Enes Yalçın / kitap haber
Ahmet Hamdi Tanpınar her zaman kendini şair olarak tanıtsa da biz bugün onu 20. yüzyılın en önemli Türk romancılarının başında sayıyoruz. Şiirde ulaşamadığı Verlaine ve hocası Yahya Kemal onda ne gibi etkiler bıraktı, Yaşadığım Gibi’ye giren birkaç yazı -özellikle Antalyalı gencin mektubuna verdiği cevap- ve bir kaç röportaj dışında pek bilemiyoruz, ama şiirlerinde "takıntılı" derecede tadilat arayışında olan ve hiçbir zaman tatmin olmayan Tanpınar, nesre yöneldiğinde, fıtratının müsaitliğinin de etkisiyle her zaman "araf"ın yazarı oldu. Şiir vadilerinde tatmin olamayan, kişisel hayatında maziye olan derinden bağlılığına rağmen tipik batılı yaşam tarzı, kendini ait hissettiği ama arasına katıl(a)madığı halk ile içlerinde huzursuz olduğu fakat yine de ayrılmadığı sosyete ortamı, edebi hayatında Hareket Dergisi çevresiyle olan geleneği Bergson gibi filozofların penceresinden bir daha yorumlama çabaları… Bütün bunlar onu gelecekte yazacağı romanlar için uygun olan ruh haline hazırlıyordu.
Büyük "mütereddid" kozasını örüyordu.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar romanları içerisinde olay akışı bakımından en hızlı, hikaye matematiği bakımından en girift, metafor ve alegoriler bakımından en köşeli olanıdır. Her ne kadar sınırlarını çizemesek de baş döndürücü bir sembol deryası vardır romanda. Üslup ise absürd ve karikatürizasyon yoğunluğu, derin ironik anlatımlarıyla hem Tanpınar yazınında hem de Türk edebiyatında nevi şahsına münhasır bir yerdedir. Kitaba doğrudan postmodern roman demek yanlış olacaksa bile postmodern unsurların fazlasıyla yer bulduğu açıktır. Dolayısıyla Tanpınar gibi modern formlardan beslenerek gelenek anlatıcılığı yapan bir yazar için şaşırtıcı bir kilometre taşıdır kitap.
Kitabın hangi dönemi eleştirdiği tartışmalıdır, ki zaten belirli bir dönemin bürokratik kurumlarını eleştirdiği tezi bence fazla zorlama(olarak görünüyor). İlle de bir tarih vereceksek Tanzimat sonrası yetişen aydın protipinin eleştirildiği ve yoğun olarak Cumhuriyet döneminin de eleştirilerden nasibini aldığını söyleyebiliriz. Enstitü hiçbir reel üretimi olmayan, bütün saatlerin aynı ana senkronize edilmesiyle oluşacak parasal kazançları hesaplayıp buna binaen var olduğunu iddia eden, konusuyla ilgili bazen hayali bazen de zorlama kitaplar basan, herkesin "hiç bir şey yapmayarak" bünyesinde bulunabileceği bir kurumdur. Bir dönem çok popüler olmuş, sonradan sansasyonel bir yıkım yaşamıştır, fakat enstitünün kapatılmasının da “daimi tasfiye komisyonu” adıyla kurulan ve başında yine Halit Ayarcı’nın bulunduğu komisyon eliyle yapıldığı düşünülürse buradaki bürokratik fetişizmin aldığı ironik hal göz önüne gelebilir.
Karakterler
Kitap daha çok karakterler çevresinde döndüğü için olaylardan değil karakterlerden bahsetmek daha doğru olur. Hayri İrdal kitabın anlatıcısı ve başkarakteridir. Halit Ayarcı’nın deyimiyle "şifa kabul etmez bir gayrimemnun". Kitabın daha başlarında "hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı." der Hayri İrdal ama ne hazindir ki aynı karaktere yazar "hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız." sözünü de söyletecektir. "Genç yaşta ilk eşini kaybeden Hayri İrdal hayata ve yaşamaya dair istekleri de endişeleri de son bulmuştur, kendi deyimiyle "olabileceğin en kötüsü olduğu için artık hür"dür. Ve Seyyid Lütfullah, Muvakkat Nuri, Abdüsselam Bey, Halit Ayarcı, belki biraz Doktor Ramiz ve İspiritizma cemiyetindekiler etkisiyle kişiliği şekillenmiştir (veya şekillenmektedir veya şekilsizlenmektedir veya şekilsiz bir şekille şekillenmektedir).
Özellikle Seyyid Lütfullah, Muvakkat Nuri ve Halit Ayarcı kendi karakterinin üç baskın etki alanı merkezleridir denebilir ama buradan onun bu karakterlerin etkisiyle onlara benzediğini çıkarmamalıyız. Fiil olarak zaten fazlasıyla pasif biridir Hayri İrdal ve bu karakterlerin isteklerine karşı çıkacak hali de yoktur ama düşünce planında o dönem etkisinde olduğu karakterin referans dünyasıyla vardır. Kitapta bu anlamda en dikkat çekici ayrıntı ise Hayri İrdal’ın bu etki dönemleri arasındaki geçiş dönemlerinde bu karkaterlerin ikili kesişim noktalarını bulmasıdır. Yani Seyyid Lütfullah döneminden Muvakkat Nuri dönemine geçerken kafasındaki yargılar yıkılmaz, bilakis Hayri İrdal Seyyid Lütfullah’ın anlam dünyasının daha orjinal bir okumasını görür Muvakkat Nuri’de, Muvakkat Nuri’den Halit Ayarcı’ya geçerken de bu şekilde vuku bulur. Fakat ilişkileri ilerledikçe bir önceki karakterden kalanlar sadece hatıralar veya hissettirdikleridir, referans dünyası tamamiyle değişmiştir. Kendsi de şöyle der, "Ben yıllarca bu adamların arasında, onların rüyaları için yaşadım. Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bâzan Nuri Efendi, bâzan Lûtfullah veya Abdüsselâm Bey oldum. Onlar benim örneklerim, farkında olmadan yüzümde bulduğum maskelerimdi. Zaman zaman insanların arasına onlardan birisini benimseyerek çıktım. Hâlâ bile bâzan aynaya baktığım zaman, kendi çehremde onlardan birini tanır gibi oluyorum." Tabi Halit Ayarcı ile birlikte geçirilen süreç daha büyük bir mütereddit olma halidir ve zaten kitabın da sonlarına yaklaştığımız bu bölümlerde Hayri İrdal bir üst anlam mertebesine çıkmış ve tutarlı bir redçi olmuş, ama ailesi ve diğer etkenler dolayısıyla Enstitü’den de ayrılamamıştır.
Hayri İrdal Tanzimat sonrası dönemin halkını temsil ediyor, gibi kestirme bir tez gerçeğin tamamını kapsamasa da bize tutarlı ve anlamlı bir gerçek dilimi sunar. Bu minvalde Türk toplumunun doğu-batı arasında ve oluşan doğu-batı algıları arasında çok boyutlu sürüklenmesi, tereddütleri, hisleri vs Hayri İrdal’ın hayat serüveniyle ironik bir tarzda gözümüzün önüne serilmiştir. Ve nihayet yine kendisini şöyle anlatır, "…fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendisini alışkanlıklarının dışında denemek için başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim. Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! Dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri…" .
Kitapta da geçtiği üzere kaderi Osmanlı’nın kaderiyle paralel olan Abdüsselam Bey’in konağının yok olması onun tatmin olamasa da ait hissettiği son yerin de yok olmasıdır ve Hayri İrdal ait olmadığı bu dünya ve insanların arasında kendine has bir nihilizme kapılacaktır: En iyisi düşünmemekti kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Kitabın en önemli karakterlerinden biri şüphesiz Halit Ayarcı’dır. O Avrupa görmüş Türk aydının edindiği çarpık ve bize has modernite algısının mücessem bir örneğidir. Sadece realizme kattığı "biz" sosu bunu ortaya koymaya yetecektir, "Realist olmak hakikati görmek değil, onunla münasebetlerimizi en faydalı şekilde tayin etmektir." Bu sözler Halit Ayarcı’nın realizmi bir tür şark kurnazlığına çevirmesinin bir parolasıdır adeta. O geleceğe dair planı olan ve mütereddit olmayan tek karakterdir kitapta. Her zaman, en absürd uğraşları bile "parlatmayı" bilen, müthiş bir pazarlama yeteneği, ikna dehası, araçsal aklın en büyük müşterisidir. O bilgiye saf bilgi olduğu için asla önem vermez, bilgiyi yaratacaklarıyla ilişkilendirerek anlamlandırır. Şu sözleri bunun örneğidir, "Bilgi bizi geciktirir. zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktadır. […] çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir." Öyle ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi anlamsız bir kurumu bile birbirinden değişik insanlarla kurar ve başarıya ulaştırır, ama bu bizim batılılaşma maceramızdaki kurumlarımız gibi sadece kabukta ve kısa vadeli bir başarıdır. Onun yazdığı ve yazdırdığı kitaplar da bize yorum gerektirmeyecek kadar somut delilleridir enstitünün halinin: Saat ve Psikanalizm, Lodos Rüzgarlarının Kozmik Saat Ayarları Üzerindeki Etkisi, Sosyal Monizm ve Saat, Saat ve Sosyete, Saat Karakteriyolojisinde İrdal Metodu…
Doktor Ramiz de pozitivist aydınların tipik bir örneğidir. Avrupa’da tıp eğitimi almış, Freud’un Psikanaliz kuramını iman derecesinde sahiplenmiş, fakat ülkesine geldiğinde bu teoriyi uygulayacağı hiç hasta bulamamış bir doktordur. Tanpınar onun üzerinden şartlanmışlık psikolojisini ve pozitivist bilimciliği hicveder. İlk hastası Hayri İrdal’ı tedavi sürecinde bu duruma fazlasıyla tanık oluruz. O Hayri İrdal’ın bütün sorunlarını babasızlığına yorar hatta "mübarek"i de babası olarak gördüğünü iddia eder. Hayri İrdal ise bu babasızlık meselelerine çok yabancıdır. Zaman zaman Freud psikolojisine daha "oyun kuralları dâhilinde" eleştiriler de görürüz, Tanpınar Freud’a Bergsoncu bir eleştiri de sunar ama bu bölümler hacim olarak çok azdır.
Sonuç
Batılıılaşma serüvenimizin mahiyeti, sosyokültürel ve siyasi etkileri üzerine telif edilmiş müktesebat bir hayli kabarık. Bize göre bunların içerisinde mevzuya vazıh, tutarlı ve ciddi olarak değebilmiş olanları maalesef çok azdır. İşte böyle bir velud kısırlığın ortasında Huzur ile ferdler, aileler, musiki eserleri etrafında, sürecin “nasıl” olduğuna dair derinlemesine kazılar yapan Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile de bu hazin encam-ı serencamın “ne” olduğunun fotoğrafını rahatsız edici müptezelliği ile gözümüzün önüne sermekte. Bu büyük medeniyet kırılmasını izlemek için en iyi parametreyi, zaman ile münasebeti tayindeki farklılıklarımızı seçerek de hem kendi işini kolaylaştırıyor, hem de okurun kafasını anlamsız nazari fikirlere boğmadan, meselenin bam teline getiriyor müellif. Sonuç olarak her karakteri fazlasıyla karikatürize olsa da, bütün olay örgüsü absürd bir akış ile devam etse de, biz okuyucu olarak toplumumuzun gerçeklerini okuduğumuzu çok iyi fark ederiz kitapta ve kitabı okurken bolca attığımız kahkahalarımız kitap biterken yüzümüzde bu sefer hazin bir tebessüm bırakır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergâh Yayınları