Esra A. Yalazan
Poe’nun öykülerinden etkilenerek cinayetler işleyen bir seri katilin hikâyesini konu alan ‘The Raven’, gelecek yıl gösterime girecek. Çekimleri devam eden filmde Poe rolünde John Cusack yer alıyor.
Ackroyd, ilk bölümde, Poe’nun üç dakika süren ve yalnızca dört kişinin katıldığı cenazesinden bahsediyor. Biyografinin daha en başında, onun son nefesini verirken Tanrı’ya "Zavallı ruhuma yardım et!" diye yakarışını anlatması tesadüf değil. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Poe, dünyada ‘ebedi bir yetim’ olarak yaşadı.
Bazı yazarların son anı bütün bir yaşamlarını içeren kısacık bir hikâye gibi olur bazen ve bunu nedense hiç yadırgamayız. Halbuki hayatın farklı katmanlarda devam ettiğine dair ne çok işaret var bu benzerlikte. Açıklamayacağımız düşler misali bizi korkutan başlangıçlar ve sonlar arasına sıkışan hayatların çetrefilli yollarında, ruhları rahatsız etmeden dolaşmak, bir okur olarak unutulmaz bir esere yapabileceğimiz en hakiki katkıdır. Edebiyat tarihini gerçeğin gücüyle değiştirebilen biyografileri okumayı biraz da bu sebeple seviyorum.
İngiliz romancı, denemeci, eleştirmen Peter Ackroyd, yazarların hayat hikâyelerinden romanlar yapmayı seven bir edebiyatçı. Oscar Wilde ve Chatterton’u anlattığı romanlarından sonra T. S. Eliot ve C. Dickens gibi ödüllü biyografilerini okuma şansı bulursanız her iki alanda da ne kadar yetkin olduğunu kolaylıkla fark edersiniz. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Poe biyografisi de en az diğerleri kadar çarpıcı. Kibrin yazarı yalnızlaştırdığı bir çağda, yazarların hayatlarını gelecek nesillere kalıcı imgelerle aktarma çabası kıymetli değil mi?
‘Poe: Kısacık Bir Hayat’ başlıklı kitap, yazarın ölümüyle başlıyor. Ackroyd, ilk bölümde, üç dakika süren ve yalnızca dört kişinin katıldığı cenazesinden bahsediyor. Biyografinin daha en başında, son nefesini verirken Tanrı’ya "Zavallı ruhuma yardım et!" diye yakarışını anlatması tesadüf değil. Okuru o son andan başlangıca döndürebilmenin dairesel aritmetiğini ancak Ackroyd gibi bir yazar sezebilir.
Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Poe, aile şefkati özleminin, acılarının en ağırı olduğunu söylemiş. Dünyada ‘ebedi bir yetim’ olarak yaşadığına inanan yazarı, ölen genç ve güzel kadın imgesi yaşamı boyunca hiç rahat bırakmadı. Yoksulluk, kesif bir melankoliyle kuşatılmış ruh savrulmaları, düzenli çalışmaktan ve gündelik yaşamdan alıkoyan içme alışkanlığı, karısına karşı hissettiği eziklik bile onu böylesine yaralamadı anlaşılan.
Kitap onu yakından tanıyan dostlarının, yayıncılarının çelişkili yorumlarına yer verirken ‘aslında o kimdi?’ sorusuyla okuru baş başa bırakıyor. Utangaç, gururlu ve hassas mıydı? Yoksa dergilerde sevmediği çağdaşlarını intihalle suçlayan polemikler yapan acımasız bir adam mıydı? Yaşadığı dönemde edebi değerinin anlaşılmaması, belli ki onu anlatmayı çok sevdiği gotik hikâyeler gibi karanlık kuyuların dibine çekiyordu.
KUZGUN’DAN İLHAM ALAN FİLM ÇEKİLİYOR
The Raven (Kuzgun) şiirinden uyarlanan, bugünlerde çekimlerine başlanan ve muhtemelen gelecek sene vizyona girecek film, Poe’nun hikâyelerinden etkilenen bir seri katilin serüvenini anlatıyor. İlk çevrimi 1964’te yapılmış. Peki neden böylesine ‘karanlık’ hikâyeleri izlemeyi seviyor insanlar? Cevabı yine Ackroyd’un biyografisinde bulmak mümkün.
1845 yılı başlarında Poe bir gazeteci dostuna, "Tüm zamanların en güzel şiirini yazdım." demiş. Yayımlandığı dönemde büyük sansasyon yaratan, hâlâ Amerikan edebiyatının en ünlü şiirlerinden biri olan bu melodik ağıt, herkesin diline düşmüştü. ‘Nevermore’ (Hiçbir zaman) nakaratının yankısı zihinlerde umutsuzluğun simgesi haline geldi. Kısa zamanda edebi çevrelerde meşhur olan yazar, bu şiiri lambaları kapatıp ezgili sesiyle okuyormuş. Daha ziyade kadınları büyüleyen, farklı okumalara açık olan bu şiir, sevdiğinin yasını tutan bir adamın iç döküşüdür. Kendisi de ‘Yazmanın Felsefesi’ isimli makalesinde, "güzel bir kadının ölümü kesinlikle dünyanın en şiirsel konusudur" diye yazmış. Ancak Ackroyd’un vurguladığı gibi, geriye şiirin cesur tekniği ya da melodik yapısı değil, umutsuzluğun yarattığı dehşet duygusu kaldı: "Şu yukarda dönen gökle Tanrı’yı seversen söyle/ ‘Ey kutsal yaratık’ dedim, ‘uğursuz kuş ya da şeytan!’/Azalt biraz kederimi, söyle ruhun cennette mi/Buluşacak o Leoner’la, adı meleklere konan/O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklere konan?’/ Dedi Kuzgun: ‘Hiçbir zaman".
Edgar Alan Poe; edebiyatın ‘lanetli’ yazarı, ahlaki, fiziksel ve zihinsel sarhoşluğuyla serserileşmeyi seven şairin karakteri zıtlıklarla tarif ediliyor: Hırslı ve basit, kıskanç ve ölçülü, çocuksu ve abartılı, korkak ve hırçın, kendine güvenli ve kararsız, küstah ve kendine acıyan bir adam…
Bense umutsuzluğa düştüğümde, kendisinin Kuzgun’u çağırması gibi ‘karanlıklar prensi’ diye seslenmeyi tercih ediyorum ona. Yalnızlık, hayal kırıklığı ve yoksulluğun neden olduğu gerçeklerden uzaklaşma tutkusu onu fantastik türün öncüsü yaptı. Hem, bilmez miyiz, başkalarının gözünde trajik olan hayat, onu yaşayan için muazzam bir tecrübe ve maceradır bazen. Doğduğundan itibaren kendini talihsiz addeden Poe, kendisinden sonraki pek çok önemli şair ve yazar tarafından takdir edildi, örnek alındı hatta kutsandı. Biyografinin dediği gibi ‘yetim sonunda ailesini buldu’.
Zaman Gazetesi