Yavuz Ulutürk’ün haberi
2000 yılında yayımlanan Kayıp Hikâyeci adlı kitabı da içine alan Geçit’te, hikâye kaldığı yerden devam ediyor. Önsözü okuduğunda hikâyenin içine dâhil olan okura ise kitap boyunca ‘kayıp hikâyeci’yi bulmak düşüyor.
Âlim Kahraman’ın 2000 yılında yayımlanan ilk hikâye kitabı Kayıp Hikâyeci, on yıl aradan sonra yeni hikâyeler eklenerek Geçit (Kapı Yayınları) adıyla yeniden okur karşısına çıktı. Kitap, aynı isimleri taşıyan iki bölümden oluşuyor. Birbirini tamamlayan kurgu, kaldığı yerden yeni kapılar açarak ilerliyor ve kitaba yeni bakış açıları kazandırıyor. Kitapta, kitabı yazan da hikâyelerin sahibi de yeri geliyor birbirine karışıyor. Önsözü okurken konuya çoktan dâhil oluverdiğini anlayan okura da ‘kayıp hikâyeci’yi bulmak düşüyor. Kahraman, yazıldığı halde kitaba girmemiş, aynı örgüye dâhil hikâyelerin olduğunu söylüyor. Ayrıca ‘ötekileri yazdın da beni niye yazmadın?’ diye mızıldanmaya başlamış bazı kişiler de varmış bu kitabın içinde. Âlim Kahraman’la yeni kitabını ve Türk öyküsünün gidişini konuştuk.
Yeni öykü kitabınız okuru hayli şaşırtacak bir kurgu içeriyor. Girişte, ‘Araştırmacının kitap için yazdığı önsöz’ü okuyunca, ‘Acaba meçhul bir yazarla mı karşı karşıyayım?’ diyebilir okur. Bu kitabı siz mi yazdınız yoksa Kayıp Hikâyeci mi?
Bu kitabı bir yazan var elbette. Ancak yazma ve yayımlama yanında okunma sürecine ait bir boyut da anlatıya dâhil edildiğinden, okuyucu kendini de o dünyanın içinde buluyor. Bir labirentin içine düşüyor, hikâye kişilerinden biri oluyor. Ancak kahramanlardan her biri aynı zamanda hikâyeyi kuran kişiler olduğundan, okuyucunun da kendini hikâye yazarlarından biri gibi görmeye başlaması doğallaşıyor.
Öyle bir hal alıyor ki, hikâyeleri yazıp yazmadığında tereddüt ettiğimiz hikâyeci bile bazen ‘İş çığırından çıkmaya doğru mu gidiyor?’ acaba diye sormaktan kendini alamıyor. Siz de bu duruma düşmekten korkmadınız mı?
Yazarken kendimi hikâyenin içinde hissetmediğim bir anım olmadı benim. Hikâyenin her satırında, kelimesinde varım. Bir taraftan kurguluyor, bir taraftan yazıyor; o dünya tarafından yutulmuş biri olarak tüm ayrıntıları ve boyutlarıyla yaşıyordum onun içinde. Ürpermeye gelince. Var olmak, her türlü riske hazır olduğunu duyumsamak değil midir bir bakıma? Kim hangi halin içinde sonsuzca tutunabileceğinin garantisine sahiptir ki!
Kitapta kayıp bir hikâyeciden çok kendini arayan bir hikâyeci var aslında. Bir an geliyor ve kahramanımız gerçeğin mi yoksa kurgunun mu içinde olduğunu şaşırıyor. Aynı yolculuğa okuru da mı çıkarmak istediniz?
Okur, hiçbir zaman anlatının dışında değil. İlk hikâyede belirtildiği gibi, metnin var olması da ona bağlıdır. Okuyucunun bakışları satıra değince, yani kitabı okumaya başlayınca gerçeklik kazanmaya başlıyor yazılanların içindeki dünya.
Hikâyecinin ‘tuhaf tren yolculuğu’, insanoğlunun bir nevi kendiyle yüzleşmesi olarak okunabilir mi?
Bu hikâyelerin kişileri araştırmacı, hikâyeci, eleştirmen, dergi yöneticisi, denemeci gibi belli bir adı olmayan; yaptıkları işlere göre adlandırılmış yarı soyut kişiler. Bu atmosfere Ali Alpaslan, sahaf Sakallı Lütfi gibi kültür dünyası içinde yer tutmuş gerçek kişiler de katılıyor, görünüp kayboluyorlar. Bu yarı soyut durum, okuyucuyu, sizin yaptığınız tam soyut çıkarımlara götürebilir. Ancak güçlü bir realite duygusu da verdiğini düşünüyorum bu hikâyelerin. Okuyucu, ‘insanlık’ duygusu kadar birey olarak kendine de çıkabilsin kitaptaki hikâye kahramanlarından hareketle.
Akademik çalışma, araştırma, inceleme, deneme derken, hikâye sizin için bir sığınak mı?
Benim hayatımda hepsi ayrı birer masa bunların. Tek tek onların başına geçip ayrı bağlamları bulunan çalışmalar yapmak; yazmak hoşuma gidiyor. Araştırma, inceleme türü yazılar en dinlendirici olanlar. Hikâye değil de belki onlardır zaman zaman başımı dinlendirdiğim sığınaklar. Kim bilir?
Türk öyküsünde pek çok genç isim yetişiyor. Kimi kısa süreli olsa da öykü dergileri yayımlanıyor. Araştırmacı/eleştirmen kimliğinizi de dikkate alarak soruyorum, nasıl buluyorsunuz Türk öyküsünün gidişini?
1980’li yıllarda yıllık hikâye değerlendirmeleri yapıyordum dergilere. O zamanlar o yılki tüm hikâye kitaplarını görmeye yükümlü görürdüm kendimi. Şimdi o derecede değil. Ancak ortamı hep koklarım; eğer koku alma duyunuz gelişmişse iyi bir hikâye, şiir veya başka bir eserin kokusu gelip bulur sizi. Türk hikâyeciliğinin durumunu iyi görüyorum. Gözünüzün önüne getirilip dayatılanlar her zaman bunu hak edenler olmasa da bu söylediğim doğru. Yeni yazmaya başlayanlara haddim olmayarak bir tavsiyem olacak: Popülist parlayışlar gözünüzü almasın. Edebiyatı sağlam damarlarından yakalamaya çalışın; yazarken de okurken de.
Hikâyeci ve denemeci Tanpınar’ı yazıyorum
Tanpınar hakkında bir kitap hazırladığınızı biliyoruz. Nedir kitabın içeriği ve hangi yönüyle ilgilendiniz Tanpınar’ın?
Biyografik bir kitap değil bu. Tanpınar’ın biyografisi Orhan Okay tarafından yazıldı. Yazmakta olduğum kitap, onu hikâyeci, romancı, denemeci ve şair olarak yorumlayan bir eser olacak. Hikâyeci ve denemeci Tanpınar’ı yazdım; şimdi romanları üzerinde çalışıyorum. 2011 yılı içinde tamamlayıp 2012’ye hazır etmek istiyorum. Kimse henüz farkında değil ama 2012, yazarın ölümünün ellinci yılı. Önümüzdeki yıl içinde basılsın istiyorum bu kitap.
Zaman