Hem iyi eleştiriler alan hem de genç okurun favorileri arasına giren Tüzünoğlu, ‘Hayat değişiyor, artık daha performatif bir üslupla yazmak lazım’ diyor.
Erman Ata Uncu
Kaya Genç, romanının eleştirisinde bütün kitapta anlatıcının kendisiyle alay ettiği tespitinde bulunmuş. Masaya oturduğunuzda kafanızda nasıl bir kurgu vardı?
Kaya’nın bahsettiği alay başka fikirlerde incelenebilir. Ama sosyoloji okuduğumdan dolayı tuhaf bir analitik düşünce biçimi gelişti. Türkiye’den kalkıp Hollanda’ya gitmem benim için ayırt edici bir deneyimdi. Dolayısıyla o deneyime de oksidental durumdan bakmaya başladım. Böyle analitik bir şekilde hayatım geçerken birden canım Sicilya’ya gitmek istedi tatile. Ve orada da çok acayip bir Avrupa gördüm; Avrupa’nın dışında başka bir Avrupa yani… Gözümün önünde bir Fellini filmi oynuyordu. Ve ben bir yandan Ortadoğuluyum, bir yandan ailem de Sırbistan’dan. Kafamda Sırpça var, Türkçe var, İngilizce var, diğer yandan Hollandalılar var. Tekrar Hollanda’ya döndüğümde başımdan neler geçti diye yazmaya koyuldum.
Yazarken İngilizceyle, Sırpçayla nasıl bir ilişkiniz vardı?
Yazarken hikaye anlatmaktansa dille bir derdim var. Türkçeyi çok seviyorum, çok iyi mıncıklayabildiğim için. Erkek karakterin hikayeyi İngilizce anlatmasını istedim. İngilizce de böyle çıktı ortaya. Romanda büyük babaannemle konuşurken de Sırpça devreye girdi. Ama tabii ki genel olarak Türkçe düşünüyorum. Özellikle yazarken…
Evde Sırpça konuşulur muydu?
Evet, hatta ilkokula kadar Türkçe’ye çok hâkim değildim. Türkçe’yle ilişkim o yüzden biraz tuhaf.
Romanda Türk eğitim sistemine de çeşitli göndermeler, herkesin zihnine kazınmış müfredat kalıplarından alıntılar var. Sizin müfredatla ilişkiniz nasıl gelişti?
26 yaşıma kadar sürekli eğitildim (Gülüyor). Çok çalışkan bir çocuktum. Ancak o okulun verdiği disiplin, seni belli bir kalıba sokma hali giderek başka şeylere sebep oldu, bir kırılma yaşandı. O da Boğaziçi Sosyoloji oldu. Arkamı dönüp baktığımda ben neler yaşamışım, her sabah okula gidip İstiklal Marşı’nı okumuşum, ant içmişim, sıralara dizilmişim, bunların hepsi benim hayatımı oluşturmuş diye düşündüm, biraz onlarla yüzleşip hesaplaştım. Ve bunu estetik biçimde aktarabilme derdim vardı. Ondan başka bir şey çıkarmaya, nüktedan bir şekilde aktarmaya çalıştım yazarken. O nüktedan dilin hizmet ettiği başka bir şey var; okuru da canlandırmak.
Peki okuyup da ‘Aa tamam bu benim kuşağımın hikayesi’ dediğiniz bir romana denk geldiniz mi?
Jonathan Saffran Foer’in ‘Extremely Loud and Incredibly Close’u. Okuduğumda, “Tamam yapmış” dedim. Anne Carson da aynı şekilde. Birkaç tane daha var böyle örnek. Ama Türkiye’den yok pek. Barış Bıçakçı’nın ‘Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’sını okudum. O, ilginç. En azından hızı uygundu. 19. yüzyılda romanın ortaya çıktığı şekilde yavaş kurguya, içeriye giren insanın gözünün etrafındaki mor halkalara değin giden uzun betimlemelere, Dostoyevski’nin yaptığı tasvirlere inanmıyorum. Evet onu okumak da bir şeydir ama hayat çok hızlı bir şekilde değişiyor. Kendini o kadar yavaş bir kurguya zorlamanın bir manası yok. Daha performatif, provokatif bir şekilde yazılmalı diye düşünüyorum.
‘Bu kitapta yazar öyle bir dil kullanıyor ki, yazarın orta ve üst sınıf kadın ve erkekler dışında, örneğin taşraya ulaşması çok zor’ diye bir cümle var kitapta. Bu bir özeleştiri mi yoksa genel beklentilere yönelik bir tespit mi?
Kendimi zaman zaman başka kişilerin ve hatta objelerin yerine koymayı seviyorum. O da kitapta Marx üzerine bir konuşmanın arkasından gelen bir laf. Büyük ihtimalle orada Marx’la annemin böreğini karşılaştırıyordum. Orada kendimi bir edebiyat eleştirmeni olarak düşündüm. Bir edebiyat eleştirmeni bunu bağlamından kopararak okusaydı ne derdi diye düşündüm. Okura sürekli rollerimizin değiştiği uyarısını yapıp ‘farkına varın ve öyle okumaya devam edin’ demek istedim.
Radikal Hayat Eki