“Şarkını Söylediğin Zaman”

Kitap
Yazarlarla evlerinde söyleşi yapmak her zaman iyi sonuç verir. Çünkü çoğu yazar kitaplarını evinde yazar ve yazdığı yerde daha iyi anlatır eserini. Biz de Şarkını Söylediğin Zaman kitabı raflarda yeri...
EMOJİLE

Yazarlarla evlerinde söyleşi yapmak her zaman iyi sonuç verir. Çünkü çoğu yazar kitaplarını evinde yazar ve yazdığı yerde daha iyi anlatır eserini. Biz de Şarkını Söylediğin Zaman kitabı raflarda yerini almışken İnci Aral’ın Çengelköy’deki evine konuk oluyoruz. Bir bardak çay eşliğinde kitabı konuşmaya başlıyoruz. Sohbet esnasında 12 Eylül’ün yarım bıraktığı hayatların hüzünlü kelimeleri dökülüyor yazarın ağzından, hüzünlü bir ses tonuyla üstelik. Etkilenmemek elde değil. Kitapta bu söyleşide olanlardan çok daha fazlası var. O döneme öğretmen olarak tanıklık etmiş bir yazarın kaleminden Kırmızı Kedi Yayınevi’ndin çıkan bu kitabı okuyun, okutturun.
Şarkını Söylediğin Zaman siyasi olayların gerçek, kişilerin kurgu olduğu bir roman. Siyasi olaylarda kaynak çok ama kurgu kişiler nasıl çıktı ortaya?

Bu kitabın hazırlıkları çok önceden başladı. 80’li yılların ortalarından sonra bu konu üzerinde hep düşündüm ve bunu bir roman haline getirmeyi planladım. O dönemde Ankara’da yaşıyordum. Romanda Ankara’da geçiyor bildiğiniz gibi. Karakterler tek bir kişi olarak yaratılmadı. Yani tek bir kişiden yola çıkarak yaratmadım onları. Birçok kişinin ve yaşanmışlıkların ortak noktalarını alarak oluşturdum. Bir de hikayeyi o dönemlerde yaşanıp bitmiş gibi göstermek bana yetersiz geldiği için günümüzde de yaşamak istedim. Günümüze taşımak içinde bir ekonomist tipi tasarladım, Cihan’ı. Daha şimdiden okurlardan gelen mektuplara bakarsanız teşekkür ediyorlar. Binlerce Cihan var o yaşayanların içinde, binlerce Deniz var. Yani demek ki onların ortak noktalarını kişilere yedirmede doğru hareket etmişim.

1980’den bu yana biriktirdiklerim dediniz. Peki neden bu kadar beklediniz?

Tüm bu bilgileri biriktirdim ve o süreçte yer yer hikayelerimde kullandım. Fakat elimde hala malzeme vardı. Daha sonra 90’lı yıllarda yönetmen benden bir senaryo istedi. Bu hikâyeyi – ama bu güne taşınmamış haliyle- film senaryosu haline getirdim. O senaryo da Kültür Bakanlığı’nda ödül aldı. Fakat sonradan film çekilemedi çünkü bu konuya ilgiler dağılmıştı. Artık kimse 12 Eylül’ü konuşmuyordu. Üstü kapatılmıştı, örtülmüştü. Bu son dönemde 12 Eylül’le bir hesaplaşma sürecine girildi. Yani 1-2 yıldır daha yoğun konuşuluyor. Onun üzerine atılan ölü toprağı silkelenmeye başlandı. Bir de ben edebiyatımızın 12 Eylül’le hesaplaşmadığını düşünüyorum. 12 Eylül’de yaşayan bir kuşağın yenilgisiyle, acısıyla bitmiş tüm topluma mal olan o felaketin yeterince edebiyatımızda yer bulmadığını hep düşünüyordum. Ben de o nedenle de hep bir kenarda tuttum. İşte bazı şeylerin zamanları geliyor ve o zaman yazılıyor.

Bu kitap sizin 12 Eylül’le hesaplaşmanızın ürünü olarak mı doğdu?

Kişisel olarak bir hesaplaşmadan bahsedemem. Ama toplumda kitapları ilgi gören bir yazar olarak, bunu yapmamın bir anlamı var. Yani çok okurum olduğu için böyle bir şeyi yapmam okurlarıma bu konu üzerinde bir kez daha düşünme fırsatı verir diye düşündüm tabi. Bir de yazar olarak benim görevim bu diye düşünüyorum. Yani bu kadar uzun bir alt üst oluş sürecini neden edebiyata taşımayayım?

Son zamanlarda politik ve siyasi olayların alt metnini oluşturduğu bir sürü roman var. Neden roman ve hikâyede siyaset ve politika hep alt metin? Bir aşk romanı yazmak istemiyor da yazar altını böyle mi dolduruyor?

Siyaseti okuyup anlayabileceğimiz çok başka kitaplar var. Ama roman başka bir şey. Roman bize insan hallerini anlatıyor. Yani bütün o tarihin içerisinde insan ne yapmış, insanın halleri neymiş, kalbinden neler geçmiş, hangi sıkıntıları çekmiş, hangi bunalımlara düşmüş? İşte edebiyatın farkı burada. Onun için de bu söylediğiniz şeyler hep alt konu olarak kalıyor. Yani zamanı, mekânı, o günkü koşulları belirleyen alt metinler olarak kalıyor. Bunun üzerine biz kahramanları oturtuyoruz. Yani roman temelde eğlendirici bir şeydir. Çıkış noktası odur. Tabi ki bilgilendirme için hayatla ilgili sorular sordurmak için yazılır ama bir siyaset, bir tarih kitabı değildir. Bunları dolaylı olarak anlatır.

KAPISI KAPANMAYAN YERDE YAZAMAM

Evde mi yazıyorsunuz genelde? Birçok yazar gibi siz de inzivaya çekilenlerden misiniz?

Ben de inzivaya çekilenlerdenim. Kesinlikle hem de. Burada, evimde yazıyorum. Çalışma odam yukarıda. Kapısı kapanmayan bir yerde de çalışamam. Kapısı kapanacak, çok sessiz olacak. Şimdi yazma günlerimde değilim. Sadece okurum. Bu günlerde ne roman ne de yazmayı düşünüyorum. Normal hayatımı yaşarım. Alışverişe giderim, çocuklarımı görürüm. Fakat yazmaya başladığım zaman bunların hepsi iptal olur. Çocuklarımı bile dar zamanlarda görürüm. Günde yedi ile on saat arasında çalışırım. Romanın son on beş gününde günde on beş saat çalıştım. Kalkamıyorum masanın başından. Oradaki dünyanın içine giriyorum ve orada yaşamaya başlıyorum. Eğer kalkarsam o dünya dağılıyor. Yeniden girmek de çok zor oluyor.

Sadakat’in üzerinden çok da fazla zaman geçmeden yeni bir roman daha yazdınız. Kitaplarınızın arasında standart bir zaman koyar mısınız?

Önceden öğretmenlik yaptığım için yazmaya çok zaman ayıramıyordum. İlk zamanlarda daha seyrekti kitapların arası. Fakat son on yıldır sadece yazıyorum. Artık başka bir iş yapmıyorum. Böyle olunca da zamanımın çoğunu yazmaya ayırıyorum. Artık daha iyi koşullar içindeyim. Yaşlanıyorum ve zamanım azalıyor. Bakalım gittiği kadar gidecek.

Ufukta yeni bir roman var mı?

Yeni bir roman yok. Birkaç yıl önce özel bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersi verdim. Şimdi o ders notlarını toparlayacağım. Bir de bana yazdıklarını gönderen genç yazarlar var. Ben de onlara mektuplar yazdım. Tavsiyelerde bulundum. Hem bu derslerle ilgili hem de bu mektuplara yer veren genç yazarların ufkunu açacak bir kitap hazırlayacağım.

Siz genelde mutlu sonları pek sevmezsiniz ama bu romanda bunu kırmış gibisiniz.

Fazla tedirginim. Mutlu sonlar vardır ama onların kısa sürdüğüne inanırım. Bir de hayat çok inişli çıkışlı, insanlar ve koşullar değişiyor. Bu nedenle romanlarım pek mutlu sonlarla bitmez. Bu sefer o ilk aşk çok acıklı bir şekilde bittiği için okuru çok fazla üzmek istemedim. Mutlu son ne kadar sondur, ne zamana kadar sürer? Buna bir cevabım yok, bilmiyorum.

Kitapta ‘Ne devrimden, ne aşktan vazgeçebildiler’ diyorsunuz. Son dönemde tartışılan da bir konu bu. Devrim aşkı kabul eder mi?

İkisini de yaşadılar. Çünkü aşkın kuralı yoktur. Savaşların, en sert koşulların bile içerisinde aşklar yaşanır. Ben 12 Eylül’den önce bu olayların geçtiği yüksekokulda öğretmenlik yaptım. O gençleri gözledim hep. Mesela sınıflarda bir tarafta sağcılar, diğer tarafta solcular otururdu. Ben hiç susmadan ders anlatırdım. Sustuğum anda kapışacakları duygusuna kapılırdım. Dişlerini gıcırdatıyorlardı, o sesleri duyuyordum. Bütün bu tablo içerisinde aşk var mıydı, yok muydu? Vardı. O biraz abartılıyor bence. Aşklar vardı yaşandı. Ama 12 Eylül’le beraber aşklar da yara aldı, yarım kaldı.

O dönemde yaşananları tam manasıyla aktarabildiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa ne desem eksik kalır diyenlerden misiniz?

Ben geriye dönüp bakmam. Kitabımdan, tekrar tekrar yazmaktan o kadar bıkmış oluyorum ki artık bana bir şey söylemiyor o eser. Ne zaman okuyorsunuz derseniz, 10 yıl sonra. Yani bu öyle zor bir şey ki yazmak her bir sayfayı defalarca okuyorsunuz, defalarca yeniden yazıyorsunuz. Hemen yazıverip geçemiyorsunuz. Bilgisayarı her açtığımda bir önce ki günkü çalışmayı yeniden okurum. 3O sayfa olana kadar 30 kere okunur o bölüm. Yani sürekli değiştirerek, romana yeni başlangıçlar yaparak, yeni dosyalar açarak ilerliyorum. İlk 100 sayfa çok çilelidir. Bıktırır usandırır sizi.

İlk cümle ile son nokta arasında altı ay

Araştırmaları önceden yapmıştım, elimde 150 sayfayık bir senaryo olduğu için işim biraz daha kolaydı. Ama bilgisayarın başına oturup, ilk cümleyi yazmakla son noktayı koymak arasında altı ay var.

Yeni Şafak – Aysel Yaşa