullanabilirler. “Terörist” dememek için bin dereden su getiriyorlardı… Hatta kendileri gibi terör azdırıcılarını ekranlara çıkarıp “özgürlük savaşçısı” dedirtiyorlardı. “Öz Savunma Birlikleri” ifadesini kullanırlarsa, hem PKK cenahındaki meşruiyetleri devam eder, hem de “Niye PKK’ya terör örgütü demiyorsun” baskısından kurtulurlar.

Devam edelim:

Suikast girişiminde kullanılan mermiler hedefe vardığında patlıyor. İki kez patlıyor yani… Önce vücuda girip tahribata yol açıyor, sonra vücutta patlayarak iç organları dağıtıyor. Böylece, yaralı kurtulma şansını “tamamen” ortadan kaldırıyor.

Bir bilgi daha:

Bu tür çift patlamalı kurşunları gizli servisler kullanıyor.

Hangi gizli servisler olduğunu sormayın.

Mesela, bir vakitler başında “Dagan” diye bir manyağın bulunduğu bir gizli servis bu kurşunları çok tüketmişti. Çok sayıda Filistinliyi ortadan kaldırmıştı. Hani “Güney’deki sevilen ülke”nin gizli servisi…

İşin dehşet tarafı şu:

Profesyonel gizli servis tetikçilerinin bile bin bir zahmetle elde edebildikleri bu kurşunlar (ve bu silahlar), Esenler’deki sıradan bir sokak çatışmasına kadar nasıl düşebiliyor? Doğan Medya Grubu’nun terör azdırıcıları “Öz Savunma Birlikleri bu silahları, bu kurşunları nerden buluyor?” diye sormayacak mı?

Hayır, sormayacaklar.

Çünkü bu kardeşlerimiz (yani Doğan medya Grubu’nun terör azdırıcıları), Murat Sancak’a yönelik suikast girişiminin “mizansen” olduğunu düşünüyor.

Nasıl mı?

İki isimden söz edeceğim… İki utanmazdan.

Birincisinin ismi Ahmet Hakan Coşkun…

İkincisi, kim olabilir?

Elbette Ertuğrul Özkök.

Bu iki utanmaz adam, Murat Sancak’a yönelik suikast girişimini kınayan yazılar yazdılar.

Düzeltiyorum: Sadece bir kişi kınama yazısı yazdı.

Birincisinin (yani Ahmet Hakan Coşkun’un) yazısında bir kınama ifadesi geçmiyordu çünkü… Herhangi bir “geçmiş olsun” dileği de yer almıyordu. İki soru sorarak, polise yükleniyordu… “Hâlâ bulmayacak mısınız bu olayın faillerini? Star gazetesine bomba atıldı. Onu da bulamadınız!” diyordu ve polisin hususen bu olayları karanlıkta bıraktığını ima ediyordu.

Sormadığı (ama kafasında geçirdiği) üçüncü soru da şuydu: “Bu gazete bu kadar saldırıya uğruyor da, niye kimse ölmüyor?”

İkinci utanmaz adam ise birincisinin tersine, bu suikasti kınıyordu. “Yüksek sesle haykırıyorum… Nefretle kınıyorum…” gibi atarlı laflar ediyordu ama sanki suikastçileri değil de, suikast mizansenini kınıyordu. Polis hâlâ niye bulamamış bu olayın faillerini? Bulmayacak mıymış? Hep böyle mi olacakmış?

Doğu vilayetlerinde söylenen bir söz vardır: “Senin Ömer diyeceğin, ağzını büzüşünden belli…”

Sizin “Bu iş mizansen” diyeceğiniz polisin hususen bu olayları karanlıkta bıraktığını “ima eden” ifadelerinizden belli.

Ne kadar kınama sözcüğü kullanırsanız kullanın, gizleyemiyorsunuz kendinizi. Hemen ele veriyorsunuz…

Keşke Cemaatçi hatun kadar açık sözlü ve net olabilseniz…

Ne diyordu “trol” hatun?

Kendisi söylesin: “Star’ın bilmem nesi saldırıya uğramışmış. Kendi kendilerine yapmadılarsa, mafyaya vurdurmuşlardır. 20 kurşun yiyecek de, yara almayacak he!”

Bu yazıdan çıkan sonuç şu:

BİR: Suikast mizanseninin aktörleri (Star yöneticileri ve polis), gerçekten cesur insanlarmış. Mizansende bile çift patlamalı suikast mermisi kullanmışlar. Bir milimlik sapmanın nasıl bir faciayla sonuçlanacağını hiç hesap etmemişler.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AZİZ ÜSTEL-STAR

“Hem terbiyesiz hem de cahilsin!”

PKK’ya silah çekmezsin, “vatanı satıyor!” der; PKK’ya silah çekersin “iktidarını sürdürmek için yapıyor!” der.  Ben de buna düpedüz ahlaksızlık derim tabi! 

PKK’yı “özgürlük savaşçısı” ilan eder; onunla savaşan Mehmet’e “emperyalizmin  uşağı”  damgasını vurusun. Ben de sana ey cahil sen ne özgürlükten anlarsın ne de emreyalizm nedir bilirsin derim.

Murat Sancak’ın arabasını çapraz ateşe alırlar, “Her ne kadar STAR’ın  yayın politikasını beğenmesem de, iktidarı savunan duruşunu eleştirsem de geçmiş olsun Sancak’a”  dersin. Ben sadece gülümser ve “Git belanı benden değil Allah’ından bul!” demek zorunda kalırım.

Gel sana şu özgürlük savaşını birazcık anlatayım belki kafacığında bir kaç soru işareti belirir:

Kürtler hadi ayaklanın!

“Ayaklanın. Zamanı geldi. Bu kez müttefikler sizi yalnız bırakmayacaktır! Ne isterseniz isteyin, sonuna kadar arkanızdayız!” diye CIA yayın yapar. Kurduğu radyo VOFI-Hür Irak’ın Sesi… Körfez Savaşı’nda yayına başladı, George W. Bush’un akıllara zarar Irak saldırısından sonra iyice azdı, IŞİD’in ortaya çıkmasıyla hepten şahlandı. Dur hele dur! Yoksa sen udi Selahattin Efendi’nin böyle yağmur olup yağmasını, tin tin tinimini hanım nam Figen Yüksekdağ Şenoğlu’nun zilleri çalıp şıklı şıkı yapmasını yüreklerine, bilgi birikimlerine ve kültürlerine mi bağlamıştın? Yahu sen de az cahil değilmişsin be yavrum!

İlginç olan ne biliyor musun? Çekiç Güç aracılığıyla, bir oldu bittiye getirerek, İsrail gibi salt kendi çıkarlarına hizmet edecek, yakın gelecekte silahlarla donatacağı bir kovboy devlet oluşturma niyetini hep gizleyerek ve yüzüne vurulduğunda “yalan!” diye bağırarak inkar etmesidir. Elbette Kürt kardeşlerim bu ahlaksızlığa karşı çıkacaktır! O zaman da Selo gene uduna davranır, Figen zillerini takar ve  özgürlük türküleri çığırmaya başlar; akbabadan olma sırtlandan doğma PeKeKe’nin gölgesinde. Ve bizim beyninde mum ışığı dahi yanmayan aydınlıksızlar kol kola girip Maçka-Nişantaşı-Etiler-Bebek ekseninde özgürlük yürüyüşü düzenlerler. Salt cahil olduklarından değil; terbiyesiz olduklarından da…

Güneri Civaoğlu köşesinde ve televizyonda aktarmıştı bir kaç kez. İlginçtir yaşadıkları:

“Körfez Savaşı sırasında Dahran’da çok iyi Türkçe bilen Amerikalı bir Albayla Yarbayın odasına alındım, ABD Karargah binasında. Albay eliyle Kuzey Irak’ı gösterdi: “Burada savaş bitecek, geri çekileceğiz. Saddam’a da o yöreyi yasaklayacağız. Saddam’ın bıraktığı silahlarla hava alanlarını Kürtlere bırakacağız. Orada bir Kürt devleti kurulacak. SİZDEN DE TOPRAK İSTEYECEKLER. YA VERECEKSİNİZ BARIŞ OLACAK YA DA VERMEYECEKSİNİZ SAVAŞ ÇIKACAK!” 

Anladın mı niye hükümetin bütün iyi niyetiyle uygulamak istediği çözüm sürecinin PeKeKe için hiç bir anlam ifade etmediği? Anlamadın mı cahilciğim? Peki bir daha deneyelim.

Yavrum, çocuğum İsrail ne ister? Vaat edilmiş toprakları değil mi? Vaat edilmiş topraklar Nil’den Fırat’a uzanır. Yani İsrail, Fırat’ın doğusunu da ister. Bunun tek yolu Güneydoğu Anadolu’nun Türkiye’den koparılmasıdır. Kuzey Irak’ta kurulacak Kürt Devleti’de önünde sonunda Güneydoğu Anadolu’ya göz dikeceğine göre, geçmişte olduğunca Kuzey Irak’la Güneydoğu Anadolu birlikte gündeme oturtulacaktır. Onun için ABD’li albayın söylediklerine bir daha kulak vermekte yarar var…

Anladın mı? Azıcık mı? Eh buna da şükür.

Ha unutmadan bir de ABD’de kurulu, Washington adresli Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden söz edelim bu günlük bu kadar demeden.  Bu Enstitü İsrail’in ABD’deki uzantılarından biridir. “Geleceğe Yönelik Adımlar”  başlıklı raporurunda bir Kürt Devleti’nin kurulması zorunluktur diyen enstütü, Kuzey Irak’ta “bir Kürt Devletinin kurulması kaçınılmazdır”  sözleriyle raporunu noktalıyor…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5