İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK
“Utanmaz adamlar!”
Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’na “katil” dersiniz, “zalim” dersiniz, “Hitler” dersiniz, “Seni oradan indireceğiz” dersiniz, ailesini hedef alırsınız, her türlü hakareti ve tehdidi yaparsınız.
Ona oy veren yüzde elliden fazla kitleyi mahkum edersiniz,küçümsersiniz, insan yerine koymazsınız, onlara hakaret edersiniz. Eski azınlık cuntanızın devamı için her türlü tetikçiliğiyaparsınız, eskinin iktidar kurucu oligarklarını ayakta tutmak için her türlü çirkefliği yaparsınız.
Meşru kanalları zorlayıp, işlemez hale getirerek, “kısa devre iktidar” hesapları için bütün ilkeleri bir tarafa itersiniz? Yalansöylersiniz, senaryo yazarsınız, başkalarının hesapları için, iktidara muhalefet görüntüsü altında Türkiye ile, coğrafya ile, millet ile, geleceğimizle kıyasıya bir hesaplaşmaya girersiniz.
Hiçbir ahlaki ölçü, ilke, tutarlılık sizi sınırlayamaz. Süslü cümleleriniz, kötü niyetli hesaplarınız dışında hiçbir şeyiniz yoktur.
Bu gazetecilik olur.
Başbakan’ın evini basacaktınız!
Bir ülkenin Başbakan’ını sokak terörüyle devirmeye çalışırsınız. Terör üzerinden linç etmeye girişirsiniz. Evini ofisini basmaya kalkarsınız. Oradan PKK şovu gibi, Savcı Kiraz’ın kafasına dayanan silah görüntüsü gibi, dünyaya fotoğraf vermeye çalışırsınız. Bunu yapan terör gruplarını bayraklaştırırsınız. Elleri silahlı maskeli örgüt mensuplarını sayfalarınızda, köşelerinizde pazarlarsınız. Türkiye’de bir Ukrayna denemesi yaparsınız, ülkeyi iç savaşın eşiğine getirirsiniz. Elinize bir Kaleşnikof almadığınız kalır. Bu açığı da terör örgütlerinin silahlarına dayanarak kapatırsınız.
Bunun adına devrim dersiniz.
Bir taraftan Kürt milliyetçiliğini, diğer taraftan Alevi kimliğiniprovoke edersiniz. Bütün kimlikleri çatışmaya dönüştürüp bunun üzerinden ülke biçimlendirmeye kalkışırsınız. Türkiye’den çok Almanya gibi konuşursunuz, Avrupa başkentleri gibi konuşursunuz, onlar gibi bakar, onların durduğu yerdedurursunuz.
Sokak terörü üzerinden darbe planlarınız tutmayınca cazgırlığabaşlarsınız. Millet oyunu bozunca, ülkesine sahip çıkınca,günahlarınız sorgulanınca kıyameti koparır, milleti de ülkeyi de o başkentlere şikayet edersiniz. Bir taraftan ağlak ağlak kamuoyu açıklamaları yayınlar diğer taraftan iki yüzlülüklerinize devam edersiniz.
Bunun adı da hak aramak olur.
Başbakan öldürmeye kalkmadınız mı siz?
Senaryonuz çoktur. Biri tutmadı diğerini başlatırsınız. Gezi tutmadı, sokaktan darbe sonuç vermedi sistemi içinden çökertmeyekalkarsınız. Kullanılacak insan da çevre de çoktur nasılsa. Paralel istihbarat ağı üzerinden bir Mısır denemesi yaparsınız. Başka ülkelerin istihbarat servislerinden ihale alan bir yapı ile ortaklık kurar, onlar üzerinden hükümet devirmeye, binlerce insanı hapislere tıkmaya, fişlemeye, tasfiye etmeye kalkarsınız. O istihbarat ağı ile sizin medya karargahlarınız arasında nasıl bir bağlantı var, nasıl bir ortaklık kurdunuz?
Ne olacaktı? Başbakan evinde öldürülecekti, öldürülemezse ellerine kelepçe vurulacaktı. Evini basmaya silahlı birlikler göndermeye kalkanların medyadaki kalkanları siz değil miydiniz? O gece neler olduğunu, kimlerin ne tür cinayetlere hazırlandığını bilmiyor muyuz sanıyorsunuz.
Siyasi soykırım yapacaktınız
Darbe ile, cinayet ile Türkiye tarihinin en büyük siyasi soykırımına hazırlandınız. Neler planlandığını hepiniz biliyordunuz, hepinize görevleriniz tevdi edildi, hepiniz üzerinize düşeni fazlasıyla yaptınız. Bütün o siyasi kadroyu tasfiye edecek, hapislere dolduracaktınız. Yetmedi gazetecileri, yetmedi işadamlarını, yetmedi STK temsilcilerini, yetmedi öğrencileri sıraya koyacak, 28 Şubat’tan çok daha feci bir siyasi cinayetler zinciri başlatacaktınız.
Siz bunları biliyordunuz, bunların içindeydiniz, bunlarla ortaktınız.
Mısır’da olduğu gibi mahkemeler kuracak, düzmece duruşmalarla idam kararları verecek, Türkiye’de bir siyasi geleneği toprağa gömecektiniz. 21. yüzyılda bu ülkede yeniden darağaçlarıkuracaktınız. Bunlar olurken zevkten çığlıklar atacaktınız. Aklınızaadalet gelmeyecekti, demokrasi gelmeyecekti, insan haklarıgelmeyecekti, insan onuru gelmeyecekti, diktatörlük, zorbalık gelmeyecekti. İhale almıştınız ve hepiniz ihale için seferber oldunuz.
Biz sizi 28 Şubat’tan beri tanıyoruz
Şimdi süslü cümlelerle, ağlak açıklamalarla, sızlanmalarla dolu yazılar yazanların o günlerde zihinlerinde, vicdanlarında adaletten eser yoktu. Zihinleri bulanmış, kalpleri kararmış, korkunç bir intikam duygusuyla ellerindeki listeleri uzattıkça uzatıyorlardı. Hepimiz için dosyalar tutuyordunuz, hepimiz içinsuçlar ihdas ediyor, nasıl yargılanacağımızdan ne ceza alacağımıza kadar karar veriyordunuz.
Biz sizi tanıyoruz. Biz sizi 28 Şubat’tan beri tanıyoruz. Hükümet kurup hükümet yıktığınız günlerden, sokakları ikiye böldüğünüz günlerden, başörtüsü diye hak arayanları hedef gösterip “Kara Cuma” manşeti attığınız günlerden, İsrail’in emir eri bazı generallerden aldığınız talimatlarla insanları hedef gösterdiğiniz günlerden, koca ülkeyi İsrail’e peşkeş çektiğiniz, ülkenin Başbakanı’na ağız dolusu küfürler ve hakaretler ettiğiniz günlerden tanıyoruz.
O günlerde ve sonrasında yazdıklarınızla, bugün yazdıklarınız arasında hiçbir tezat olmadığını itiraf edelim. Hep aynıydınız, yine öylesiniz, yine “sadece biz” derdindesiniz, yine kendinizden başkasını “öteki” yapma derdindesiniz. Yine önünüzde diz çökmeyenleri vurma, size itaat etmeyeni devirme, sizinle hareket etmeyene itibar suikastleriyle mahvetme çabası içindesiniz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“İktidarın Kürt stratejisi ne ve ne olmalı?”
Güneydoğu’daki çatışma, ne Kürt hareketinin iddia ettiği gibi bu hareketin devletin operasyonlarına verdiği yanıtla, ne siyasi iktidarın vurguladığı gibi devletin PKK eylemlerine verdiği tepkiyle açıklanabilecek durumda.
Sorun, önemli ölçüde, yeni gelişmeler, sürece dahil olan yeni dinamiklerle beslenmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan yeni stratejilerle ilgili görünüyor. Çözüm süreci mevcut haliyle tarafların yeni konumlarını, beklentilerini, stratejilerini karşılamaktan uzaklaşmış, bu konudaki zorlamalar sonuç vermemiş ve sonunda çatışmalar yeniden boy göstermiştir.
Dün ele aldık, örgüt açısından Rojava’da ortaya çıkan yeni durum ve dengeler, diğer yandan Güneydoğu’da alan kontrolünü muhafaza etme ısrarı, silahlı eylemleri başlatma ve özerklik ilanına kadar uzanmıştır. Bu geçişin zamanlamasını, Telabyad’ın düşmesi üzerine Türkiye’nin, uluslararası koalisyonla daha aktif bir askeri işbirliğine girmesi, bunun örgüt için oluşturduğu tehdit belirlemiş görünüyor.
Türkiye de benzer bir şekilde, 2014 yılı ortalarından itibaren bu iki meselenin, Rojava’daki yeni durumun ve alan kontrolü meselesinin artan baskısıyla karşı karşıya kaldı..
1. Rojava’da PKK-PYD’nin uluslararası koalisyonla ilişkisi ve IŞİD’e karşı işbirliği, özerk Kürt alanının pekişmesi ve genişlemesi Türkiye tarafından, Güney sınırında bir PKK devletinin oluşması ihtimali olarak değerlendirildi. Bunun ülkeye ve bölgeye yansımaları yüksek risk olarak kabul edilirken yeni adımları da beraberinde getirdi. Türkiye’nin ABD’ye askeri üsleri açması, bölge ve Rojava’nın muhtemel kontrolü konusunda aktif bir konuma geçmesi, önemli bir yönüyle, bu çerçeveye yerleşir. Sonuç bu açıdan, adım adım güvenlik politikalarının devreye girmesi, çözüm sürecine gölge düşmesi olmuştur.
2. PKK’nin çözüm süreci ortamından istifade ederek bölgede devletimsi bir doku oluşturma girişimi, bunun 6-8 Ekim 2014’te ortaya çıkan sonuçları, kamu düzeni meselesini siyasi iktidar için 2014 sonundan itibaren hızla hem büyük bir risk hem çözüm sürecinin, hatta çatışmasızlık ortamının devamı için bir ön koşul haline getirdi. Bu koşul yerine gelmedikçe İç Güvenlik yasasının çıkması, Kandil’e yönelik had bildirmeyi hedefleyen askeri operasyonlar, çözüm sürecinin askıya alınması, Kürt hareketinin yasal unsurlarının, HDP’nin bile kriminalize edilmesi bu riskin de, güvenlikçi politikalarla göğüslendiğini gösteriyordu.
Krizin iki yönlü resmi biraz böyledir…
Siyasi iktidar başka türlü davranabilir miydi?
Evet…
Kürt hareketinin önündeki bu imkanları, bu gidişi görüp, siyasi araçlarla önlem almak, siyaseten yönlendirmek ve hızlı hareket etmek yolunu seçebilirdi..
Hükümet Rojava’nın belirleyici önemini geç fark etti. Bu bölgeyi ve PYD’yi Esad’a karşı izlediği politikaların bağımlı bir unsuru olarak ele almakla yetindi. Oysa Türkiye’nin Rojava’da çok daha erken bir zamanda Kürtleri destekleyerek kuşatan, IŞİD’i geri iten bir konuma geçmesi mümkündü. Uluslararası koalisyon-Türkiye-PYD işbirliği, PYD’nin PKK karşısında özerk konum ve duruşa geçmesine yol açacak pek çok imkan sunabilirdi. Rojava’da kaçınılmaz olan bir Kürt şeridinin oluşumuna mutlak itiraz yerine, bunu denetleme ve kabul edilebilir hale sokma siyaseti izlenebilirdi.
Keza çözüm sürecinde ortaya çıkan engelleri bertaraf etmek daha cesur ve hızlı adımlarla mümkün olabilirdi. Alan kontrolü sorununu ortadan kaldırmak, buradaki Kürt yapılanmasını sistemin parçası kılmaktan geçiyordu. Bu ise çözüm sürecinin silah bırakmaya indirgenmesi yerine, müzakerelerin başlamasını, köklü bir yerel yönetimler reformunu, HDP’nin üzerindeki baskının azaltılarak, bu partinin siyasal sisteme entegrasyonunun hızlandırılmasını, onunla yakın bir işbirliğini ima ediyordu.
Ne var ki bunlar, teknik ve taktik adımlardan ibaret değildir. Kürt sorununu çözüm sürecinin ima ettiği siyasi bakışın da ötesinde, kuvvetli demokratik bir tutum ve iklimi gerektirirler.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EROL EROĞAN-YENİŞAFAK
“AK Parti tek başına iktidar olabilecek mi?“
1 Kasım 2015’de gerçekleştirilecek milletvekilliği seçimlerine yönelik sıkça tekrar edilen birkaç soru var. Bunların başında ‘AK Parti tek başına iktidar olabilecek mi?’ geliyor. ‘HDP barajı yine aşabilecek mi?’ ve ‘MHP ve CHP’nin oyları düşecek mi?’ soruları da cevapları aranan sorulardan. ‘Aday listeleri 7 Haziran’a göre ne kadar değişecek?’ sorusunu da sık sorulanlara dâhil edebiliriz.
SEÇİMİ BELİRLEYECEK 10 HUSUS
“1 Kasım seçim sonuçlarına doğrudan etki edecek unsurlar neler olabilir?” diye sorduğumuzda aşağıdaki maddeleri sayabiliriz.
1. Koalisyon görüşmelerinde partilerin tutumları.
2. PKK’nın yeni terör dalgası.
3. Seçim hükümetinin oluşumu ve icraatları.
4. Muhtemel seçim ittifakları.
5. Milletvekilliği aday listeleri.
6. Yurtdışı oy kullanım oranları.
7. Sandık ve seçim güvenliği.
8. AK Parti’nin 12 Eylül’de gerçekleştireceği kongre.
9. Ekonomik gidişat.
10. Slogan, miting, vaat gibi unsurları içeren oluşan seçim kampanyaları.
Maddelerin her biri, seçmenin oy verme davranışını farklı oranlarda etkileme gücüne sahip. 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi 1 Kasım seçimlerinde de her oyun önemi büyük olacak. Meclise giren parti sayısı artınca, milletvekillerinin bölüşümünde sayıca az oylar bile değişime neden olabiliyor.
MECLİS İÇİ – MECLİS DIŞI OY DENGESİ
7 Haziran seçimlerinde 4 parti toplamda yüzde 95,2 alarak TBMM’ye girmiş, Meclis dışında kalan 14 parti ve bağımsızların oy toplamı ise yüzde 4,8 olarak gerçekleşmişti.
7 Haziran’da TBMM’ye vekil gönderemeyen partilerin bir kısmı 1 Kasım’da seçime girmeyebilir, bir kısmı mensuplarını 4 partiden birinden aday gösterebilir, belki bir iki tanesi açık bir seçim işbirliğine gidebilir. Bu ihtimallerin hiç birisi çıkmasa bile, 1 Kasım’da meclis dışı partilerin oy oranları düşecek, oylar TBMM’ye girecek partilerin çevresinde toplanacaktır. Bu toplaşma milletvekili dağılımı etkileyecektir.
MHP, CHP, HDP NE YAPACAK?
Koalisyon görüşmelerindeki ‘sürekli hayırcı’ tavrı parti tabanında tepki gören Devlet Bahçeli, MHP’nin oy grafiğinin aşağıya yönelmesine sebep olmuştu. Alpaslan Türkeş’in oğlu ve MHP milletvekili Tuğrul Türkeş’in Ahmet Davutoğlu başbakanlığındaki seçim hükümetinde yer alması MHP için ikinci olumsuzluk anlamına geldi. MHP seçim kampanyasında ve aday listelerinde ciddi bir atak yapamazsa oy düşüşü sert şekilde devam edecektir.
CHP seçimden sonraki ilk ay koalisyon konusunda uyumsuz tavır sergilemesine rağmen sonraki süreçte tabanı ve kamuoyu tarafından olumlu algılanan davranışlar sergilediği için MHP gibi oy kaybına uğramadı ve bir miktar yeni oy kazandı. CHP seçim kampanyasında ve aday listelerinde başarılı bir performans sergilerse oylarını arttırır. HDP’ye giden ’emanet’ ve ‘taktik’ oyların bir kısmını da geri kazanabilir.
Bazı anket sonuçlarına göre HDP 7 Haziran’a göre düşüş eğiliminde olsa da 1 Kasım’daki durumu büyük ölçüde CHP ve AK Parti’nin performansı ile terör olayları ve seçim-sandık güvenliğine bağlı.
AK PARTİ NELER YAPMALI?
“AK Parti 1 Kasım 2015 seçiminde tek başına iktidar olmayı sağlayacak kadar milletvekili çıkarabilecek mi?” sorusu seçim gündeminin en önemli sorusu. 7 Haziran’dan sonra yapılan kamuoyu araştırmalarının bir kısmı AK Parti’yi oy kaybediyor şeklinde gösterirken anketlerin çoğunluğunda AK Parti yüzde 42-44 arasında gösterildi. TBMM’ye 2 veya 3 parti girerse bu oy oranları AK Parti’yi tek başına iktidara taşıyabilir, ancak 7 Haziran’da olduğu gibi Meclis’e 4 parti girerse AK Parti’nin tek başına iktidar olması için yüzde 45’i bulması gerekir.
AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun koalisyon görüşmelerindeki olumlu tavrı ile sonrasında kurduğu seçim hükümeti, partililerden ve seçmenin genelinden beğeni kazandı. Seçim hükümetinin icraatları da beğenilirse, beğenilerin bir kısmı sandıkta AK Parti’ye oy olarak yansıyabilir.
AK Parti’nin oylarını arttırmasında etki oluşturacak unsurlardan birisi de aday listeleridir. 7 Haziran seçimlerinde aday listelerine yönelik sıkça eleştiri alan parti yönetiminin bu defa titiz davranması bekleniyor. AK Parti, Meclis dışında kalmış birkaç partinin önemli isimlerine aday listesinde yer verebilirse, bunun yanında teşkilatı motive edebilecek ve sosyolojik karşılığı yüksek isimlerle listesini güçlendirirse seçmen nezdinde itibar kazanacaktır. Güçlü aday, aynı zamanda sandık güvenliğine katkı sağlar.
AK Parti’nin 12 Eylül’de gerçekleştireceği kongre de seçim sonuçlarını etkileyecek faktörler arasında gözüküyor. Genel başkanın kongrede yapacağı konuşmada kullanacağı dil, gençler başta olmak üzere kadınlar, emekliler, çiftçiler, girişimciler ve esnafa yönelik söyleyecekleri kesinlikle çok önemli. Kongrede parti kurullarında ve parti vitrininde yer alacak isimler, teşkilat için olduğu kadar partinin sempatizan kitlesinde ve AK Parti’ye uzak durmayan başka partili seçmen nezdinde de etkili olacaktır. Sandık güvenliğinin sağlanması ve yurtdışı oy kullanımının artması da AK Parti’ye yarayacaktır.
BU SEÇİMDE ‘SÖZ’ ÖNEMLİ OLACAK
1 Kasım seçimi farklı olacak. Henüz iki-üç ay önce seçmen partilerin tüm vaatlerini dinledi, seçmen yorgun, seçime az bir süre var. Onun için farklı bir seçim stratejisi izlemeden partilerin seçmeni etkilemeleri zor. Yazının başından itibaren dile getirdiklerimin yanı sıra seçim kampanyasına dönük iki hususu ayrıca paylaşmak isterim.
7 Haziran seçim kampanyası boyunca, CHP’nin ana muhalefetlik rolünü HDP kullanmış, böylece AK Parti-HDP dengesi oluşmuş, bu da AK Parti karşıtı oyların MHP veya CHP’den daha çok HDP’de toplanmasını sağlamıştı. AK Parti’nin yeni seçimde böyle bir denkleme fırsat vermemesi lehine olacaktır. Yine AK Parti’nin CHP ve MHP’nin vaat ve polemiklerine takılmadan kendi sözünü, fikrini, vaadini yalın biçimde halka ulaştırması da önem taşıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Bütün renkler aynı hızla kirlenirken beyaz birinci olur”
Bir dönemde Abdülhamid’e karşı ayaklanan kesimlere “Jön Türkler” denildiği gibi, şimdi de AK Parti iktidarına karşı her çeşit eylemi ve direnişi koyan kesime de “Beyaz Türkler” denilmiyor mu?
Aslında bu Beyaz Türkler de zaman içinde yapı ve yer değiştirdiler. Örneğin şimdi laikçi, kentli, eğitimli olmak Beyaz Türklüğün temel öğeleri olarak görülüyor. 1950’de seçimi kaybeden CHP’nin kadroları da o dönemin Beyaz Türkleri değil miydiler? Onlara göre “Hasolar ve Memolar” devleti ele geçirmişlerdi.
Beyaz endişeler
AK Parti iktidar olduğunda endişelenen kesimlerle, 1950’de Demokrat Parti iktidarını endişelenerek karşılayan kesimler aynı sınıfın üyeleri değildiler ki? Tek Parti döneminin ürünü olan ve devletle iç içe yaşamaya alışmış eski Beyaz Türkler, Demokrat Parti ile gelen siyasi ve bürokratik kadroları da, yeni zenginleri de, endişe içinde izlemişlerdi.
Halk geldi
Şimdiki Beyaz Türklerin sermaye kalesi TÜSİAD patronlarının dedelerini, o dönemin Beyaz Türkleri “Hacıağa” damgası ile damgalamazlar mıydı? Köyden kente başlayan akıma karşı Beyaz Türkler “Kadıköy vapurunda kimse kimseyi tanımaz oldu” veya “Halk geldi vatandaş denize rahat giremiyor” diye tepki göstermezler miydi?
Atatürk’ün hatırası
Demokrat Parti’nin Atatürk’ün hatırasına gösterdiği özen de fazla işe yaramadı. Örneğin Anıtkabir inşaatı Atatürk’ün ölümünden 15 yıl sonra Demokrat Parti tarafından tamamlandı. Kâğıt paraların üzerine Atatürk’ün resmi Demokrat Parti tarafından yeniden yerleştirildi. “Atatürk’ü Koruma Kanunu” o dönemde çıkartıldı. Ama “Seni sevmek milli ibadettir” diye Atatürk’e ağıt yakan Celal Bayar’ın Demokrat Partisi’nin Atatürkçülüğünü, o dönemin Beyaz Türkleri hiç kabullenmediler.
Demirel de beyaz değildi
Bu hep böyle oldu. Süleyman Demirel de 1960 sonrasının Beyaz Türkleri için ya “Kanunsuz Süleyman” ya da “Morrison Süleyman” değil miydi? Ama o dönemde keskinleşen sağ- sol kamplaşması yüzünden Beyaz Türkler ikiye bölündü ve bir bölümü sola kayan CHP’ye ve Ecevit’e karşı Adalet Partisi’ni benimsediler. 1970’lerde de Bülent Ecevit Kerensky’ye benzetilip “Sosyal demokrasiden sonra komünizm gelir” denilmez miydi?
Beyaz Türklerin sayıları artarken kafa karışıklıkları da değişime paralel biçimde arttı. 1980 sonrasında Turgut Özal’ın bilinçle uyguladığı “Organize Sanayi Bölgeleri”nden “Anadolu Kaplanları” çıkmaya, Anadolu’nun esnafı tüccar, zanaatkârı sanayici olmaya başladı.
Beyazlaşan kesimler
1950’lerin hacıağaları 1980’lerde Beyaz Türk olmuşlardı ve Anadolu’dan gelen ikinci ve üçüncü dalga girişimcileri “Yeni zenginler” olarak görmekteydiler. Bunlar Özal’dan kurtulmak için Demirel’i “Umut baba” diye de pompaladılar. Daha sonra bu Beyaz Türkler, “Gümrük Birliği” yüzünden de Çiller’i terk edip “28 Şubatçı Beyaz Türkler”e dönüşmediler mi?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Kap ve kazurat”
İyice zıvanadan çıktılar. Bir yandan Fethullah’ın müritleri, öbür yandan Kürt ayrılıkçıları, beri taraftan gözünü nefret bürümüş alafranga paşa torunları…
Muhalefet etmeyi anladık da, bu “kara nefret” hangi çarpık egonun, hangi ruh bozukluğunun ürünüdür?
Bir yandan da medya füsülükleri! Yazısı okunmadığı, haybeden maaş aldığı için sonunda dayanamayıp yol verilen her gazeteci “beni Tayyip mahvetti” diye ağlıyor.
Fethullah tayfası da “paracıklar gitti” diye ağlamayı sürdürüyor.
Bir yandan “savaşa hayır” edebiyatına sığınıyorlar: PKK adam öldürsün, ordu cevap vermesin!
Ya da “orantılı güç” kullansın, örneğin PKK’nın elinde uçak olmadığına göre bizimkiler de uçaktan bomba atmasınlar…
Kimileri, “1 Kasım’da AKP kazanırsa darbe olur” diyerek gönüllerinden geçen pis umudu açığa vuruyorlar.
Fakat bu eski ve kabak tadı vermiş bir terane olduğu için egosu şişik mütefekkir bozuntularını ciddiye alan yok. Onları ancak Bilgi Üniversitesi koridorlarında adam yerine koyarlar, bir de Baltalimanı sosyalleşme tesislerinde…
İçlerinde hem mason hem Marksist, hem ateist hem Fethullahçı, doğaya aykırı tuhaf yaratıklar bile var, nasıl ciddiye alalım?
Korksunlar tabii, kimin kimden kaç para aldığı, kimin nerede kadrolu olduğu günün birinde ortaya çıkacak.
Kimisi “Tayyip seçimi yaptırmayacak” balonundan medet umuyor.
Daha önce de denemişlerdi, sökmemişti, ama balon değil mi, üfür gitsin…
Örneğin, AKP’nin İstanbul ve Ankara belediyelerini çatır çatır kazandığı yerel seçimlerden önce de “kaybedeceklerini bildikleri için seçimi yaptırmayacaklar” diyen budalalar vardı.
Kimisi geldiği yere dönmekten, gerçek oy oranına inmekten, baraj altına düşmekten korkuyor.
Demirtaş, önce “saray sandıklara el koyacak” diye sallamış, sonra da “bu koşullarda seçim yapılması imkânsızdır” demiş.
Bu kafada olanlar, bir yandan “seçimi erteleyecekler” demekte de beis görmüyorlar.
“Bu sefer PKK’ya seçmeni tehdit olanağı verilmeyecek” ya da “birçok sandıktan tulum oy, silme HDP çıkması, geçen seferki kadar kolay olmayacak galiba” diyemiyorlar.
“Ülkemizin darbeyle işbaşına gelmiş bir başkanı var” imiş.
Bunu bile söyledi bir hazret. İnsan azıcık utanır.
İnsanda azıcık yüz surat olur.
Erdoğan, serbest seçimde, halkın yüzde 52 oyunu doğrudan almamış, darbe yapmış da gelmiş.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH
“Siyaset üretmek-siyaset yapmak”
Dünyada söze bu derecede bağlı galiba iki alan var, edebiyat ve siyaset. Sözü çıkarırsanız geriye bu iki alandan hiçbir şey kalmaz. Ne var ki, sözün nasıl işleneceği edebiyatta bile başlı başına bir meseledir. Sözün özünü oluşturduğu o alanda bile ‘boş’ bir biçimde kullanılması istenmez.
Halbuki bizde siyaset çoğu zaman neredeyse tam da bu ‘boş söz’le bütünleşir. Sadece birbelagat, bir anlatım meselesine dönüşür siyaset. Halk da kendisine özgü zekâsıyla bunu ‘edebiyat yapmak’ olarak değerlendirir. Ve ne yazık ki, edebiyat da bu suretle sadece boş laf olarak anlaşılır. Halbuki hele bugünkü dünyada, siyaset neredeyse tepeden tırnağa ‘teknik’ bir çalışma düzlemidir.
İşin bu noktaya gelmesi, siyasetin bir teknolojik /teknokratik içerik kazanması o derecede benimsediğim bir tutum değildir. Siyasetin, bu plandaki gelişmelerden hiç taviz vermeden, olabildiğince somut projelerle bütünleşmesine inanırım ama bu siyasetinideolojik boyutunu ihmal etmek anlamına gelmemelidir. Tam tersine o projelerindoğrultusunu ideolojik tercihler belirleyecektir.
Türkiye’ye bakıyoruz. Siyaset yıllardır somutlaşmadığı için eleştiriliyor. Proje üretemediği, teknik bir içerik kazanamadığı için, siyasal tabiriyle söyleyelim, popülist bir düzeyde kaldığı için sadece eleştirilmiyor siyaset tıkanıyor da. Yani siyaset üretemiyor siyaset.
Siyaset üretmek demek, siyasetin ideolojik bir düzeyde, zihinsel bir yaklaşımla, çeşitli ön tercihler doğrultusunda model kurmasıdır. Kendisine hedefler tayin edip, toplumu çeşitlisosyolojik dinamiklerle bütünleşip dönüştürmesidir.
***
Son seçimlerden sonra Türk siyasetinin hiç bu sularda olmadığı anlaşıldı. Partiler siyaset üretmekten zerre kadar hazzetmiyor. 7 Haziran seçimleri öncesinde, kimse kusura bakmasın, CHP’nin sonradan ağzına dahi almadığı o manasız çift maaş ikramiye, Konya’da mega-kent projeleri bile siyaset üretmek sayıldı. Devrim, çıkış, sıçrama gibi kavramlarla ele alındı. Bu yaklaşım toplumun siyaset üretimine duyduğu açlığın bir neticesiydi.
7 Haziran sonrasında da bu meselenin ne kadar trajik noktalarda olduğu MHP’nin ve diğer partilerin ‘yapmazuk-etmezük’ tarzıyla büsbütün ayyuka çıktı. İlginç bir şey söyleyeyim mi, bütün o negatif tutumlarıyla bu partiler, koalisyonlara, hükümetlere girmeyi reddederken aslında tepeden tırnağa siyaset yapıyordu.
Sadece taktiklerle dayalı bir anlayışla hareket etmek, manevralarla oyalanmak,pozisyonlara takılıp kalmak, işin arka planındaki dinamikleri görmezden gelmek hem de en kötüsünden siyaset yapmaktır.
***
Ama siyaset üretimine dayanmayan yani düşünsel yaklaşımlardan uzak, zihinsel kurgularagözü, kulağı kapalı bir siyaset kırılmaya, parçalanmaya mahkûmdur. Türkiye 7 Haziran’dan sonra bunu gördü. İşte MHP’nin, hatta onunla mukayese edilemeyecek bile olsa HDP’nin hali ortada.
Şunu da belirteyim ki, başımıza siyasi yıkım olarak ne gelmişse daima siyasetin üretilmediği, çatır çatır, gece gündüz siyaset yapıldığı dönemlerde gelmiştir. İşte 1970 öncesi tam da böyle bir dönemdir. Hatta daha geriye gidilirse, 1912-1918 arası böyle bir dönemdir. 1990’lar tamı tamına böyle bir dönemdir.
Sadece manevralara dayalı, pozisyon almalara bağlı bir siyaset toplumdan kopmaya, kendi içine kapanmaya, dejenere olmaya mahkûmdur, her aşırı derecede kendi içine kapanan varlık gibi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MAHMUT ÖVÜR-SABAH
“Çünkü alçaklık bir seviyedir”
Her şeyin birbirine karıştığı, daha doğrusu bilinçli biçimde karıştırıldığı zamanlardan geçiyoruz. Bu gerçek, diktatörleri kahraman ilan edenlerin insanlık ağıtı yaktığını, terörden medet umanların barış çağrısı yaptığını görünce daha iyi anlaşılıyor.
Bunlar şimdi de, kıyıya vuran o küçük beden üzerinden “insanlık dersi” vermeye kalkıyor. “İnsanlık öldü mü?” diye tweet atıp yazı yazıyor. Bu nasıl bir zihniyet kırılması, bu nasıl bir insanlık hali… Düne kadar, ölümden kaçan o insanları “neden Türkiye’ye alıyorsunuz?” diyenler, halkı kışkırtanlar sanki onlar değil. Şimdi kalkıp hiçbir şey yaşanmamış gibi ağıt yakıyorlar.
Hiç utanmaları da yok. 5 yıldır Suriye’de yaşanan insanlık dramı karşısında kılını kıpırdatmayanlar, 300 bini aşkın insanı öldüren diktatörü görmezden gelenler, yurdunu terk eden 8 milyona yakın insana yardım eli uzatmayanlar birdenbire insanlık âşığı kesiliyor.
Oysa dünyanın vurdumduymazlığına, içimizdeki ve dışımızdaki “Batılılar”ın tezgâhlarına ve kışkırtmalarına rağmen o insanlara kucak açan bir ülke var: Türkiye. Peki, siz o Türkiye’ye ne yaptınız? Hep karşı çıktınız. Gidip o diktatörün elini sıktınız. Masum yüzlü milletvekillerinizi göndererek o diktatöre meşruiyet kazandırdınız. Onun ayakta kalması için ölümlere, sürgünlere sesinizi çıkarmadınız. Kendi ülkenizi bile ihbar ettiniz.
Hatta öyle ileri gideniniz oldu ki, tıpkı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gibi seçim uğruna “Suriyelileri geri göndereceğiz, buralarda ne işiniz var” dedi. Siz de alkışladınız. Dahası bunları pervasızca söyleyenler, bir kez olsun dönüp o diktatöre “sen halkını bombalayamazsın” demedi, diyemedi. Ama 2 milyon Suriyeliye kapısını açan, insani yaşam koşulları sağlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a demediğinizi bırakmadınız. Hatta “Onlara 6 milyar harcıyorsun, emekliye neden vermiyorsun” diyecek kadar alçalanlar bile oldu.
Şimdi o alçaklığı hâlâ yapan ve bir adım ileri götürenler var. İstanbul’dan Ankara’ya gelirken uçakta Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü okudum; donup kaldım. İnsan bu kadar alçalabilir mi diye düşündüm.
Zehirli diliyle kelimelerle oynayarak bakın ne diyor: “Gevşet biraz Rabia selamıyla takallüs etmiş parmaklarını… Kara siyasetinin sıktığı yumruğunu aç, o eller duaya kalksın biraz…”
Allah Allah, bunu söyleyene bakın… Gazetecilik yaşamımda sertlikten, ötekileştirmeden yana olmamaya çaba harcadım. Bu yüzden hakaret düzeyinde yazılara bile cevap vermemeye çalıştım. Ama Haşmet Babaoğlu’nun dediği gibi bu ikiyüzlüler insanı delirtiyor.
Siz Özkök’ün sık sık uzlaşmadan, sıkılı yumrukların açılmasından söz ettiğine bakmayın; o bizim medyanın tanıyabileceğiniz en zehirli diline sahip. Aynaya baksa medyanın son 30 yılında bunu rahat görecek. “Vay şerefsiz”, “411 el kaosa kalktı” manşetlerini atan biri o. Şimdi o masum çocuğun üzerinden günah çıkartıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HINCAL ULUÇ-SABAH
“İnsanlık kıyıya vurdu!..”
Sizin gözünüzün önünden gidiyor mu, o tablo?.
Minik, minnacık bir çocuk.. Kumsala yüzükoyun uzanmış, kırmızı bir tişörtü var.. Altında mavi bir şort ve mavi ayakkabılar.. Uyuyor sanki.. Öyle tatlı, öyle şirin, öyle masum!..
..Ve ölü..
Kos Adasına gitmek için Bodrum’dan açılan bot batmış. 8’i çocuk, 12 kişi boğulmuş.. Bu, kumsala ölü vuran 8 çocuktan biri..
Dünya gazetelerini gösterdi İsmail Küçükkaya Fox’ta.. Birinci sayfalarına silme bu resmi koymuşlar, poster gibi..
Doğruyu yapmışlar.. Bu, yüzyılın resmi.. Hani geçen yüz yıla bir Afganlı kızın resmi vardı, damga vuran.. Onun gibi.. Bunu koydun mu, artık yazıya falan gerek yok.. Yazıya, yoruma, hatta gazetenin geri kalanına gerek yok.. O gün, o resim.. O kadar..
Gerisini okura bırakırsın, resmi önüne koyup.. İnsanlığın “İ”si varsa onda, kafasında kitap yazar.. Senin bir şey eklemene gerek bırakmaz..
Bakın, “O çocuk, sizin olsaydı” falan demelere de gerek duymuyorum..
O çocuk “SİZİN” çünkü.. Eğer insansanız.. O çocuk, “BİZİM!..”
O çocuk “BENİM!..”
Onun için gözümün önünden gitmiyor.
Dünyanın tam sayfa kullandığı o resmi, benim gazetem sayfanın en altından çift sütun vermiş.. Tepede, dişi manşet “İpek böyle kaçtı..”
Cehennemin dibine kaçsın.. Elde bu resim varken ve sen, bu mültecilere kapıları açtığı için, bu mültecilere dünyada en çok destek olduğu, milyonlarcasına bağrına bastığı için eleştirilen bir iktidarı destekliyorsan üstelik, hatta gazeteyi açar, arka kapakla birleştirir, öyle basarsın, 16 sütuna..
Ama birinci sayfa editörlerimle anlaşamıyorum, çoğu zaman..
Bir de..
Benim yazılarım ilk sayfadan anons edilmez. Öyle bir isteğim de hiç olmadı.. Senede bir iki kez anons ederler.
Türkeş yazınca, manşetin altından anons ettiler geçen hafta mesela..
Bu çift sütuna verdikleri resmi yayınladıkları gazetenin içinde, o resmi daha görmeden, o resimden 24 saat evvel yazdığım bir yazı var.. İşte asıl onu anons et ki, koyduğun resmi tamamlasın..
Tıkanan yolda, o tehlikeli trafiğin arasına dalmış, ölüm tehlikeleri içinde kağıt mendil satmaya çalışan bir Suriyeli çocuk görmüş, onun üzerine yazmıştım, o satırları..
” ‘Kim bu çocuk’ diye düşündüm.. Belki de, bir Suriye kasabasında hali vakti yerinde bir ailesi vardı. Her şey yolunda gitse, şimdi keyifle okulunun bahçesinde oynuyor olacaktı belki de.. Akşam kendisini kapıda bekleyen annesinin kucağına koşacaktı..
Peki şimdi?.
Evinden, yurdundan kaçmak zorunda kalmış.. Kimleri ölmüştür acaba?. Annesi.. Babası.. Kardeşleri.. Akrabaları.. Arkadaşları..
En kötüsü.. Umudu ölmüştür o minnacık kız çocuğunun.. Ne olacak, bundan sonra?.
Dönecek mi?. Belli değil.. Evi yerinde kalmış mı acaba, dönse?. Kasabası kalmış mıdır?. Bir yangın yeri?.. Ya da bombalanmış bir harabe..
Peki nerde yaşayacak artık?. Dilendiği Türkiye’de mi?. Yoksa başka yere mi gitmeyi deneyecekler?. Bir bota binip Yunan adalarından birine kaçarken batacak ve boğulacaklar,ya da bir Tır’ın dorsesine 120 kişi tıkılınca, havasızlıktan boğulup ölecekler mi?.”
Hıncal Uluç yere batsın.. Senin gazetenin yazarı yazmış yahu, o resmi 24 saat evvel.. Kahin olduğundan değil, etrafı gözlediğinden.. Gündemi izlediğinden..
Perşembenin gelişini çarşambadan bilmek zor değil o zaman..
O çift sütun resim üzerine harika bir başlık atmışlar ama.. Gerçekten harika.. Düşüneni kutlarım.. Ben de kendi yazıma başlık yaptım o üç kelimeyi.. Her şeyi özetliyor, başka lafa gerek yok!.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEMİL ERTEM-AKŞAM
“Yeni paylaşım savaşının örgütleri”
Akdeniz’de yaşanan mülteci dramını bütün dünyaya-nihayet- cansız bir çocuk bedeni anlattı. Bu kadar dramatik, dayanılmaz bir görüntü olması gerekiyor muydu bu büyük insanlık dramını anlatmak için; hayır tabii ki ama ne yazık ki, içinde bulunduğumuz durum buymuş. Akdeniz ve Ortadoğu’nun enerjinin ve ticaretin merkezi olması ticaret yollarının ve enerji kaynaklarının denetim altına alınması bugün yeni paylaşım savaşının temelini oluşturuyor. İşte mülteci dramı bu ekonomik paylaşım savaşının en katlanılmaz sonuçlarından birisidir. Bütün bu süreçte, Türkiye’nin Suriye politikasından, mülteci sorununa yaklaşımına kadar bütün tezlerinin ne denli yerinde olduğunu da bugün görüyoruz. Ayrıca yine bugün Batı’nın, tıpkı birinci ve ikinci paylaşım savaşlarında olduğu gibi, pazar ve enerji paylaşımı söz konusu olduğunda, insanlıktan nasıl çıktığını da görüyoruz. AB’nin yalnız ekonomisi iflas etmemiştir, bu dramla birlikte, varlık nedeni olarak gördüğü ve anlattığı bütün moral ve insani değerler de iflas etmiştir. Bu çerçevede bu yaşanılan konvansiyonel olmayan yeni bir paylaşım savaşıdır.
Acı bir ironi…
Akdeniz’de bu dram yaşanırken, masum çocukların cansız bedenleri kıyıya vururken, aynı günlerde, İtalyan enerji şirketi ENI Akdeniz’de Mısır karasularında “en büyük” doğalgaz yatağını bulduğunu açıkladı. Şirket yayınladığı bildiride, 100 km lık alandaki doğalgaz yatağının 850 milyar metreküp potansiyeli olabileceğini söyledi. ENI’nin açıkladığı bu rezervin dünyadaki en büyük doğal gaz rezervlerinden biri olabileceği ifade ediliyor.
Mısır petrol bakanlığı da bu keşfi doğruladı. Şüphesiz bu acı bir ironi. Ama çok şeyi anlatan, Akdeniz ve Ortadoğu’da şimdiye kadar olan ve ne yazık ki, bundan sonra da olacakları bize anlatan bir ironidir bu…
Doğu Akdeniz enerji kaynakları, önümüzdeki günlerde, bir politik sorun olarak gündeme taşınacak. ENI nin Mısır karasularında bulduğunu söylediği rezerv, Mısır’da darbeci Sisi yönetiminin kalıcı olması sağlandıktan sonra resmen açıklanmıştır. Oysa biliyoruz ki, bu doğalgaz rezervleri Mısır’da Mursi yönetimi zamanında da biliniyordu. Ayrıca Mursi yönetimi, darbeden hemen önce, Türkiye ile çok önemli ekonomik anlaşmalar yapmış ve Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama ve Mısır eneri kaynaklarının Güney Gaz Koridoru ‘na bağlanması da gündeme gelmişti. Şimdi ENI’nin bulduğu en büyük doğalgaz rezervinin sırrı çok açık olarak ortaya çıkıyor. Bu sır, demokratik yollarla yönetime gelen ancak darbeyle yönetimden uzaklaştırılan Mursi’nin Türkiye ile tıpkı Kuzey Irak Kürt Yönetimi gibi enerji işbirliği anlaşmaları yapmasıdır şüphesiz. Çok ilginçtir ki, tam şu sıralar, Türkiye’de PKK oluşturduğu terörle istikrarı tehdit ediyor ama burada PKK’nın amaçlarından birisi de, Türkiye ile Barzani yönetiminin arasını açmaktır. Ancak Barzani bu kirli savaş propagandasının arkasındaki planı gördü ve PKK’nın Kürtlerin siyasi temsilcisi olmadığını ve PKK’nın silah bırakması gerektiğini söyledi. Kuzey Irak Kürt Yönetimi hem refah hem de siyasi meşruiyet için Türkiye ile işbirliği yapmak zorunda. Kürtlerin ticari olarak Batı’ya ve Akdeniz’e Türkiye dışında çıkışları yok.
Güvenli Bölge Kaçınılmaz…
Bu arada Türk ordusu koalisyon güçleri ile birlikte DEAŞ’a karşı operasyona başladı. Bu hiç şüphesiz birçok açıdan önemlidir ama insani olarak Suriye mültecileri için de çok önemli bir adımdır. Türkiye sınırı boyunca oluşturacak bir güvenli bölge bugün artık insani olarak da kaçınılmaz ihtiyaçtır. Ancak bölgeye barışın nihai olarak gelmesi için, bölge halklarının üstünde oturdukları enerji kaynaklarına sahip çıkmaları gerekir. Bundan dolayı Mısır, Kuzey Irak Kürt Yönetimi, Kıbrıs, Türkiye hem kendi topraklarında hem de Akdeniz’deki enerji kaynakları için karşı karşıya getirilmeye çalışılacaktır.
Avrupa, enerji ve Barış…
2030 yılında Eurozone ‘nun gaz tüketiminin tahmini olarak 760 milyar metreküpe dayanacağı sanılıyor. Bu da ithalata bağımlılığının yüzde 80’lere çıkacağını göstermekte. Kısaca söylersek AB ithalatta 240 milyar metreküplük bir artış söz konusu 2030’da. AB, bu enerji açığını ya Rusya’dan karşılayacak ya da Türkiye üzerinden GGK ile… Başka yol yoktur!
GGK’nun en önemli ve en hayati kısmı da TANAP projesi. GGK, Azerbaycan, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz gaz rezervlerinin Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını gerçekleştirecek bir koridor. GGK, tam anlamıyla devreye girdiğinde bugün ağırlıkla olarak Rusya ve Almanya’nın denetlediği enerji tekeli kırılacaktır.
Bu aynı zamanda, a) Enerji güvenliği -ki bu bölgede demokrasi, barış ve siyasi istikrar demektir.
b) Yeni enerji fiyatları -ki bu yalnız doğalgaz ve petrolde değil dünya ekonomik çevrimini belirleyen tüm emtia fiyatlarında tam buradan başlamak üzere bir normalleşme demektir.
c) Bölgenin barış içinde entegrasyonu -ki bu da, Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan başlayıp Türkiye ve Gürcistan’dan geçerek Azerbaycan’a kadar varan yeni bir birleşik, barış hinterlandı demektir.
Bu açıdan şimdilerde Doğu Akdeniz’de ENI’nin bulduğunu iddia ettiği ve Mısır’da Sisi yönetiminin “bizim” diye doğruladığı doğalgaz rezervi GGK’na alternatif olamaz. Ancak Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyenlerin amacı Türkiye ‘siz bir GGK’nu devreye sokmaktır. Bu, GGK’nun ana damarı Azerbaycan kaynakları için olduğu kadar, Kuzey Irak’taki Kürt kaynakları için de geçerlidir. Ve şu günlerde yeniden teröre başvuran PKK’ye verilmiş bir görevdir de bu… Tıpkı DEAŞ gibi, tıpkı FETÖ gibi… Bu üç yapı, yeni paylaşım savaşının örgütüdür. Bu üç yapının tam şu sıralar savundukları siyasi çizgiye bakın, bizim yeni bir paylaşım savaşı dediğimiz ve yukarıda anlattığımız ekonomik ve siyasi gelişmelerde aynı olduğunu görürsünüz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Aydınlar neyi karartıyor?”
Paralel yapının kasası Akın İpek’in şirketlerine yönelik düzenlenen operasyona en sert tepki 180 aydından geldi. Cemaat’in organize ettiği imza kampanyasının başını -tahmin edeceğiniz gibi- Hasan Cemal ve Cengiz Çandar çekiyor. İmzacılar arasında Nazlı Ilıcak, Baskın Oran, Nuray Mert, Koray Çalışkan, Can Dündar, Ekrem Dumanlı, Mümtazer Türköne, Nuh Gönültaş, Erhan Başyurt, Ömer Laçiner, Aydın Engin, Oya Baydar, Ferhat Kentel ile Suzan Samancı ve Eren Keskin gibi bazı Kürt şahsiyetler de var.
Bildirinin başlığı ise çok sert ve öfkeli: “Türkiye’ye Nazi Almanyasını yaşatmayacağız!” Aydınların en sert sözlerini 7 milyar doları yurt dışına çıkardıktan sonra Türkiye’den kaçan Cemaat’in kasası bir işadamı için ayırmış olmaları fazlasıyla anlamlı. Aydınların piri sayılan Ahmet Altan’ın da Erdoğan’a yönelik en ağır tehditlerini yine Akın İpek operasyonundan sonra çıktığı Cemaat kanallarında savurması dikkat çekici.
* * *
Haliyle merak ediyorum: Ey imzacı aydınlar! En büyük sözünüzü, en ağır tehditlerinizi kendini savunma imkanı olmasına rağmen bir suçlu gibi vatanından kaçan işadamı için mi sakladınız? Bu ülkede özgürlük adına, demokrasi adına, adalet adına savunacak, isyan edecek, dile getirecek başka sorun bulamadınız mı? Kıyılarımıza vuran çocuk cesetleri için isyan etseydiniz daha anlamlı olurdu. Zamanında Berkin Elvan için imza kampanyaları düzenlediniz, sivil ölümlere karşı sesinizi yükselttiniz, fena değildi elbet; ama bugün Güneydoğu yangın yerine dönmüş durumda; PKK çocuk-genç, doktor-öğretmen, sivil-asker ayrımı yapmadan terör saldırıları gerçekleştiriyor; sizin söyleyecek tek bir sözünüz, imza atacak bir bildiriniz yok mu?
Aydınların görevi 7 milyar doları hiç edip yurtdışına kaçan Cemaat’in kasasını savunmak olabilir mi? Doğrusunu söylemek gerekirse bu bildiri aydınları için utanç vericidir; bu bildiriye imza atanlar da utanmalıdır.
* * *
Bildirinin başlığında yer alan “Türkiye’ye Nazi Almanyasını yaşatmayacağız” sözü ise gerçeklikten uzak olduğu gibi hakikatleri karartma işlevi görüyor. İmzacı aydınlar, Nazi arayacaklarsa çok uzağa değil, destek çıktıkları Cemaat’e bakmaları yeterdi. Yaşadığımız onca tecrübeyi göz önüne alarak değerlendirecek olursak Gülen’in istihbaratçı polislerinin Hitler’in SS’lerinden farkı var mıydı? Hükümete karşı darbeye girişen bu polis ve savcılar değil miydi? Aydınlar, Cemaat’in 2007-2013 arasında bu ülkede neler yaptığından habersiz mi? Gerçeklere bu kadar uzak olanlar nasıl aydın geçinebiliyor?
Nazizme en yakın özelliklere sahip olan paralel yapıya arka çıkıp AK Parti’yi “Nazizmle” suçlamak büyük bir saptırma girişimi ve gerçekleri karartma tutumudur. Oysa bu mesnetsiz suçlayıcılık, bu büyük yalancılık alışkanlığıyla bile imzacı aydınlar, Naziler’e Ak Parti’den çok daha yakın duruyor.
Aydınların bu histerik çıkışının sebebinin eski düzenlerinin adım adım yıkılmasıyla yakından bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Milli iradeye paralel yapılar, derin devlet adım adım ortadan kaldırılıyor. Milletin karşısına çıkarılan, itibar kazandırılan bu aydınların çoğu ise aslında eski düzenin bekçisi. Bu yüzden sağcısı, solcusu, Kürtçüsü, Türkçüsü… ne kadar “aydın” varsa -bugünlerde şahit olduğumuz şekilde- maskelerinden sıyrılıp bu yıkılışı engellemeye koşuyor. Milli irade güçlendikçe aydınlar hırçınlaşıyor; milli irade kurumlaştıkça aydınlar ellerindeki kalemleri atıp bir bir silah kuşanıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Yeni Ortam”
Hürriyet bu.. Bir zamanlar 1 milyon civarında bir tirajı vardı. Bugün 300.000’lerde. Bir zamanlar 1.400.000 tiraj açıklayan Zaman da bugün 600.000’lerde ve her hafta 10-25.000 arası tiraj kaybından söz ediyor..
Bir zamanlar “Yeni Ortam” diye bir gazete vardı. 11 Eylül 1972’de yayına başladı. Cumhuriyet çizgisinde bir gazete. Daha sonra Yeniden Milli Mücadele tarafından devralındı.
Hürriyet hep elinin altında, sağ, sol, liberal gazete ve dergileri olsun istedi.. Hem yabancıların Türkiye’deki Truva atı olacaklar, hem “Türkiye Türklerindir” sloganı ile Atatürk ve Türk bayrağından oluşan logoyu başlığının kenarına yerleştirerek herkese mavi boncuk dağıtmaya devam edecekler.
“Hürriyet” biraz CNN, biraz RTL, biraz Rizzoli, Biraz İngiliz, biraz Fransız’dır.. Cumhuriyet gazetesinin arkasında Hürriyet de vardır.. Kanaltürk de Hürriyet desteği ile Tuncay Özkan’a hediye edilmiş, o da İpek-Koza grubuna satmış. Eee.. Zaman da el altından Taraf’ı destekliyor.. Taraf, liberal sol bir yayın organı görünümünde ama Paralel yapının Truva atı. Ergenekon, Balyoz davası ve Gezi olayları sırasında önemli bir rol üslendi..
Bu partiler, bu dernekler, bu medya hâlâ büyük ölçüde soğuk savaş döneminden kalan yapılar. Soğuk savaş bitti ama bu yapılar hâlâ devam ediyorlar. Önümüzdeki günlerde ya tasfiye edilecekler ya da dönüştürülecekler.. Eskiden sol ve milliyetçi gruplara yoğunlaşıyorlardı şimdi dindarlar üzerinde yoğunlaşıyorlar.
Bugün paralel yapının onlarca gazete, dergi, radyo ve televizyonu var.. Dünyanın bir çok yerinde çok sayıda radyo, TV, gazete, dergi, internet sitesi ve ajansa sahip.. Amiral konumda Zaman ve Samanyolu TV, Burç FM ve Cihan Haber Ajansı var.. En son MC Haber adıyla yeni bir haber kanalı kurduğu haberi geldi..
Türkiye’de yayınlanan günlük gazeteleri Zaman, Bugün, Meydan, Taraf.. Tabi Todays Zaman da var. Televizyonları Samanyolu Haber, Mehtap, Ebru, Yumurcak TV de var. Aksiyon, Sızıntı gibi dergileri var. Radyo olarak Dünya Radyo, Samanyolu Haber, internet sayfası samanyoluhaber.com, herkul.com.. Koza grubunun “Bugün” gazetesi, “Kanaltürk” radyo ve TV’si, Bugün TV’si var.. Bir de Millet gazetesi var.. Bu arada “Zaman” ve “Bugün” bedava dağıtılıyor. Bunun parasını birileri ödüyor ya da birilerinden alınıyor. Bu işletmeler paralel devletin örtülü KİT’i konumunda..
Sözcü, Paralel yapının ve ulusalcıların tetikçisi rolünü üstlendi sanki. Zaten artık kim sağcı, kim solcu belli değil.. Soğuk savaşın vuruşan kadroları bugün Ergenekon ve Balyoz’un gönüllü avukatlığına soyundu. CHP ve MHP arasında, yönetici kadro açısından farkı farketmek çok kolay olmasa gerek..
Dün Ergenekon ve Balyoz davası sırasında Paralel yapı ile CHP ve MHP karşı karşıyaydı bugün kol kolalar.. Dün Paralel yapı, KCK’ya operasyon yapıyordu, bugün KCK, PKK ve HDP ile kol kolalar.. CHP, MHP, HDP, Paralel yapıyı destekleyen medya ve STK yanında uluslararası lobi de bu ittifaka destek veriyor..
Bu piyasada kimin eli, kimin cebinde belli değil.. Bu iş dün böyle idi, bugün de böyle.. Bu koalisyonda yok yok. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İsrail, Vatikan, Esed, Sisi herkes bu derin yapıya destek veriyor.
Hani 28 Şubat’ta da 5’li çeteyi hatırlıyorsunuz, DİSK ve TÜRK-İŞ kol kola girmişti. Hatta TÜSİAD da bu yapıya destek veriyordu. TİSK de, TESK de, TOBB da çeteye dahildi..
Derin devletin de, Paralel devletin de bir sürü örtülü KİT’i var.. Önce devlete karşı çıkanlar sonra devleti ele geçirmek için devlete benzer bir örgütlenme içine giriyorlar.. Devleti dönüştürmek isterken, zaman içinde kendileri dönüşüyorlar..
Devletle içli dışlı olanlar bu konuda dikkat etmezlerse bu işin nasıl olduğunu anlamadan kendileri de dönüşürler. Ava giderken avlanırlar. Bana kalırsa, sağ da, sol da, dini topluluklar/cemaatler de hep aynı çukura düşüyorlar, hem de göz göre göre.. Siyasetin, devletin büyüsü gözlerini kamaştırıyor..
Aslında Kemalizmi eleştiren, sağ, sol, dindar kesimlerin çoğu metodik anlamda Kemalist bir çizgi izliyorlar. Akıllarında devleti ele geçirip toplumu değiştirmek isterken bu dönüştürücü güç önce kendisine dokunan örgütleri ve toplulukları dönüştürüyor..
İpek Koza’ya yapılan operasyon aslında devleri ele geçirmeye çalışan bir örtülü KİT’e yapılan operasyon olarak görülecek olursa, basın özgürlüğünden yola çıkarak yapılan yorumlar boşa çıkar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Mülaaneci dostum!”
Adam çıkmış, “Erdoğan yargılanma hakkını kaybetmiştir” diyor, seçimle gelmiş Cumhurbaşkanı’nı ölümle tehdit ediyor, güya darbe uyarısı yaparak“yandaşlar” için düşünülen “iyilikleri” sıralıyor ama bizim cemaatçi Hasan Sutay, bütün bu söylenenlerde problem görmüyor.
Benim tanıdığım Hasan Sutay, “Bir dakka hemşerim… Sen ne hakla insanları tehdit ediyorsun? Düşmanım da olsa, Erdoğan seçilmiş Cumhurbaşkanıdır… Yargılanmasını gerektirecek bir durum varsa, yargılanır. Bunun nasıl olacağı yasalarla belirlenmiştir. ‘Yargılanma hakkını kaybetmiştir’ demek de ne oluyor? Bu ne rezil söz böyle?” der, yalancıktan da olsa isyan ederdi…
Hayır, Hasan Sutay bunu yapmıyor.
Bu rezilliği eleştirenlere saldırıyor.
Bana saldırıyor yani…
Hasan Sutay’ı tanırım… Kibar, nezaketli ve “hak”tan yana bir insan olarak bilirim. Ben tanıdığımda, Zaman gazetesinde çalışıyordu. Hâlâ orada çalışıyor… Birkaç kez karşılaştık. İade-i ziyarette bulunamadım ama birkaç kez de çalıştığım gazeteye geldi. Oturduk, konuştuk, çay içtik, kitaplardan filan söz ettik. Bütün karşılaşmalarımızdan olumlu izlenimlerle ayrıldığımı hatırlıyorum. Hani, “Hâzâ beyefendi” derler ya, öyle bir insandı. Hâlâ öyle mi? Bilmiyorum. Kaç yıldır görüşmüyoruz. Bundan sonra da görüşmeyiz herhalde.
Daha doğrusu, ben görüşmek istemem…
Hayır, Fethullah Gülen bağlısı olduğu için değil…
Bağlılıklar, aidiyetler, siyasal mensubiyetler o kadar da önemli değil… Hayata farklı zaviyelerden de baksanız, sonuçta bir “hukuk” tesis ediyorsunuz.
Ben Hasan Sutay’la, mülaaneci dünya görüşüne mensup olduğu için değil, hasbelkader oluşturduğumuz “hukuk”u yıktığı ve başka bir surete büründüğü için görüşmek istemem. Benden ırak olsun…
Bu, onun ilk saldırısı değil elbette.
Bundan önce de sosyal medya üzerinden bir-iki teşebbüste bulunmuş, “ayıp” denilebilecek tavırlar sergilemişti.
Susmuştum.
Eski günlerin hatırına susmuştum.
Hasbelkader oluşturduğumuz hukuka halel gelmesin diye susmuştum.
Susmamak gerekiyormuş.
Siz sustukça ve alttan aldıkça, karşı tarafın cüreti artıyor, kendisini iyice “tanınmaz” hale getiriyor.
Dün (yukarıda da söylediğim gibi), “Erdoğan yargılanma hakkını kaybetmiştir” diyen ve seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı ölümle tehdit eden Ahmet Altan’ı eleştiren bir yazı yazmış, bu “hastalıklı hal”i teşhir etmeye çalışmıştım.
Cevap, Ahmet Altan’ın müseccel tetikçilerinden değil, Zaman gazetesi yazarı Hasan Sutay’dan (yani Ahmet Altan’ın mülaaneci dostlarından) geldi.
Şöyle diyordu Sutay: “Ahmet Kekeç 28 Şubat’ta köşe bucak kaçıyor ve müstear isimle yazıyordu. Şimdi tam bir despot sevici oldu. Demek ki hoşuna gitmiş o günler.”
Doğru söylüyorsun Hasan, dostum…
Malum süreçte, üç yıl kadar müstear isimle yazmak zorunda kaldım.
Fethullah Gülen’in “bağlılıklarını” bildirdiği Çevik Bir’in talimatıyla hakkımda 100’ü aşkın suç duyurusunda bulunulmuştu. Bunların 30 küsuru ceza davasına dönüştü. Yargılandım. Bazılarından mahkûm oldum. “Rahşan affı” yetişmeseydi, şu an cezaevindeydim.
Fakat bir şeyi yanlış biliyorsun.
Köşe-bucak kaçmadım.
Sizin “kahraman savcılarınız” ve yazarlarınız gibi, soluğu Brüksel’de ya da Kanada’da almadım.
Ülkemde kaldım ve çocuklarımın nafakasını temin etmek için müstear isimle yazılarıma devam ettim. Burada bir kabahat varsa, bu bana değil, Fethullah Bey’in “bağlılıklarını” bildirdiği Çevik Bir’e aittir. Size aittir…
Tek geçim kaynağım yazı yazmaktı. Hatırlarsan, o dönemde bazı kitaplar yazmıştım. Ama o kitapların ilanını (en yüksek tarifeyle bile) gazetenizde yayınlatmaya muvaffak olamıyordum.
Camianız benim gibi “deşifre olmuş” ve sistemin hoş bakmadığı kişilerle yan yana görünmek istemiyordu.
Bizden kaçıyordunuz.
Biz, “Bu başörtüsü yasağı da nedir? Ayıp olmuyor mu?” dediğimiz için yargılanıyor ve müstear isimle yazmak zorunda bırakılıyorduk, siz “başörtüsü füruattır” diyerek kızların başını açtırıyordunuz.
Hem 28 Şubat’çılarla aynı karede poz vereceksiniz, hem seçilmiş siyasileri ölümle tehdit edeceksiniz, hem de CIA ile iç içeliği savunan yazarlara köşe açacaksınız… (Bkz. Ekrem Dumanlı ve Lale Kemal’in beyanları…)
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Gel ey merhamet!”
Fransa eski Kültür Bakanı Andre Malraux, aynı zamanda ünlü bir roman yazarı. Romanının adı Umut. İspanya iç harbini anlatıyor. İç harp, faşist general Franco’nun askerleri ile, uluslararası tugaylar arasında gerçekleşiyor. Uluslararası tugaylarda her milletten sosyalist aydınlar var. Franco canavar, tugaylar barış misyonerleri olarak görülüyor. Malraux, romanda şöyle bir manzarayı tasvir ediyor:
– Bir franco askeri vurulmuş, yere uzanmış yatıyor. Yaralarından akan kanlar bir çukurda toplanmış. Bu arada bir çocuk geliyor, parmağını çukurda birikmiş olan kana batırıyor ve yandaki evin duvarına “Viva la revolte – Yaşasın devrim” yazıyor.
Çocuk, kan ve devrim…
Andre Malraux bu manzarayı acıyla, ürkerek seyrediyor ve dilinden şu sözler dökülüyor:
– Bize bir Müslüman yufka yüreği lazım.
…….
Gel ey merhamet!
Dol yüreklerimize.
Doğ yüreklerimize.
Erhamürrahimin’den taşıp gelen rahmet huzmeleri gibi.
Rahmeten lil aleminden yüreklerimize konan merhamet şebnemleri gibi.
Çocukların yüreklerine dol. Yolmasınlar kelebeğin kanatlarını, atış talimi yapmasınlar kediler üzerinde, kanatlarını kesmesinler kuşların. Vuruştuklarında canavarlaşmasınlar arkadaşlarına karşı.
Annelerin yüreklerine dol. Dövmesinler çocuklarını sokakta. Bırakmasınlar bebeklerini hastane odalarında, cami kapılarında, çöp kutularında… Allah’ın kendilerine emanet ettiği bebeklere bıçak attırmasınlar doğmadan.
Babaların yüreklerine dol. Bırakıp gitmesinler eşlerini, çocuklarını hiçbir sorumluluk duymazcasına. Hiçbir bağları oluşmamış gibi. Sadece bir sperm fabrikası haline gelmesin babalar. Rahmet yüklensin, şefkat yüklensin…
Eşlerin yüreklerini sar ey merhamet. Peygamber yüreği dolaşsın her bir gönülde.
Evlerin iklimi ol. Merhameti solusun herkes.
Ülke ülke gel ey merhamet. Kıta kıta sar evreni.
Güç sahiplerinin yüreklerini unutma. En küçüğünden en büyüğüne. En çok güç sahibine lazımsın. En çok onu dizginlemelisin.
İşverenin yüreğini bul, çalıştırdığı her insana acısın. Gücünü, kendisi Erhamürrahiminden nasıl merhamet niyaz ediyorsa öyle kullansın.
İşçinin yüreğini bul. Kol gücü ile kalb gücünü dengelesin.
Yetimler için gel ey merhamet!
Öksüzler için gel yüreklere.
Eşini kaybetmiş kadınlar için. Öksüzleşmiş, yalnızlaşmış, adeta gurbete düşmüş erkekler için gel.
Yaşlanmış anneler, babalar için. Üf bile denilmemesi istenenler için. Rahman’ın “Rahmet kanatlarını gerin” dediği aba-ü ecdat için.
Kapıda gülen bir göz bekleyen huzurevi sakinleri için.
Yalnızlar için. Yolda kalmışlar için. Gurbete düşmüşler için.
Mısır için, Suriye için, Irak için, Myanmar için.
Bosna’da çocuğu katledilen anneler için, anneleri katledilen çocuklar için, Bosna’da gün ortasında ve tüm dünyanın önünde kaybedilen insanlık için, üzerine çullanılan insanlık onuru için. Vurulan Mostar için, İslam medeniyeti mirası için…
Çağın yalnızlığa mahkum ettiği, kapıları hiç çalınmayan yaşlılar için gel ey merhamet.
Gençler için gel.
Uyuşturucu, alkol, cinsellik anaforunda savrulan gençlerin yüreğini kurtarmak için gel ey merhamet!
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
SİBEL ERASLAN-STAR
“Bodrum’da kıyıya vuran ‘Devrimci Halk Savaşı’”
Akdeniz, mülteci mezarlığına döndü…
Niçin…
Bir habere veya bilgiye “niçin” diye sormazsanız, o haber veya bilgi unutulmaya ya da duygulandırıcı bir kenar süsü olarak kalmaya mahkumdur. Tıpkı, yüzüstü dalgalara kapaklanmış halde Bodrum açıklarından kıyıya vuran o çocuk cesetlerinin sahipsizliğinde olduğu gibi…
Niçin…
O insanlar, ölümü bile bile niye çıkıyorlar o yola? Onları canları pahasına evlerinden çıkartmış olan hangi sebeplerdir? Kimse sakın yoksulluk demesin. Çünkü yoksul bile olsa kimse evini yurdunu darmadağın edip sırtındaki tek bir gömlekle düşmez ölüm yollarına. Demek ki evleri, köyleri, kentleri, yurtları onlara dar edildi ki düştüler yollara… Kaç yıldır varil bombası yağıyordu o çocukların başına… Kaç yıldır bombardıman altında inliyordu o kentler. Suriye. Kanayan bir insanlık yarası…
Kendi halkına kendi yurtlarını dar eden bir zulüm yönetimi hakim Suriye’de. Bodrum’da kıyılara vuran çocuk cesetlerinin sebebi evvela onlara kendi memleketlerini dar eden Suriye yönetimidir. Bunu hala görmeyecek misiniz?
Ve “devrimci halk savaşı” başlattıklarını; uykuda adam kurşunlayarak, hasta taşıyan ambulansları bombalayarak, doktor, hemşire, eczacı vurarak ispat eden habis bir terör çatısı var karşımızda… Bu zehirli çatının Suriye’de aktif olan bileşeni, yani PYD’nin, ‘’teritoryal’’ bir savaşım verdiği iddia ediliyor. Nedir bu teritoryal savaş? Bir toprağı, araziyi güç kullanarak zaptetmenin, o arazidekileri zor kullanarak, imha ederek, sürerek arındırmanın diplomatik jargondaki karşılığı galiba…
***
Bunun Bodrum’da kıyıya vuran çocuk göçmenlerin cesetleriyle ne ilgisi var diyecek olursanız…
Maaşlarını bizzat Suriye diktatör düzeninden alan PYD’nin, Suriye halkına reva görülen genel imha sürecindeki aktif rolünden söz etmek de gerekir sanırım… Birkaç yıl öncesine kadar Suriye’deki Kürtlere nüfus cüzdanı bile vermeyen Esat yönetimi, bugün Suriye’yi kan gölüne çeviren imha sürecinde, güya Suriye Kürtlerinin temsilcisi olduğunu iddia eden PYD’yi kendine bağlı bir ölüm mangası olarak çalıştırıyor. Suriye’yi Suriyeliye dar eden, yüzbinleri ölüme, imhaya mahkum eden, milyonlarca insanıysa mülteci/göçmen durumunda can havliyle dışarı süren vahşet timlerinden birisidir PYD…
‘’Rojava’’... Büyük ve renkli rüya! Biraz toprak, biraz arazi, biraz teritorya, derken bir ülke… Bir ucunda batık sandallardan botlardan fışkıran çocuk cesetleriyle, bir ucundan mezar tarlalarına çevrilmiş kentler ve kasabalarla, çalkalanmış boşaltılmış yakılıp yıkılmış köyleriyle, bir yanıyla kimyasal silahla yakılmış ölüleri, bir yanıyla açlıktan deliren insanlarıyla Suriye’den kopartılmış renkli hülya… Zulümle abad olacağını zanneden, insanları öldüre öldüre kendine yurt açacağını inanmış bozguncularıyla, sırtını şimdilik sıvazlayan global güçlerin eşliğinde, güzel rüya büyük ütopya Rojava… Bizi bırak, geç bakma bize. Nasıl inandıracaksın kendini kendine.
***
Herkes ezberlenmiş şekliyle; ‘’kıyıya vuran bir balina olsaydı şayet dünya ayağa kalkardı...’’ diyor… Yahu dünyayı bir köşeye yazın… Biz ne yapıyoruz ona bakalım…
Türkiye, tüm dünyanın hayret dolu bakışları arasında, mucizevi birşey gerçekleştiriyor: 2 milyonun üzerinde Suriyeli muhacire, ev sahipliği yapıyor.Üstelik alacağı 30 kişilik mülteci yekunu için hıristiyan mısın yoksa müslüman mı, şayet müslümansan seni alamayız çünkü bizim burada cami falan yok diyen ‘’Avrupalı’’ zihniyetin hemen yanı başında gerçekleşiyor bu misafirperverlik… Üstelik, ‘’bize oy verin Suriyelileri hemen gönderelim geldikleri yere’’ diyen birtakım siyasi parti liderlerine rağmen gerçekleşiyor bu 2 milyonluk hicret…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERİL DEDEOĞLU-STAR
“ABD ve Rusya: Yeni bir dönemin işaretleri”
NATO, Karadeniz’de Ukrayna’nın da katıldığı bir askeri tatbikat yapıyor. Tatbikatın adı “Deniz Esintisi 2015”. Karadeniz Fırtınası gibi bir isim verilmediğine bakılırsa, tatbikatın amacı Ukrayna’nın “Batı”ya yakınlığını teyit etmek. Diğer bir ifadeyle Rusya’yı çok açık biçimde tehdit etmeyen bir NATO var denilmeye çalışılıyor.
“Ukrayna bizden” anlamındaki bu tatbikata karşılık Rusya’nın da katiyen boş durmadığını ve hemen karşı atağa geçtiğini belirtmek gerekiyor. Rusya, yanına Belarus ve Sırbistanı alarak oldukça geniş kapsamlı bir tatbikat yapıyor. Bu tatbikatın adı da “Slav Kardeşliği”. Rusya, kısaca “Ukrayna sizdense Sırbistan da bizden” demeye getiriyor.
NATO ile Rusya’nın askeri tatbikatlar yoluyla zarif bir itişme içinde oldukları açık. Bu itişme, tarafların birbirini doğrudan askeri anlamda tehdit etmeleri anlamına gelmiyor. Diğer bir ifadeyle ABD ve Rusya’nın birbirlerini vurmaya yönelik bir tatbikat yapmaları söz konusu bile değil. Yapılan, Avrupa’nın doğusundaki etki alanlarının sınırlarını belirlemeye yönelik bir itişme. Kuzeyde ABD elini Ukrayna üzerine koyuyorsa, Rusya da güneyde elini Sırbistan’a bastırıyor. Kosova’ya karşı Sırbistan, Ukrayna’ya karşı Belarus. Kısacası Rusya ve ABD birbirlerine “durma” noktalarını gösteriyorlar.
Ortadoğu sorunsalı
Doğu Avrupa coğrafyasında ve yapılan tatbikatlarla, tarafların politikalarını anlamlandırmak kolay oluyor. Zira bu gelişmelerde rol oynayan aktörler devlet ve bu devletlerin politikaları da izlenebilecek kadar aleni. Ancak konu Ortadoğu olduğunda, tarafların politikaları diye bir cümle kurmak zor. Zira Irak ve Suriye krizleri başta olmak üzere bu bölgede “taraflar” olarak tanımlanabilecek açık bir saflaşma söz konusu değil. Ayrıca, ortada doğrudan çatışan devletler de gözüküyor. Çatışanlar çeşitli gruplar. Kim kimden yanadır, kim hangi grubu destekler o da açık değil. Dolayısıyla ABD ile Rusya Ortadoğu’da vekalet savaşı sürdürüyorlar demek de kolay değil.
Söz konusu zorluğa neden olay bir diğer konu da, Ortadoğu çatışmalarında rol oynayan aktörlerin sadece ABD ve Rusya olmamasıyla ilgili. Balkanlar’da, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşananlarla Rusya ve ABD araya sızmaya çalışan Avrupa ülkelerini devre dışı bırakmayı başardıkları için bugün doğrudan birbirlerine yönelik politika uygulayabiliyorlar. Muhtemelen gün gelecek, artık Sırbistan’ın Rusya, Ukrayna’nın da ABD yanlısı politikalar üretmeleri konusunda anlaşmaya varılacak. Yani taraflar kimim kimden yana kalacağı konusunda örtülü biçimde uzlaşacaklar.
Çözüm girişimi
Benzer bir durumun Ortadoğu için de gerekli olduğu bir aşamaya ulaşıldı. Rusya’nın IŞİD’le mücadeleye dahil olabileceğini açıklaması ve IŞİD ile ilgili yaklaşımını ortaya koyması, bir başlangıca karşılık geliyor. Üstelik bu konuda verilen beyanatta Putin’in ismi karartılsa, Obama’nın bir açıklaması basına verilmiş diye düşünmek bile mümkün. Yani o kadar benzer bir yaklaşım söz konusu.
Bu benzer açıklama, bazı ön görüşmelerin yapılmasıyla da eş zamanlı olmuş. ABD’nin Özel Suriye Temsilci, Moskova’ya giderek Rus mevkidaşıyla görüşmüş. Konu, Suriye’deki savaşın sonlandırılması. Bu çerçevede ABD, Suriye krizinde rol oynayan Suudi Arabistan ile de görüştüklerini açıklamış.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
on5yirmni5