Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
SALİH TUNA-YENİŞAFAK “HDP’ye vermişti bu sefer MHP’ye verecek “ Geçen gün CHP’li bir akrabama rastladım; bu yıl ligler çok şenlikli geçecek derken nasıl oldu anlamadım, muhabbet geld...
EMOJİLE

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“HDP’ye vermişti bu sefer MHP’ye verecek “

Geçen gün CHP’li bir akrabama rastladım; bu yıl ligler çok şenlikli geçecek derken nasıl oldu anlamadım, muhabbet geldi siyasete dayandı.
Evet, fanatik CHP’liydi ama 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy vermişti. (“HDP’ye verdim” demişti, ben de, “hayırlı olsun” demiştim. Bitmişti. Yani, daha fazla uzatmamıştık.)
Yok hayır, Sayın Bahçeli’nin ifadesiyle, “Boğaz’da oturup viskisini yudumlayıp HDP’ye oy veren şerefsizlerden” değildi.
Viski yerine “aslan sütü” içiyordu ama Boğaz görmeyen bir yerde oturuyordu.
Ben, dedi, bu sefer MHP’ye vereceğim! Şoke oldum; “Hassssss….an abi,” dedim, “sen beni okumaya mı başladın?”
Bir defasında “sen dâhil hiçbir yandaşı okumam ben” demişti. Demek gizli gizli okuyordu.
***
Söz konusu naçizane yazımda, Sayın Bahçeli’nin 7 Haziran seçimleri ardından yaptığı açıklamaya taban tabana zıt, tutarsız tavrı nedeniyle, MHP’nin baraj altında kalma riskinin belirdiğini dercetmiştim.
Erdoğan ve AK Parti düşmanlığıyla malul çevrelerin cenderesine girmiş gibi hareket etmeye başlamıştı.
“Milletin ve devletin bekasını” günlük politik çıkarlara tercih eden o Bahçeli gitmiş yerine tanımakta zorluk çektiğimiz başka bir Bahçeli gelmişti. Sanki birileri el çabukluğuyla “Bahçelileri” değiştirmişti.
Baksanıza, MHP gelenekleriyle de bağdaşmayacak şekilde 30 Ağustos törenlerine katılmadı.
Kılıçdaroğlu bile katılacak ama Bahçeli katılmayacak, olacak şey mi?
Hayır yani, bu şiddet bu celal kime ve niye?
Rahşan Ecevit, ülkücülere “faşist katiller” dediği halde Ecevit’le koalisyon kurmakla kalmamış, dahası, Ecevit’in yanında yüzüne sinek konsa kovmayacak kadar “rikkatli” bir saygı duruşu sergilemiş, bunu da “devlet adamlığı” terbiyesine bağlamış bir politikacı nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı’na bu denli nobran, bu denli saygısız davranabilir?
Gerçekten anlamak çok zor!
Sayın Cumhurbaşkanımızın “paralel yapıyı” tasfiye etmenin, teröre karşı silahları bırakana kadar mücadele etmenin ve, Gezicilerin önde giden işverenlerinden Cem Boyner’in, “Borçlarımızı ödemek için Güneydoğu Anadolu’dan toprak satalım” dediği Türkiye’yi IMF’ye borç verecek düzeye getirmenin dışında suçu ne?
Uzun lafın kısası, Sayın Bahçeli’nin 7 Haziran seçimlerinden bu güne aldığı tutum yüzünden MHP’de baraj altında kalma tehlikesi baş gösterdi.
Takdir edersiniz ki, HDP’nin baraj altında kalması AK Parti’yi tek başına iktidar yapacağı gibi MHP’nin baraj altında kalması da AK Parti’yi tek başına iktidar yapar.
Bu da, Erdoğan ve AK Parti düşmanlığıyla malul çevrelerin bigane kalamayacağı bir durum.
Peki, MHP’nin baraj altına düşmemesi için ne yapabilirler?
Yazmıştım: “Sayın Bahçeli’nin, ‘Boğaz’da oturan, viskisini içip HDP’ye oy veren şerefsizler’ dediği zevata iş düşüyor. Emanet oylarının bir kısmını MHP’ye yönlendirmeleri gerekiyor. (…) Burada da iki risk var: Birincisi, MHP’yi kurtarayım derken HDP’yi baraj altında bırakabilirler. İkincisi de, Sayın Bahçeli kabul etmeyebilir. / Nasıl mı? / Nasıl olacak, ‘Boğaz’da oturup viski içerek HDP’ye oy veren şerefsizlerin oyuyla barajı aşacağımıza, baraj altında kalmayı tercih ediyoruz…” der. / Diyemez mi?…”
***
Eski CHP’li yeni HDP’li önümüzdeki seçimde de MHP’li olacak olan akrabam, “Ben senin gibi değilim, bilinçli seçmenim” dedi, “MHP baraj aşamazsa AKP tek başına iktidar olur!”
Son günlerde böyle “bilinçli seçmenler” türedi.
Sadece böyle bilinçli seçmenler değil, “bilinçli gazeteler” de türedi.
Bunlardan biri, hatta önde gideni (Cumhuriyet) teklif edilen bakanlık görevini kabul ettiği için HDP’li Müslüm Doğan hakkında, “Bakanlığı duydu mezhebini unuttu” sürmanşetini çekti.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Bakanlar belirlenirken neler yaşandı?”

Davutoğlu’nun yol Haritası” başlıklı yazıda, ”Bir Alevi bakan ya da başörtülü bakan konusunda sürpriz yaşanır mı?” diye sormuş ve “ Orasını bilmiyorum. Ama merak ediyorum” demiştik.
Yeni kabinenin açıklanmasıyla birlikte merakımız giderilmiş oldu.
Bakanlar Kurulu’nda iki Alevi bir de başörtülü bakanımız oldu.
Merve Kavakçı’nın başörtülü olduğu için Meclis’te yemin ettirilmediği bir Türkiye’den
Ayşen Gürcan’ın başörtülü ilk bakan olarak kabinede yer aldığı bir Türkiye’ye geldik.
Başbakan Davutoğlu’nun kurduğu 63’ncü hükümet hiçbir şey yapmasa dahi bu yönüyle tarihte yerini aldı.
Başörtülüler okullardan atıldı, “İkna odaları”na alındılar, milletvekili seçildikleri halde Meclise sokulmadılar. Ama onlar meşruiyet çizgisinden bir milim sapmadan, demokratik yollardan mücadelelerini verdiler. Bugün başörtülü olarak okullarına gidebiliyorlar. Kamuda görev yapıyor, milletvekili olarak Meclis sıralarında oturuyorlar. Şimdi de bakan olarak kabineye girdiler. Ayşen Gürcan bu açıdan bir ilktir. Bir semboldür. Başörtülü kadınların mücadelesinin bir sonucudur.
Başbakan Davutoğlu bir seçim hükümeti kurdu. Ancak hükümetteki temsil oranına baktığımız zaman Türkiye’nin renklerini orada görebiliyoruz. Bu hükümet tablosu bizatihi iç barışımız açısından başlı başına önemli mesajlar içeriyor. Başbakan Davutoğlu da kabineye ilişkin değerlendirmesinde bu noktanın üzerinde durdu.
“Türkiye’den her rengin temsil edildiği, sağ ve sol, Kürt, Türk, Alevi, Zaza, MHP’li BBP’li, HDP’li, gençliğinde muhtemelen birbiri ile karşı karşıya durmuş ama şimdi aynı masa etrafında Türkiye’nin geleceğini konuşacak birçok ismin bir arada olduğu iyi bir kabine oluştuğu kanaatindeyim”
Hani Nazım Hikmet, ”Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” demiş ya öyle. Keşke bu tabloda CHP ve MHP’de yer alabilseydi çok yararlı olacaktı. İç barışımız açısından tüm renklerin kilim deseni gibi dokunduğu bir hükümet olurdu. Çünkü Türkiye’nin şu anda en çok buna ihtiyacı var.
Gezi süreciyle birlikte yaşadığımız, ”Tencere-tavalı” yaygın sivil kalkışma bize Alevi sorununda fay hattının harekete geçtiğini gösterdi. Alarm zilleri çaldı.
Alevi iki bakan kabinede yer almak suretiyle Türkiye’nin iç barışı açısından önemli bir misyon üstlenmiş oldular.
Dilerim iç barışımız açısından bir “Van Gogh” tablosundan daha değerli ve bir o kadar da anlamlı olan bu tablo, küçük hesaplar uğruna bozulmaz.
Aşnı şekilde HDP’lilerin bulunduğu kabinede BBP eski Genel Başkanı Yalçın Topçu ile MHP’li Tuğrul Türkeş’in yer alması hükümeti daha anlamlı kılıyor.
Tuğrul Türkeş, MHP’nin kurucu lideri ve ülkücü hareketin Başbuğu Alparslan Türkeş’in oğlu olması hasebiyle bir misyonu temsil ediyor.
Aynı şekilde Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatının ardından Alperenlerin liderliğini üstlenen Yalçın Topçu’nun aynı kabinede yer alması Türkiye açısından bir kazanç.
Bu hükümette yer almadığı için kaybeden muhalefet oldu. Bahçeli, HDP ile hükümet kurmaya zorlayarak Davutoğlu’na tuzak kurdu ama kurduğu tuzağa kendisi düştü. Muhalefet süreçleri tıkadı ama oyun kurucu olamadı.
Seçimlerden sonra izledikleri strateji nedeniyle bugün hem MHP hem HDP iç sorunlar yaşıyorlar.
Başbakan Davutoğlu, 7 Haziran’dan bu yana süreci en iyi yöneten lider oldu. Koalisyon görüşmelerinde yapıcı olarak hareket eden Başbakan, HDP üzerinden kendisine kurulmak istenen tuzağı Tuğrul Türkeş ve Yalçın Topçu hamleleri ile bozdu. Başörtülü bakana kabinesinde yer vermek suretiyle, “Surlarda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes” dedirtti.
Bu arada yeni kabinenin profili ve hükümet kurma çalışmaları sırasında yaşananları da paylaşmak istiyorum.
Başbakan Davutoğlu’nun hükümet listesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayına sunması sürecinde bir sarkma oldu. Daha önce 17.45 olarak açıklanan süre 18.30’a ertelendi. Ama Davutoğlu, ancak 19.10’da saraya gitti. Tabi bu arada onlarca senaryo yazıldı. Merak ettim araştırdım. Gecikme Davutoğlu’ndan değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın programlarındaki yoğunluktan kaynaklanmış.
Bakanlar kabineye girdiklerini Başbakan Davutoğlu’nun kendilerini araması üzerine öğrenmişler. Davutoğlu, HDP’liler dahil bakanlarını arayıp, tebrik etmiş. Başbakan sadece yeni bakan olanları değil, bakanlık görevini devredenleri de aramış. Bakanlar arasında en son değişiklik Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda yapılmış. Anayasa gereği AK Parti’ye ayrılan 11 bakanlık kontenjanının biri Başörtülü bağımsız bir bakanla doldurulmak istenince, zarif bir insan ve başarılı bir bakan olan Ayşenur İslam’ın yerine Ayşen Gürcan getirilmiş.
Kabine açıklanmadan birkaç dakika önce konuşmuştuk Enerji Bakanı Alirıza Alaboyun’la, Daha doğrusu kalabalık bir yerde olmam nedeniyle konuşamamıştık. Sevinçli bir ses tonuyla, ”Müsait olduğunda beni ara” demişti. Az sonra bakan olduğu açıklanınca, beni niçin aradığını anladım. Dün bu durumu konuşup karşılıklı olarak gülüştük. Milletvekilliği döneminden bu yana yakından tanıdığım, kendisini çok iyi yetiştirmiş bir isim.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK

“Çağını anla başarılı ol…

Geçmişte siyaset kurumunun sürekli hedef altında olduğunu gözlemledik. Millet, devlet zihniyetinde bir tehdit olarak algılanmış, sivil siyaset de onun politik güce uzantısı olarak tehlikeli bulunmuştu. Böylelikle sivil siyasetin karşısına dengeleyici rakip olarak asker çıkarılmış, bir ülke için gerekli olan iki önemli kurum aynı anda yıpratılmıştı. Sivil siyasetçilerin bir yandan tepelerinde idam ipi sallanırken, aynı anda ahlaki açıdan düşük olduklarının zihinlere kazınması, ancak askerin neredeyse doğaüstü bir şekilde pirüpak olarak lanse edilmesi gibi.
Oysa demokraside meşruiyetin kaynağı milletti. Devlet millete hizmet adına anlamlıydı ve bu aygıtı meşruiyetini milletten almış sivil politikacıların yönetmesi, hesabı da millete vermesi taşların yerine oturduğu bir rejimi ortaya çıkarırdı.
Son 12 yılın en önemli kazanımı, sivil siyasetin, müdahalelere uğrasa bile geri adım atmaması, bu müdahaleleri şiddet veya gayrimeşru ittifaklarla değil, yine sivil siyasetin alanında çözmesiydi. Mesela, AK Parti 27 Nisan muhtırasında, kapatma davası sürecinde vd. siyaset dışı yollara, şiddete başvursaydı, o anda başarılı olsa bile vesayet kazanacak, siyaset kaybedecekti.
Temelde önemli olan, siyasetin hangi zihniyet içinden hareket ettiğidir. Bu zihniyet, sivil, barışçı ve millete dayalı oldukça, toplam sonuç siyasetin lehine olacaktır ve bu büyük bir kazanımdır. Çünkü demokratik kültürü inşa eder ve bir sonraki sivil politik güç, o deneyimin üzerinden yola devam eder. Tıpkı Menderes, Özal ve Erdoğan çizgisinin birbirini tamamlama özelliğinde olduğu gibi.
Bu manada, son 12 yıllık sivil mücadele, sadece bir parti ve onun kitlesi adına değil, Türkiye siyasetinin toplam kazancı olmuştur. AK Parti sivil, barışçı ve sabırlı bir mücadele sergilediği için muhalefet partileri toplumun değişim baskısını hissetmek durumunda kalmış, eksik, eklektik ve yetersiz olsa da kendilerini yenileme ihtiyacı hissetmiştir. CHP’nin başörtüsü sorununun fiili olarak çözülmesine veya Çözüm Süreci Yasası’na destek vermek zorunda kalması gibi durumlar böyle gerçekleşmiştir. Yani rakipler AK Parti ile değil, zamanın ruhuna karşı mücadele içinde bırakılmıştır. AK Parti’nin sihri bu olmuştur.
Farklı bir açıdan bakmayı denersek, askerin siyasi alanı terk etmesi ama vesayet ittifakının AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hal etmek üzere, algı operasyonlarına, medya gücüne farklı stratejilerle yüklenmesi bu nedenledir. Evet, amaçları değişmiş değil. Ama bunu eski yöntemlerle yapamıyorlar. Darbe süreçlerine demokratik bir kamuflaj giydirmek zorundalar. “Diktatörlük”, “insan hakları”, “basın özgürlüğü”, “düşünce ve ifade özgürlüğü”, “çevrecilik”, “kadın hakları”, “şeffaflık”, “Kürt, Alevi, Ermeni sorunları”, “sandık güvenliği” gibi birçok değerli konuyu, Erdoğan ve AK Parti’ye karşı kullanmaya, suiistimal etmeye dönük bir mühendislik süreci yürütüyorlar.
Evet, bu kesimler, işi PKK’lı, DHKP-C’li olmaya kadar vardırdılar. “Ermeni”, “Kürt” sözcükleri düne kadar bu kesimlerce şeytanlaştırıldığı halde, bugün Ermeniden çok Ermeni, Kürtten çok Kürt olanlar da onlar. Belki amaç hasıl olup da Erdoğan hal edildiğinde, bu eklektik tavırdan anında tornistan ederek 1990’lara, hatta 1940’lara geri dönebileceklerini düşünüyor veya Erdoğan sonrasını hiç düşünmüyor dahi olabilirler.
Ama, olmuş olan şey olmamış sayılamaz. Alınan makro ve mikro her karar dünyamızı değiştirir ve değişen o dünyaya en hızlı adapte olan politik güç meşruiyet ödülünü kazanır.
Son 12 yıldır o kadar devrimci değişiklikler oldu ki, Türkiye belki yüzyılda yaşayacağı değişimi yaşadı. Nesiller değişti, talepler de 2002’ye göre çok farklılaştı. Önemli bir tesbit olarak, 2002 şartları hakkında konuştuğunuzda, bırakın 1995 doğumluları, bizler için bile 12 yıl değil, 100 yıl öncesine dair konuşuyormuşsunuz gibi hissediliyor. Bir Ermeni vekil olarak, daha 10 yıl önce vakıf mallarımıza el konduğuna, ismimizi gizlemek zorunda olduğumuza inanmak bana bile güç gelmekte. Sanki yüz yıl önce yaşanmış bir kabus gibi bu olaylar.
Ama hayat ve talepler durmuyor ve bugünün şartlarına adapte olmuş bir siyaset halkı kucaklamak durumunda. Sanırım 1 Kasım seçimlerinde bunu en iyi ifade edecek hareket AK Parti olacak ve olmalı. Tüm enerjiyi muhalefet partilerinin sahteliklerini, oyun planlarını deşifre etmeye harcamak yerine, milletin taleplerini doğru dillendirmek ve muhalefeti zamanın ruhuyla debelenmeye bırakmak yeterli olacak. Çünkü, halk geleceğini kimin taşımaya ehil olduğunu görmek istiyor ve bu yapıldığında, mühendisliklerin daha net deşifre olacağı da farz edilebilir.
Muhalefet ortamı sertleştirmek, “Savaşı siz başlattınız” türünden kara propagandalarla dengeyi bozmak isteyecek. Cumhurbaşkanı’na saldıracaklar. Buradaki zorluk, milletin kendisine yumuşak, ama partilerine, liderlerine dönük saldırılara ise kararlı bir duruşu aynı anda beklemesi. Bu ayırım başarılmak zorunda. Aynı zorluk PKK’ya rehin olmamak ve devlet otoritesini görmek isteyen ama kendisini de kucaklayan bir tavır bekleyen Kürtler için de geçerli.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK

“Malazgirt ruhu: Diriliş umudu ve ufku!”

Bazen öyle durumlar olur ki, vaziyeti anlatmaya en güzel kelimeler, en derinlikli cümleler kifâyet etmez! Bedeli ödenen bir hayat, bütün meseleyi ciltler dolusu kitaplardan daha iyi izah eder.
MALAZGİRT RUHU’NUN CANLI ÖRNEKLERİ
İşte böyle olağanüstü hâdiselere şehadet ettiğimiz zorlu günlerden geçiyoruz: Her gün yeni şehit haberleriyle sarsılıyoruz. Yüreğimiz bir kez daha dağlanıyor.
Büyük bir imtihandan geçiyoruz toplum olarak. Kimilerimiz bu imtihanı hakkıyla verecek muazzam örnek tavırlar sergilerken, kimilerimiz de, bu tarihî imtihanı kaybedecek ürpertici ve düşündürücü tavırlar sergileyebiliyor.
Malazgirt zaferinin yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde, bazı şehit cenazelerinde şehit ailelerinin gösterdikleri vakar ve asalet, geleceğe dâir umutlarımızı yeşertiyor, diri tutmamıza yetiyor -Allah’a çok şükür.
“EFENDİMİZ’E KOMŞU OLDUN, NE MUTLU SANA!”
Bunlardan biri Sanlıurfa’da yaşandı. Kelimelerin, derin cümlelerin ifade etmeye kifâyet etmediği durumları, bir şehit polisimizin -üstelik de hâmile- gencecik ve nûr yüzlü eşinin cenazede söyledikleri fazlasıyla ifade etmeye yetti.
Şanlıurfa’da şehit olan polisimizin hamile eşi, şu sözleriyle tarihe not düştü adeta: “Efendimiz’e komşu oldun. Ne mutlu sana!”
İşte Malazgirt ruhu bu!
“TÜRK-KÜRT DEĞİL, MÜSLÜMANLARLA KÂFİRLERİN SAVAŞI!”
Benzer asiI, vakur ve Müslümanca tavrı, geçtiğimiz haftalarda şehit bir Kürt kardeşimizin annesi de şu cümlelerle dile getirmiş ve bütün oyunları püskürtecek şekilde tarihe kayıt düşmüştü:
“Bu savaş, Türk-Kürt savaşı değildir. Müslümanlarla kâfirler arasında yaşanan bir savaştır!”
İşte bu İslâmî duyarlıkla ve ümmet şuuruyla dün üzerimize üzerimize gelen, bizi, İslâm’ı tarihten silme kaygısıyla başlatılan Haçlı saldırısını Malazgirt’te hep birlikte omuz omuza vererek püskürtmüştük.
MALAZGİRT: İSLÂM’I YURT, ANADOLU’YU VATAN YAPAN RUH
Biz, Malazgirt’le birlikte, Malazgirt’te ete kemiğe bürünen ruhla, nihâî olarak, İslâm’ı yurt, Anadolu’yu vatan yaptık kendimize. Oradan İslâm’ın hakikat, adalet ve kardeşlik bayrağını üç kıtaya, yedi iklime ulaştıran Osmanlı Çağlayanı’na ulaştık.
Yurt, umudun kaynağı, vatan umudun yeşerttiği ufkun gürül gürül akan ırmağı.
Malazgirt ruhunu anlayamayan kuşaklar, kurda kuşa yem olmaktan kurtulamazlar. Ruhlarını yitirerek güruhlaşırlar, emperyalistlerin fiilen ve zihnen tutsağı olurlar.
Malazgirt’te Türk Kürt omuz omuza Haçlıları bitirdi, tarihin akışını değiştirdi. İşte bu ruhu diriItemezsek, bu diriltici ruhla hareket edemezsek, bu topraklar hepimize mezar olur -Allah muhafaza!
Dün Haçlıların saldırılarını ümmet şuuruyla hep birlikte püskürttük. Bugün Haçlıların çocukları, ırkçılık virüsüyle bizi karşı karşıya getirdi, birbirimize düşürecek fitne tohumlarını ekti. Bu oyun püskürtülmeli!
BİZE BİR MELİKŞAH, NİZAMÜLMÜLK VE GAZÂLÎ GEREK!
Malazgirt’ten önce İslâm dünyası hem iç buhranlarla sarsılıyor hem de Haçlı ve Moğol saldırıIarına maruz kalıyordu.
İslâm dünyasında, içeride, Şii fitnesi mutedil Şiileri bile çileden çıkartacak ölçüde kontrolden çıkmıştı: Fatımî Halifesi Hakim Biemrillah ulûhiyetini ilan edecek, Suriye’den Mısır’a kadar Sünnî İslâm dünyasını tarumar edecek kadar terör havası estiriyor; Haşhaşiler Abbasî hilâfetini tehdit edecek kadar büyük suikastlar düzenliyorlardı. Dışarıda ise Haçlılar üzerimize üzerimize geliyorlardı.
Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah, bu iki büyük iç felaketin püskürtülmesinde de, Haçlı ve Moğol saldırılarının püskürtülmesinde de tarihin akışını değiştiren roller oynayan öncü şahsiyetlerdi.
Tuğrul Bey, Abbasileri çökmekten kurtarmış ve toparlamıştı.
Alparslan, Haçlıları durdurmuş, Anadolu’nun kapılarını İslâm’a açmıştı.
Belki de yaşanan birinci büyük medeniyet buhranının aşılmasında kilit rolü Melikşah oynamıştı: Melikşah, kudretli başveziri Nizamülmülk’ü devletin başına getirerek tarihî bir adım atmış, Nizamülmülk de Gazâlî’yi birinci medeniyet buhranının aşılmasını sağlayacak tefekkür birikimini oluşturacak medreseleri kurmakla görevlendirmişti.
Yaşananlar, ikinci büyük medeniyet buhranıyla boğuştuğumuz iki asırdır yaşadıklarımıza, ne kadar da çok benziyor değil mi? Özellikle de gelinen noktadan geriye doğru dönüp baktığımızda.
Bize bir Melikşah, bir Nizamülmülk ve bir Gazâlî gerek şimdi: Malazgirt Ruhu’nun öncüleri.
VAKİT, MALAZGİRT RUHU’NU KUŞANMA VAKTİ!
Malazgirt: Bu toprakları İslâm’a yurt, bize vatan yapan diriltici, insanlığa umut ve ufuk hediye eden yegâne ruhtur. Bu ruhu yitirdik, tarihten sürgün yedik! Bu ruhla kuşanırsak, bütün engelleri aşar, yeniden tarih yaparız! Öyleyse vakit, bu diriltici ruhu, tarih yapıcı, çığır açıcı ufku kuşanma vakti!
İstiklal ve istikbalimizi temin edecek, bizi yeniden tarihe girdirecek, tarihin akışını değiştirmemize imkân verecek Ruh işte bu ruhtur: Diriltici Malazgirt ruhu!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Hiçbir seçimin sonucu eskisi ile aynı olmaz

Siyasete ilgi duyan ve 7 Haziran seçimlerinden bugüne kadar yaşanan kararsızlık ortamının zararlarını şu ya da bu şekilde yaşayanların cevabını aradığı soru, “Aynı tablo 1 Kasım seçimlerinde de tekrarlanır mı” şeklinde değil mi?
Öncelikle bilelim ki Türkiye’deki hiçbir seçimde bir önceki seçimin sonuçları aynen tekrarlanmadı.
Hatta bir seçim öncesindeki sonuçlarla birinci olan partilerin barajın altına düşüp TBMM dışında kaldıkları bile görüldü.
Neticede 7 Haziran seçimlerine giderken içinde bulunduğumuz sosyo-politik ve psikolojik ortamı, bugünün ortamı ile karşılaştırdığımızda, 1 Kasım seçimlerinden farklı sonuçlar çıkacağını tahmin etmek zor değildir. 

Parlatma bitebilir 
Bir hoşluk olsun diye belirli çevrelerce cilalanıp parlatılan HDP’ye yerleşik kentlilerin ve mesela CHP’lilerin yeniden oy vermeleri ne kadar mümkündür ki? 
“PKK sizi tükürüğü ille boğar” benzeri söylemleri seslendiren HDP’liler ile askerlerimizin polislerimizin pusuya düşürülüp şehit edilmeleri arasında bağlantı kuramamak için, geri zekâlı olmak gerekmez mi?
Antropolog Margareth Mead’in “Samoa’da Akıl Çağının Gelişi” kitabına benzer bir kitap, 1 Kasım seçimlerine dönük olarak “Nişantaşı’na ve Cihangir’e ve de Okyanus Medyası’na Akıl Çağının Gelişi” şeklinde yeniden yazılabilir…
Televizyonlarda geçen seçim kampanyası döneminde Selahattin Demirtaş’ın imajını cilalayanlar, aynı zamanda Kandil’i de cilaladıklarını bu kez fark edebilirler. 

MHP’nin durumu 
Bir yeni durum da özellikle Devlet Bahçeli’nin bir gün söylediklerinin tam tersini ertesi gün söylemesinden kaynaklanan ve MHP’ye “Tutarsızlık” ile “İlkesizlik” damgası vurduran gelişmelerin, bu partiye oy kaybı biçiminde yansıması ihtimalini içeriyor. En damardan MHP’li Tuğrul Türkeş’in bile görmezden gelemediği bu durumu, MHP’li seçmen tabanının görmemiş olması ne kadar mümkün olabilir? 

Takıntılı seçmenler 
Tabii bir de 12 yıldır yaşanan istikrarın ve gelişmenin meyvelerini toplayıp sadece “Tayyip Erdoğan takıntısı” ile 7 Haziran’da AK Parti’ye oy vermeyenlerin, yaşanan kargaşa döneminden dolayı akıllarının başlarına gelmiş olması ihtimali de, 1 Kasım seçiminin sonuçlarını mutlaka etkileyecektir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

“Günümüzde sol ne anlama geliyor?”

Ultra-sol, demokratik sol, liberal sol, sosyal demokrat sol, evrenselci sol, ulusalcı sol, vd. 
Aralarındaki ciddi farklara rağmen hepsinin temel özelliği şu: Artık dünyaya inandırıcı bir eylem teklif etmekte zorlanıyorlar.
O çağlar kapandı.
Halkların bu konudaki uyanışını bir yana bırakın…
Zaten en militan solcu bile varlığının çaresiz bir “mızmızlanma”dan öteye uzanmadığının farkında.
Her solcu eylem ve iktidar denemesi kapitalizmin efendilerinin ellerini ovuşturmasına yol açıyor. Çünkü rüya çarçabuk kâbu- sa dönüşüyor (Bkz. Syriza) 
Efendiler ikide bir isyan edecekmiş numarasına yatan kölelerini seviyor tabii.
Bu diyalektikten radikal bir şey çıkar mı hiç?
Solun radikalliği o yüzden yalandır; kan ve gözyaşından başkasına yol açmaz, selamet taşımaz. 

***

Bugün…
Bu çağda…
Günümüzde… 
Sol, esaslı olarak tek bir işlev ve anlam taşıyor. 
Seküler kültür; yani modernitenin “ruhsuz” iktidarı sol siyasetin sırtında ilerliyor.
Merhametini kaybetmiş dünyada vicdanın sesi olmak; ürkünç kalabalıklara karşı “seçkin birey”in savunucusu olmak falan hep işin vitrini. 
Kapitalizmin efendileri solu sekülerizme hamallık etsin diye kullanıyor. 

***

Bütün dünyadan söz ediyorum.
Ama elbette Türkiye’den ve çok güncel bölgesel gelişmelerden de söz ediyorum. 
Der Spiegel’de kapak olan “seküler kadın gerilla” (!) fotoğraflarının taşıdığı derin anlamdan… 
Nişantaşı’yla HDP ve PKK’yı aynı hizaya sokabilen sosyal ortaklıktan… 
Ulusalcı solcuyla kripto muhafazakârı kan kardeşi yapıveren tezgâhın zemininden…
Batılı zihinde “acaba Esad’a dokunursak ölümcül bir hata mı yapmış oluruz?” duygusu uyandıran rejimle “benzeşlik” izleniminden…
Ve daha birçok şeyin birleştiği ana çizgiden söz ediyorum. “Sol Müslümanlar veya “sol Hıristiyan ilahiyat” gibi oluşumların anlayamadığı şey de bu.
O sağlı, sollu yelpaze yok artık.
Ruhbanlık ne kadar berbatsa, karşısında saf tutan solcu ruhsuzluk da o kadar kötü!
Çünkü sol “evrenselleşme” kisvesi altında insanın ruhsal erozyonuna hizmet ediyor. 

***

Uzun lafın kısası şu…
Sol adına verilen onca kavga gürültü, çekilen onca acı gerçekte ne adalet, ne demokrasi, ne özgür kimlik, ne de antikapitalizm mücadelesine dayanıyor!
Bu kavramların hepsine yazık oluyor. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“Kılavuz ve karga”

Özer Ozankaya diye bir adam vardır, ismi ara sıra kulağımıza çalınır… 
Baktık, profesörmüş. Toplumbilimci deniyor, sosyolog olsa gerek.
Kendisi aynı zamanda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de kurucu üyesi, hani şu “cumhuriyet mitinglerini” düzenleyen örgüt…
Üstelik bir de Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi adında bir partinin hem kurucusu hem genel başkan yardımcısıymış. (Baktık, Yekta Güngör Özden’in partisi bu… Fakat çok demokrat oldukları için seçimlere girmiyorlar!)
Bu sosyoloji profesörü, 30 Ağustos zaferini “demokrasi temeli üzerinde” kazandığımızı söylüyor!
Bu memlekette Napoleon’u “Fransa kralı” yapan tarihçi bile gördük ama böyle bir toplumbilimciye rastlamamıştık.
Bu kadar kolay profesör olunuyorsa keşke vakitlice ben de olsaydım…
Yani, 30 Ağustos, ordunun başkomutasını ve meclisin yetkilerini tek elde toplayan büyük önderin “demokrasi tutkusuyla” kazanılıyor… Bu yetki kendisine Sakarya günlerinde meclis tarafından üç aylık geçici bir süreyle verilmiş ama her seferinde uzatılmıştı. Hatta büyük önder bu durumu “binaenaleyh bırakamam, bırakmadım, bırakmayacağım” sözleriyle gayet veciz bir şekilde ifade etmişti.
Keşke demokratlığı daha da ileri götürüp Hacıanestis’e “sizi yenelim mi” diye de sorsaydı!
“Atatürk Türkiye’ye demokrasiyi getirdi” yazan, eş durumundan köşe yazarı yapılmış kadıncağızı boşuna hırpalamışız, daha beteri varmış. Bak, üzüldüm şimdi.
Profesör Ozankaya’nın daha başka incileri de var: “Atatürk’ün önderliğindeki Türk Devrimi, kapitalizmi de, Marksizm’i de, sosyaldemokrasiyi de fersah fersah geride bırakan bir uygarlık projesi” imiş. CHP’nin seçimlerde yenilmesinin nedeni de bu projeyi yurttaşların “ortak kültürü” yapmayı gözardı etmesiymiş.
Sosyolog konuşuyor, uyumayın.
Uygarlık projesi olmasına uygarlık projesi de…
Kapitalizmi geride bırakması herhalde “devlet tekelciliğinden” bir türlü doğru dürüst kapitalizme geçilememiş olmasıyla açıklanıyor…
Marksizm’i aşması, bütün komünist ve sosyalist partileri kapatıp yasaklamasıyla ilgili olabilir.
O dönemde işçinin sendika ve grev hakkı olmaması da, sosyaldemokrasiyi fersah fersah aşmanın kanıtı!
Sayın Ozankaya sakın ola ki adının önündeki profesör ünvanına güvenip yabancı üniversitelerde, uluslararası platformlarda falan bu görüşlerini öne sürmesin, çok kötü madara olur!
“Kimleri profesör yapıyorsunuz” diye de ülke puanımız düşer vallahi.
Asıl merak ettiğimiz, bir diğer sayın profesörün, İlber Ortaylı’nın kendisine hangi sıfatları uygun göreceğidir. Bu konuda bir açıklama bekliyoruz.
Ozankaya önemli bir adam değil. Burada ilginç olan, bazı çevrelerde pek yaygın bu “kafa yapısı” ve bu kafa yapısının hezeyanlarını CHP’ye “kurtarıcı fikir” diye sunan gazetecinin hazin zavallılığıdır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Erdoğan’ın muhtar arkadaşları”

Erdoğan niye böyle yapıyor? Niye Kemal Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevi vermiyor? “O bana hakaret etti. Ben de ona görev vermiyorum” diyebilir mi? 

Bunlar, sorular…

Bu soruları sorabilirsiniz. Tatmin edici cevaplar bekleyebilirsiniz. Kılıçdaroğlu’nun, CHP’li bir koalisyon seçeneği üretemeyeceğini, (MHP’nin tutumu nedeniyle) bütün yolların tüketilmiş olduğunu bile bile, ısrarla sorunuzun peşine düşebilirsiniz… Bu “ısrar”ınızın altında “Erdoğan’a çakmak” gibi kutsal bir niyet bulunsa da, mütemadiyen aynı soruları tekrarlayıp durabilirsiniz.

Peki, niye insanları tahkir ediyorsunuz kardeşim?

Niye “yüreğinizi soğutma”nın yolu olarak, seçilmiş en alt düzeydeki yöneticilerle (bir sosyal “tabaka”yla), seçilmiş en üst düzeydeki yöneticiler arasında kültürel benzerlik, kafa ortaklığı, gusto beraberliği arıyorsunuz?

Niye “Erdoğan’ın muhtar arkadaşları” gibi, niyetinizi ve tıynetinizi “peşinen” ele veren nitelemelerle haklılığınızın altını boşaltıyorsunuz?“Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevini vermedi, yanlış yaptı. Aynı zamanda suç işledi.” cümlesi meramınızı anlatmaya yetmiyor mu? (Ki, Erdoğan’ın görevi vermemekle doğru bir iş yaptığını siz de çok iyi biliyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun şıpın işi bir hükümet kuramayacağını da çok iyi biliyorsunuz.)

Ne söylemiş oluyorsunuz, “Erdoğan’ın muhtar arkadaşları” derken?

Muhtarları mı aşağılıyorsunuz?

Erdoğan’ı mı aşağılıyorsunuz?

Ha, Beştepe’deki “muhtarlar buluşması”nı da eleştirebilirsiniz.

Bu buluşma eleştirilebilir… “Yararlı” olmadığı söylenebilir… Sık sık tekrarlanan bu buluşmaların, ev sahipliği yapan kişiye katkı sağlamadığı ileri sürülebilir. Buluşmalardan doğru dürüst bir fikir çıkmadığı/çıkmayacağı, dolayısıyla tekrarlanmasının gerekmediği önerilebilir… Ama “Sık sık toplanıyorlar. Erdoğan’ı uslu uslu dinliyorlar. Karşılıklı şerefyab oluyorlar. Allah bozmasın, aralarında güzel bir uyum var!” bir eleştiri cümlesi değil. 

İroni yapıyorsunuz aklınız sıra…

İroni yapmakla, “pislik yapmak” arasında, enikonu bir fark var.

Nerede ironi yaptığınızı, nerede “pisliğe” yeltendiğinizi, hem sözcüklere yüklediğiniz anlam, hem vurgularınız, hem de sinik ve kinik halleriniz ele verir.

Siz pislik yapıyorsunuz.

İroni (temellük ettiğiniz “ironi dili”) bir maske görevi görmüyor burada.

Maskesiz, temelsiz, ruhsuz bir suretle “kabak gibi” ortadasınız.

Erdoğan’a çakacaksanız, lafı gevelemeyin…

Diyeceklerinizi, dosdoğru deyin…

Seçilmişliğinizi, seçkinliğinizi, “sınıf”ça üstünlüğünüzü, ötekine laf sokma ayrıcalığınızı, liyakatinizi, ehliyetinizi göstermek için de, başka insanların “aşağılık” (!) konumlarını, aidiyetlerini, mesleklerini, hangi tabakadan geldiklerini hatırlatmak gibi, “çürümüş seçkinciliklere” meyletmeyin. Birazcık delikanlı olun…

Evet, Erdoğan’ın muhtar arkadaşları var.

Evet, sık sık Beştepe’de bir araya geliyorlar ve fikir alışverişinde bulunuyorlar.

Evet, karşılıklı şerefyab oluyorlar.

Ne olmuş yani?

Elinde binlerce insanın kanı bulunan, “bir sağdan bir soldan astığını” söyleyerek cinayette bile adaleti gözettiğini söyleyen Evren’e, aidiyetini, kökenini, sınıfını (sizin sınıftandı çünkü) hatırlatmadınız. Eleştirilerinizin limitini, kullana kullana suyunu çıkardığınız “netekim” sözcüğü oluşturuyordu… Bu sözcüğü, seçkinliğine halel getirdiği için yakıştıramıyordunuz Evren’e… Cinayet işleyerek kötü yapıyordu ama “netekim”diyerek, kötü olan durumu daha da kötü hale getiriyordu… Aynı şekilde, burnunu Çankaya’dan dışarı çıkarmayan, halkla (Meclis’le) kavga ederek devleti vatandaşın tasallutundan kurtaran Sezer’in davranışlarında da bir anomali aramadınız… Seçkin bir bürokrat olduğu ve gericilikle savaştığı için ekstradan paye verdiniz… Sezer, halkla buluşmak gibi süfli işler yapmazdı… Laikti, çağdaştı, yüzü Batı’ya dönüktü.

Erdoğan’ın muhtar arkadaşları var diye mi bütün mesele?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

“Öcalan’ın tercihi

Seçim hükümetinde anayasal bir zorunluluk olarak HDP, iki bakanla temsil ediliyor, HDP seçimlere katılacak. Ama bir yandan da PKK çatışmaları sürdürmeye kararlı görünüyor ve Kandil’den, HDP’nin seçim hükümetinde yer almasının kendi pozisyonlarını değiştirmeyeceği yönünde açıklamalar geliyor.

Daha düne kadar, barış yapmak istediğiniz bir güç, çatışmayı sürdüreceğini ilan ediyor ve sizi silah zoruyla ikna edeceğine veya ‘dize getireceğine’ inanıyorsa, olacak hal, şimdi içinde bulunduğumuz hal’dir:

Bir ayağı Türkiye’de, bir ayağı, Türkiye’nin hükümranlık hakkını tartışmalı hale getiren, ihlal eden demokratik özerklik inşasında olan bir hareket söz konusu.

PKK, kendisi için eğer bir gelecek olacaksa, bu geleceği Türkiye’de değil, Türkiye’den koparıp, farklı bir sistem inşa edebileceğine inandığı teritoryal bir bölgenin içinde arıyor. Eğer bu mümkün olursa, bu bölge Suriye’deki Rojava’yla birleşecek ve PKK yola bu birleşme üzerinden devam edecek. Ne Kürtler ne Türkler birbirini kandırsın, PKK aklına yön verenlerin tahayyülü özetle budur.

HDP’ye oy veren altı milyon insanın aksine ve Türkiyelileşmek projesine rağmen, PKK’ye yön verenler kendileri için Türkiye’de bir gelecek olabileceğine inanmıyorlar.

İnansalardı, otuz yıllık acı ve yastan ibaret bir hafızayı yeniden uyararak, Türk halkının etnik hınç ve öfkeyi sonsuza kadar yaşamasını ve kendisine yapılan kötülükleri hiç unutmamasını mümkün kılacak yeni acılar yaşatmayı stratejilerinin temeli haline getirmez, bir ayda onlarca polis ve askeri şehit etmezlerdi.

Bu ülkede savaş travmalarının yarattığı ve eğer normalleşmese, beraber yaşamanın mümkün olmayacağı büyük acılar ve büyük bir yas var.

PKK’nin son hamlesi, son saldırıları, bu acıyı ve yası yeniden hatırlattı ve canlandırdı.

Barış isteyen, kendi geleceğini bu ülkede arayan bir hareket böyle davranamaz. İnsanlara bu acıları ve yası unutmaları için biraz fırsat verir. Ki bu fırsatı o acılara ve yasa muhatap olmuş insanlar, unutma ve affetme yolunda geliştirebilsin ve kullanabilsinler..

Ama PKK tam tersini yapıyor. Yüzleşme eğilimlerinin toplumda güçlendiği her zamanda, eyleme ve harekete geçiyor. Karadenizli yaşlı bir amcanın, eğer barış olacaksa, Öcalan’ı evinde misafir edebileceğini duyduğumuz bir zamanda, o amcanın yaşadığı şehre asker ve polis cenazesi yollamak, kendi geleceğine, İmralı’da tutulan liderinin geleceğine ve bir arada yaşama idealine ateş etmek değil de, nedir?

PKK, kendi geleceğini bu ülkede görmüyorsa ve bunun için savaşıyorsa Kürt halkı ne yapacak?

Kürt halkı, PKK’nin ona dayattığı gibi, kendi geleceğini bu ülkede görmekten vazgeçebilir ve sırf macera olsun diye, PKK’nin akıl almaz serüveninin peşine takılabilir mi?

Bunun için makul bir sebep var mı gerçekten?

Sorun artık, iki partinin (HDP ve AK Parti) Kürtler’den aldığı oy oranlarının mukayesesi ve bir seçim yarışı olmaktan ibaret değildir. Kürtler için tarihi bir tercih yapmak kaçınılmazdır.

Kürtler, ya, kendi geleceğini artık bu ülkede aramayan, bu ülkeden koparabileceğini düşündüğü teritoryal bir alanda ve yeni bir iktidar denemesinde arayan bir hareketin ve imzası kanla atılan siyasi bir denemenin parçası olmayı kabul edecek ya da bin yıldır birlikte yaşadığı bir halkla, demokrasi ve barış seçeneğini güçlendirerek, siyasi bir tercihte bulunacak.

Türk halkıyla iç içe yaşayan, Türkler’le akraba olan bir halk olarak, Kürtler ve Türkler için doğru bir tercih, bugünün koşullarında silahı eline alıp, PKK’ya savaş açmak anlamına gelmiyor. Halkların halkları boğazladığı bir halde değiliz çok şükür, Suriye ve Irak’tan farklı olarak, sivil ve demokratik araçlar hala tükenmiş değil. Seçimlerde sandıkta yapılacak doğru bir tercih, karabulutları dağıtabilir, PKK’yı bu maceradan caydırabilir. 

PKK Kürt halkının değil sadece ama Öcalan’ın da geleceğiyle oyun oynuyor. Benim için bir gelecek yoksa sizin için de yok demeye getiriyor..

Liderlik inisiyatifi ve gücü böyle zamanlarda tarihle bir sınav yaşar.

Öcalan’ın bir alışkanlığı vardı, zor zamanlarda ‘ben yokum artık, beni dinlemediniz ne haliniz varsa görün’ der işin içinden çıkardı. Bu tavırla hal yoluna konulacak bir şey kalmadı, durum gayet ciddi.

Öcalan, hala ‘Türkiyeci, Anadolucu’ çözümden yana mıdır?

Bu soruya Öcalan’ın vereceği samimi bir cevap, samimi ve kararlı bir çağrı, PKK’yi yönetenleri değil belki ama Kürt halkını yeniden düşündürecek ve yol yakınken bir felaketin kıyısından dönülecektir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

VEDAT BİLGİN-AKŞAM

“Kaç ihtimal var?

Bugün Türkiye’nin, elbette ki içinde yaşadığımız bölgenin, nasıl şekilleneceği veya şekillendirilmek istendiği önemli bir mesele olarak gündemdedir. Şüphesiz ne Ortadoğu coğrafyası, ne de burada merkezi ağırlığa sahip ülke olarak Türkiye’nin geleceği,  küresel sistemden bağımsız bir biçimde şekillenmeyecektir. 

Bölgede yaşanan Suriye iç savaşı, Irak’ın işgal sonrası bir türlü kurtulamadığı istikrarsızlık, İran’ın nükleer enerji inşa sürecinde Batı ile yaşadığı krizin çözülmesinden sonra takip ettiği bölgesel yayılma siyaseti, terör örgütünün bu konjonktürü Türkiye karşısında bir iç savaşa döndürmeye dönük saldırıları, ABD ve Avrupa’nın enerji kaynakları üzerindeki kontrolü sorunu ve Rusya’nın bölgeye dönük politikaları, geleceğin belirlenmesinde önemli paya sahip olacak faktörlerdir. 
Mevcut durumun yani  bölgesel kaosun sürdürülmesinin mümkün olmadığı, Ortadoğu’nun dünya sistemindeki ekonomik (kaynaklarının) ağırlığı göz önünde bulundurulunca, burada yaşama imkanı bulan  terör örgütlerinin tahripkarlığının sadece bölgeyle sınırlı kalmayacağı da düşünüldüğünde gelecek için önümüzde hangi ihtimaller bulunmaktadır diye bakmak gerekir. 

Eski hesaplar eski politikalar

Birinci ihtimal veya en zayıf ihtimallerden biri, İran’ın merkezinde yer alacağı bir senaryonun yaşanmasıdır. “Eğer Suriye’de mevcut BAAS yönetimi Rusya ve İran’ın desteği ile ayakta kalırsa, bundan en karlı çıkacak olanın İran olacağını söylemek kehanet olamaz”. Suriye muhalefeti  başarılı olamaz ve  kontrol BAAS’ın eline geçerse, aslında İran’ın önü açılmış olacaktır. He ne kadar din, BAAS rejimi için reddedilen bir kurum olsa da, İslam Devriminin öncüsü olan İran’ın şimdi onunla derin bağlantılar kurmuş bir rejim olması ilginçtir. 
Irak’ın ABD işgalinden kurtuluşundan sonra, Irak’ta İran nüfuzunun artmasına benzer bir olayı, eğer Suriye rejimi düşmez ise, burada yaşamak çok şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir ortamda, Kuzey Irak’ın da, İran’ın denetimine girmesi oldukça kolaylaşacaktır. Aynı şeyi Türkiye açısından düşündüğümüzde, elbette İran’ın böyle bir pozisyona erişmesinin mümkün olmayacağı söylenebilir, fakat terör yapılanmasının Türkiye’yi kuşatacak ölçekte Kuzey Irak’a kadar uzanması büyük bir tehdit olabilir. 
Böylesine bir siyasi tablonun küresel ölçekte, dünya sisteminin kurumsal yapısı tarafından benimseneceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. “Unutmayalım ki dünya sistemi açısından İran kısa vadede bazı konularda işbirliği yapılabilecek bir ülke olarak görülse de, başta İsrail olmak üzere Batının uzun vadeli çıkarlarının da İran’ın yayılmacı siyasetiyle çelişeceği açıktır”. Bu ihtimalin gerçekleşmesine dönük desteğin, içerdeki adresi CHP’nin savunduğu, dış politika yaklaşımıdır. 

Türkiye barışı kuracak merkez

İkinci ihtimal, Irak’ın, Suriye’nin bölünmesiyle ilgilidir. Bu durumda Türkiye’yi bölme planının devreye gireceği, başka bir ifadeyle hedefteki ülkenin Türkiye olacağı, terör örgütünün yanı sıra, dünya sisteminin de açıkça bazı müdahale araçlarıyla buna katılması söz konusu olacaktır. 
Bu ihtimali geçersiz kılan sebepleri; bölgedeki istikrasızlığın derinleşmesi, İran’ı dengeleyecek bir gücün kalmaması, dolayısıyla bütün Ortadoğu’ya yayılmasının kolaylaşması, bölünme tehdidi karşısında Arap ve Türk Devleti arasında ittifakın sıkılaşması, Türkiye’nin yeni bir ivme yakalaması, Batının bölgesel olarak Ortadoğu’dan tasfiye edilmesi, İsrail’in zayıflaması, şeklinde sıralamak mümkündür. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK

“30 Ağustos için alternatif bir kutlama mümkün mü?

Bu sene de böyle geçecek, ama mesela gelecek yıl için, yeni alternatif bir kutlama denenmesin..

Hem de bir gün değil, bir hafta.

Mesela yurdun birçok yerinde o günkü cepheden fotoğraflardan oluşan bir fotoğraf sergisi..

Askerde bandolar, birçok merkezde, açık hava ve kapalı mekanda konserler verebilir.. Sadece bando değil, aktüel ya da klasik eserler de seslendirebilir..

Deniz Kuvvetleri, Deniz Harp Okulu, kıyılarımızla ilgili belgeseller yapsa mesela. Her 30 Ağustos’ta onların tanıtımı ve ilk gösterimleri yapılsa. Hava ve kara belgeselleri de yapılabilir. Yeşilçam’la birlikte ortak yapım drama türü çalışmalar da yapılabilir pekala.

30 Ağustos’ta sadece havacılık gösterileri olmasın, sportif karşılaşmalar niye yapılmasın. Hatta asker, polis, istihbarat elemanı ve sivil yarışmacılar, atıcılık, okçuluk, judo, binicilik alanında niye hünerlerini göstermesinler.

Tanklar geçiyor da ne oluyor. Bana kalırsa o bir yıl içinde savunma sanayinin ürettiği yeni teknolojiler hem sergilenmeli, hem de şov şeklinde açık hava ve kapalı salonda gösteri yapılmalı. Atak helikopteri ya da bizim geliştirdiğimiz tanklar, tüfekler, İHA’lar, Savunma Sanayii alanındaki başarılar sergilenmeli.. Ödüller verilmeli, paneller yapılmalı.

Geçen bir yılın muhasebesi yapılıp, gelecek bir yılın hedefleri açıklanmalı mesela. Ordudaki başarılı personelin ödüllendirilmesi de bu hafta içinde yapılabilir..

Benim bildiğim TSK’nın ilaç fabrikası var.. Siviller de artık askeri hastaneye gidebiliyor.. Mesela neden askeri ilaç fabrikasının ilaçları eczanelerde satılmasın. Daha fazla asker-sivil yakınlaşmasına ihtiyaç var.. Hazırda, yani savaş dışında, barış döneminde ordu, ülkesi ve milleti için daha fazla sorumluluk üslenebilir.. Tamam kırsalda sağlık taramaları yapıyorlar, ama mesela istihkam birlikleri neden kırsal alanda yol, okul, sağlık ocağı, köprü yapmasın.. Pekala yapabilir ve bu anlamda TSK’ya kaynak aktarılabilir ve askeri personele de ek gelir sağlanabilir.. Araç parkından daha fazla yararlanılabilir. Kalkınma cihadı kavramını artık telaffuz edebilmeliyiz ve herkes bu çabada elini taşın altına koyabilmeli..

Her alanda yenilenme şart.. Değişen şartlara uyum, yenilik, verimlilik, kalite şart.. Daha az maliyetle, daha kısa sürede daha yüksek bir kalite mümkün mü? İki günümüzü birbirine eş kılmayacak bir şekilde bunun için çalışmalıyız. Ve herkes sivil, bürokrat, asker, sanayici, üniversite bu alanda birbirine yardımcı olmalı.

Şikayet etmeyi bırakıp, çözüm üretmeliyiz.. Bahane bularak, erteleyerek, başkalarını suçlayarak bir yere varamayız. Dünyada ne olup bittiğini takip etmeliyiz, ama sadece onları takip ederek onların önüne geçemeyiz. Onun için yeni fikirlere açık olmamız gerek. Bazı konularda başkalarını örnek alsak da bazı konularda bizim de onlara örnek olmamız gerek. Yoksa birinci sınıf bir ülke olamayız.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MAHMUT TOPTAŞ-MİLLİ GAZETE

“İki kirli el birbirini temizler”

“TAŞI toprağı altındır” diyerek İstanbul’a gelmiş. Uzun zaman iş aramış, devamlı ve evi geçindirecek bir iş bulamamış.
Bir tanıdığını ziyarete gittiğinde mahallede namaz kılacak cami olmadığını görmüş.
Kafayı çalıştırmış ve o arkadaşıyla beraber esnaftan yedi kişiyi bulmuş ve “Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği” kurmuş.
Toplanan paradan kendisine bir maaş bağlatmış ve devlete ait boş bir yere temeli atmışlar. Kısa zamanda cami yapılır ve bir Cuma günü açılış yapılarak ibadete devam ederler. Güzel de konuşan bu dernek başkanı kendini cami imamı atar ve namaz kıldırmaya devam eder.
Ünü kısa zamanda çevreye duyulur. Diğer mahalledeki cemaatten de oraya vaaz ve hutbe dinlemeye gelenler olduğu gibi çevre illerden de otobüslerle vaaz ve hutbe dinlemeye gelenler oldu.
Boş olduğum bir kaç Cumada ben de gidip dinledim. Başlangıçta kendisine iş buldu ama zaman içinde işi ibadete çevirdi.
Asıl olan ibadette, siyasette, ticarette, eğitimde, eğitimde, sağlıkta, her zaman ve her yerde doğru işi doğru yoldan yapmaktır.
Bu türden olayları duyduğunuzda veya gördüğünüzde olayın iyi tarafından bakmaya çalışınız.
Daha önce yazmıştım. Çok değerli hizmetleri olan bir hoca efendi, bir istismarcının yaptığını anlatmıştı.
Evini geçindiremeyen berduşun biri mahallede kiralık yazan bir daireyi kiralar, Kur’an kursunun birinden de bir hanım hoca ister ve o dairede mahalle kadınlarına Kur’an kursu başlatır.
Mahalle sakinlerinden kursun masrafını her ay toplar ve hem kendi evini geçindirir, hem de kursun ihtiyaçlarını karşılar.
Hoca efendi bu olayı tenkit için anlatmıştı.
Ben de ona, mahalleye biz hizmet götürememişiz.
O berduş, bizim boşluğumuzdan yararlanmış. O da olmasa mı iyiydi, mahalle kadınlarına bir kaç yıldır devam ettirdiği hizmet olmasa daha mı iyi olurdu? Belki de o, istismar için başladığı bu hareketin sonunda değişime uğramıştır ve de şimdi samimi olarak bu hizmeti yapıyordur” dediğimde başını sallayarak “Buna bu açıdan bakmadım” demişti.
Aslının az olduğu yerde sahtesi sürülür piyasaya.
Onun için sahtekârlara kızmak yerine boşlukları doldurmak en iyi yoldur.
İstismarcıların da bir hizmeti olduğunu bilelim ve yanına yaklaşarak daha doğru hizmetler yapmasını, farkına vardırmadan yaptırmaya çalışalım.

Köşe yazısının tamamını okuyunuz