Röportaj: Engin Dinç
Yaklaşık 1 milyon satan bir gazetenin, Zaman’ın yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı. Dolayısıyla medyayı en iyi tanıyan isimlerden biri. Ekrem Dumanlı’yla Türk medyasını konuştuk.
Türkiye’de medya özellikle 12 Eylül sonrası büyük kırılmalara uğradı. Şu anda halkla medya arasındaki ilişkinin dönüşmesi açısından başka bir kırılma dönemi sayılabilir. Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yla Türk medyasında yaşanan dönüşümü ve ülkemizde son günlerde yaşanan önemli olayları konuştuk. Ekrem Dumanlı, genç gazeteci adaylarına da öğütler verdi. İşte Ekrem Dumanlı’yla Türk medyası üzerine yaptığımız söyleşi…
Türk medyasında yaşanan bir değişim var. Yeni sermaye kesimleri medyada TV, radyo veya gazete sahibi olurken, buna paralel olarak yeni bir entelektüel söylem etkisini daha fazla gösteriyor. Dolayısıyla bu açıdan medyada bir değişim yaşandığını söyleyebiliriz. Siz bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence Türk medyası tabi seyrine giriyor, doğallaşıyor. Eskiden anormal bir zemin üzerinde duruyordu, şimdi normalleşiyor. Normalleşiyordan maksadım da şu; medyayla halkın arasında büyük bir uçurum vardı. İster ekonomik, ister sosyal, ister inanç, ister yaşantı itibariyle. Bu şimdi yeni yeni halkı daha fazla yansıtan, halkın duyarlılıklarına daha yakın bir medyaya doğru gittiğini düşünüyorum. Daha açık söyleyeyim; Türk medyasının kabaca yüzde 70-80’i solcu, halkın yüzde 70-80’i sağcıydı. Sağcılık solculuk da tartışılır bir konu ama yine de sandığa gidildiği zaman insanların yüzde 70’i genellikle milliyetçi-muhafazakar-sağcı diye bilinen kitleye oy vermesi onlarca yıldır alıştığımız bir şey. Ama Türk medyasının yüzde 70-80’i sol düşünceden gelen insanlardan oluşuyordu. Dolayısıyla halkla medya arasında görünen- görünmeyen, hissedilen-hissedilmeyen bir didişme vardı. Medya halkı adam etme, istediği yere çekme gayreti içindeydi. Vatandaş da ‘bu kimin medyası, niye bize bu kadar kötülük yapıyor, niye bizim hissiyatımızla, duygularımızla, inançlarımızla bu kadar alay ediyor veya hırpalıyor’ diye düşünüyordu. Şimdi bu biraz daha normalleşmeye doğru gidiyor. Daha da normalleşecek. Çünkü medyadaki değişim, sosyal değişimin paralelinde ilerliyor. Bu birbirinden kopuk şeyler değil. Halk neyse, medyası da iyi kötü ona benzeyecek. Entellektüeli de iyi kötü oraya doğru gidecek. Ve tabi seyir içinde gidecek. Zorlamayla değil.
Sitemiz için Türkiye’nin son günlerde yaşadığı olayların bir anlamda resmini çeker misiniz? DTP’nin kapatılması, Ergenekon davasında gelinen süreç, Tokat’ta askerlere yönelik saldırı… Tüm bunlar ülkede nasıl bir ortam oluşturdu?
Türkiye çok sancılı bir süreçten geçiyor. Statüko elindeki kazanımlarını kaybetmemek için her türlü yola başvuruyor. Zaman zaman usul dışı, zaman zaman hukuk dışı müdahaleler yapıyor. Çünkü onlarca yılın getirdiği bir kazanım mücadelesi var. Aslında belki de bir sınıf mücadelesi var. Vaktiyle devletin bir şekilde emaneten verdiği görevleri kendi asli malı; hatta daha da öte soydan soptan, sülaleden kalma bir mal gibi düşünen ve kendini imtiyazlı hisseden insanlar, Anadolu’dan gelen insanların her alanda alınlarının teriyle, gözyaşlarıyla, okuma ve düşünce birikimleriyle, tefekkürüyle bir yere gelmesine mani olmak istiyor. Paylaşmak istemiyor. Halbuki sonuçta bu tarz, yani belli bir zümrenin değişik vesilelerle toplumları yönlendirdiği çağ, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle kapanmıştır. Daha katılımcı, daha çoğulcu demokrasilere ihtiyaç vardır. Ama çoğulcu ve katılımcı demokrasilere ulaşabilmek için de, dünyanın değişik yerlerinde çok ağır bedeller ödenmiştir. İnşallah ülkemizde ödenmeyecektir. Toplum şuuru bunu çok ağır bedeller ödemeden normalleşme süreci içerisinde bir yere taşıyacaktır, taşımak zorundadır.
Son olarak, yeni yetişen gazeteci adaylarına neler tavsiye edersiniz?
Öncelikle gazeteciliğin yazmaktan çok okumak eylemi olduğunu bilmek lazım. Herkes gazeteciliği yazmak zannediyor ama gazetecilik okumaktır. Kitap okumak, dergi okumak, vatandaşın hissiyatını okumaktır. Bir kere maalesef Türkiye’de okumadan yazma gibi bir mucizeyi veya olağanüstü bir yeteneği zorluyor insanlar. Böyle bir şey yok. Yani şu an Ergenekon davasıyla ilgili haber yazıyor adam, İttihat ve Terakki’yi bilmiyor. İzmir suikasti nedir diye sorsan, İzmir suikastiyle ilgili hiçbir bilgisi yok. Daha yakında 28 Şubat’ı bilmeyen bir nesil geldi. 28 Şubat’ı, 12 Eylül darbesini bilmiyor. 12 Eylül darbesini bilenler, 70 muhtırasını bilmiyor. 70 muhtırasını bilenler, 27 Mayıs’ı bilmiyor. O zaman da olaylar kopuk kopuk anlaşılmaya çalışılıyor. Bunun da tek tedavisi var; okuyarak bu açığı kapatmak. Maalesef dinleyerek, seyrederek, yalan yanlış, icabında bilimsel olarak bir mecraya dayanan dayanmayan farkına varamadan bir gazetecilik yapılmaya çalışılıyor. Bu iş kulaktan dolma bilgilerle götürülmeye çalışılıyor. Bu en büyük risk.
12 Eylül darbesinden sonra bu meslek, bir starlık sistemi haline dönüştürüldü. Gazetecilik bir starlık sistemi değil. Gazetecilik bir yönüyle, bir kamu hizmeti. Yani bilgi diye kutsal bir emaneti size veriyorlar, sizin o emanete ihanet etmeden insanlara ulaştırmanız gerekiyor. Gençlerin bu çerçevede düşünmeleri lazım. Önlerine 20-30 tane temel kitap alacaklar ki, bu kitapların bir kısmı gazeteciliğin teorik felsefesi üzerine olmalı. Bir de gazetecilerin çoğu, gazeteciliğin teorik felsefesini bilmiyor. Gazete nedir, niye vardır, niçin önemlidir, arşiv değeri nedir? Bir haberin haber olabilmesi için hangi şartları yerine getirmesi gerekir? Hatta bunu bilmeyen insan da bunu bir gazetecilik dehası zannederek, İletişim fakültelerinden gelen insanlara daha ilk cümlede, “Fakültede okuduğunuz her şeyi unutun, gazetecilik böyledir” derler. Böyle bir şey yok. Gazeteciliğin tarihi bir süreci var. Felsefi bir arka planı var. Bu ilkelerden uzak, moda haline gelmiş şeylerle gazetecilik yapmaya kalkarlarsa Türk medyasına duyulan güvensizlik sittin sene devam eder.