Çanakkale’de, Maraş’ta, Adana’da, Mersin’de vatanı ve milleti için çocuk olduğunu unutan Ali’lerin, Hasan’ların, Ökkeş’lerin hikâyelerini müstakil öykülerle anlatan Alagöz, "Bu hikâyeler bugünün gençliğine aynı bilinci kazandırmak için önemli." diyor.Öykücü Osman Alagöz, daha önce Kınalı Eller kitabında Millî Mücadele’deki kadın kahramanları anlatmıştı. Şimdi de Millî Mücadele’nin bedenleri küçük yürekleri büyük çocuk kahramanlarının hikâyelerini öyküleştirdi. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitapta, vatan millet deyince yaşlarından beklenmeyen bir olgunluk ve cehdle cepheye koşan minik bedenlerin kahramanlık öyküleri dile getiriliyor.
Savaş öncesi sokaklarda oyun oynayan fakat iş başa düşünce kimi cepheye erzak taşırken, haber götürürken, kimi de göğüs göğüse savaşırken şehit olan on beş çocuk kahraman var kitapta. Osman Alagöz’le ‘Bedenleri Küçük Yürekleri Büyüktü-Millî Mücadele’de Çocuk Kahramanlar’ kitabını ve günümüzün kahraman gençlerini konuştuk.
Daha önceden kadın kahramanları anlattığınız Millî Mücadele’de Kınalı Eller kitabı vardı, şimdi de çocuk kahramanlar. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?
Aslında "her şey Maraşlı olmamla başladı" desem yalan olmaz. Çocukluk yıllarımda katıldığım 12 Şubat kurtuluş etkinlikleri, bu etkinliklerde anlattıklarına kulak misafiri olduğumuz son gaziler, tekrar be tekrar izlediğimiz Sütçü İmam’ın kahramanlığı piyesi yüreğimize bir tohum gibi atılmış oldu. Sonra lisede dönem ödevimin Maraş’ın kurtuluşu olması, Maraş’ın kurtuluşunu konu alan Sahibini Arayan Madalya filminde figüran olarak görev almalarımız, farkında olmadan bizi bir şeylere hazırlamış. Öyküler yazmaya başladığım dönemde de bir vefa duygusuyla Sütçü İmam’ı yazdım. Yağmur dergisinde yayımlandı. O gün yazı işleri müdürü olan Mehmet Erdoğan ağabeyin de teşvikiyle Şahin Bey’i, Nene Hatun’u yazdım. Nene Hatun, kadın kahramanların yazılmasına vesile oldu. Sonrasında çocuk kahramanlar geldi.
Millî Mücadele’deki çocuk kahramanların hikâyelerini bir anı kitabı olarak değil, müstakil öyküler olarak kaleme almışsınız. Kitabınızda her bir kahraman kendi hikâyesini anlatıyor. Neden böyle bir yol tercih ettiniz?
Duygu ve düşüncelerimi öykü ile daha rahat ifade edebileceğimi düşündüğüm için "öykü" başat öğe oldu. Tarihi konular inceleme araştırma kitaplarında, anılarda yer alıyor. Bunlar ciddi kaynaklar. Fakat yeni yetişen nesle, onları sıkmadan bir mesaj vermek, söylenmesi gerekenleri kendimce söyleyebilmek için öyküyü seçtim. Kolay okunduğu, dimağda hoş bir rayiha, kalıcı bir tortu bıraktığı için öyküler olarak yazdım yaşananları. Her konu, her kahraman da kendi kaderiyle, kendi üslubuyla geldi. Kimisini "ben anlatıcı" ile kimisini hâkim, kimisini müşahit anlatıcı ile anlattım.
Günümüzde de, harp meydanlarında olmasa da, aynı fedakâr duruşu dini ve milleti için sergileyen gençler var. Millî Mücadele’deki bilincin hâlâ diri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Her devrin gerçeği kendine göre. Bugün milli manevi değerlerimiz adına ortaya konulan cehd, gayret topla tüfekle değil, belki ondan daha güçlü bir silahla (!) sevgiyle, şefkatle, muhabbetle yapılıyor. Daha düne kadar savaş meydanlarında karşı karşıya geldiğimiz milletlere zeytin dallarıyla, demet demet güllerle gidiliyor. İnsanlığın nice zamandır ütopyalarda hayalini kurduğu dünya sulh ve selametine bugünlerde, nice gençlerin sayesinde daha bir yaklaşıldığını görüyoruz. Savaşların seyrinin değişmesi gibi fedakârlıkların da seyri değişti. İlim irfan yolunda gurbetlere katlanmak, diline, dinine gelenek ve göreneklerine yabancı olduğu insanlarla muhabbet dilini kullanarak iletişim kurmak öyle yabana atılacak fedakârlıklar değildir. Bir de vatanından binlerce kilometre uzaklara gidenlerin yürek paralayan hikâyeleri var ki, bir kere savaş meydanında ölüp bir manada kurtulmak, onların yanında çok hafif kalır. Hatırasını dinlediğim insanlar var. Rabb’im nasip ederse o destan kahramanlarının hikâyelerini de anlatmak istiyorum.
Arka kapak yazısında, aynı bilinci bugünün çocuklarına/gençlerine kazandırmak için eserin bir ilk adım olması temennisi yer alıyor. Bu konuda neler yapılmalı?
Japonlarla ilgili anlatılan bir hadise vardır; gençlerini son teknolojiyle yapılan harikulade yapılara götürüp gezdiriyorlar, sonra da atom bombasının atıldığı yerlere götürüyorlar. ‘Eğer sizler bizlerden daha fazla çalışmazsanız sonunuz böyle olur’ şeklinde uyarıyorlar. İşte burada milli hafıza devreye giriyor. Yahya Kemal’in o muhteşem ifadeleri hiç akıldan çıkmamalı: "Ben kökü mazide, dalları atide bir ağacım." Mazisi ile barışık bir nesil yetiştirmeliyiz. Mehmet Akif’in yaklaşımları ile tarihten ibret alan ve o ibretle yarınlarına yön veren bir nesil. Fakat asla kin beslemeyen bir nesil. Dünyanın imarına gönül vermiş bir neslin, birilerine kin gütmesi düşünülemez. Ben öyküleri yazarken millet isimlerini olabildiğince az kullanmaya gayret ettim. Milletlerin isimleri yerine davranışa odaklanarak düşman kelimesini kullandım. Ve ilginçtir, bu öyküleri yazarken Peygamber Efendimiz’le Hazreti Vahşi arasında geçen diyaloglar hep aklımdaydı. Yine Mevlânâ’nın bir sözü var: "Başkalarındaki güzelliklere imrenme, unutma ki onların da sende beğendiği nice güzellikler vardır." İşte bu farkındalığı gençlere göstermek lazım. Kültür gezileriyle bu sağlanabilir. Ayrıca sanatın her alanında, resimden heykele, tiyatrodan sinemaya kadar, çizgi filmler de dahil her alanda bu değerlere yer verilmeli. Böyle böyle adımlarla bir nesil inşa edilebilir. Burada şuna dikkat edilmeli: Ötekine kin nefret değil, kendi değerlerine sevgi, muhabbet esas olmalı.
Zaman