Düzyazının, şiirin bütün bütüne dışında, gerçekliği yeniden yaratma ve kendini yenileme olanaklarıyla birlikte zaman içinde değişerek yaşamayı sürdürmesi, edebiyatın her zaman yeniden çözümlenmesi gereken sırları arasında. Dolayısıyla bugün de düzyazı kuramı üstüne düşündüklerimizi gözden geçirmekte ve yazdıklarımızın öğelerini soyutlayarak yapıyı yeniden kavramakta yarar var.
Düzyazının hikâyeye gereksiniminin olmadığı durumlar çok azdır. Öykü ya da roman, hikâyeyi tabana yayarak içinde rahat hareket edecekleri bir zemin oluştururlar. Bir resim çerçevesi değildir bu, ama resmin aslı da değildir. Kimi yazarlar merakla okunan hikâyeler yaratma ustalıklarını gösterebilir; kimileri de hikâyeyi yazınsal değil, işlevsel özelliğiyle kullanır. Herkesin ilgisini çekebilecek hikâyeler kurmak, hikâyeyi romanın asıl öğesine dönüştürmek, daha çok okura ulaşmanın anayoludur. Yeniden kurgulamak ve anlamlandırmak istediğimiz hayatsa, insanın hayatı yeniden üretme savaşının önemli ve önemsiz yanlarıysa, hikâyedir onu anlattığımız yer ve asıl bunun için vazgeçilmezdir o.
Boris Eyhenbaum, “Düzyazı Kuramı Üstüne” yazısında, hikâyenin ardından, düzyazıda kişilerin diyaloğunun da ön planda olduğunu belirtiyor. Öyle ki, “anlatı bölümü, diyaloğu içine alan ve açıklayan bir yoruma indirgenir”. Diyaloglar, öykülerde ve romanlarda birkaç nedenle öylesine ağırlık taşır ki, bulundukları bölümleri kendi çevrelerinde oluşturmaya başlar. Nedeni şu: Öykü ya da roman, odak noktasına insanı alır ve yazınsal kişiler metin içinde adım adım oluşurken, bazen de konuşurlar. Diyalog, metnin odak noktasına yaklaşan kişilerin oluşturulmasında, onların kişiliklerinin ve kimliklerinin ortaya çıkmasında çok olanaklı bir teknik öğe olarak öne çıkar. Bulunduğu yerde okuma ediminin çekim merkezine dönüşür. Eyhenbaum, 19. yüzyıl büyük romanının da diyalogları çok kullandığından söz açıyor, bu özelliğini değerlendiriyor. Roman kişiliklerinin karşılıklı konuşmalarla çizildiğini ve bu tekniğin dramatik gücünün olayları ve öykülemeyi yarattığını belirtiyor.
Başkalarının yaşadıkları
Eyhenbaum, iki düzeyi birden alıp, “Bizler olayları anlatılıyormuş gibi (destan şiir) değil de, sanki sahnede gözümüzün önünde geçiyormuş gibi algılarız,” diyor. Bir bakıma, yaşanıyormuş gibi. Öykü ve roman her zaman böyle algılanır: Edebiyatın binlerce yıldan beri dillerden düşmeyip elden bırakılamamasının nedeni, insanın hikâyesini anlatması, anlatılanların gerçekten yaşanıyor, kişilerin gerçekten yaşıyor, olayların gerçekten oluyor gibi okunmasıdır. Üstelik kendi yaşadıklarımızı biliyoruz ve onlar bizim için ilginç değil, ama başkalarının yaşadıkları her zaman merak ettiklerimizdir. Yaratıcı yazarlar da yazdıklarının gerçek gibi olduğunu düşünerek yazmaz mı?
Öykü ile roman ayrımı
Gene de şu var: Aynı gerçekliği öykü ile romanın aynı biçimde anlatmasının olanaksızlığı yanında, iki türün aynı gerçekliği anlatmasının çoğu kez olanaksız oluşunun nedenlerini çözümlemek de önemli bir başlık oluşturuyor. Eyhenbaum da, “Roman ve öykü türdeş değil, tersine birbirine son derece yabancı biçimlerdir,” diyor. Böyle sözler, öylesine söylenmez.
Hayatı bir gerçeklik olarak görmeye yatkınlığı, romanın kendisini bütün olanaklarıyla bütünleşmeye zorlar. Ne çok şey vardır o hayatta ve ne çok şeyin anlatılması gerekir! Romanın, açık ya da örtük, herkesi ilgilendiren bir şey anlatmaktan vazgeçmesi her zaman zor oldu.
Oysa öykü, anlatmayı seçtiği kesitleri, onların herkesi ilgilendirip ilgilendirmediğini tartmadan, yalnızca kendi seçimlerini izleyerek yansıtır. “Öykü bir çelişki, bir uyum eksikliği, bir yanlışlık, bir karşıtlık, vb. üstüne kurulur.” Anları ve ayrıntıları anlatır. Nokta atışıdır. Çevresiyle, öncesi ve sonrasıyla ilgilenmeden, seçtiği noktayı yoğunluğu ve tam anlamıyla anlatmayı amaçlar. Bir roman böyle kurgulanmaz.
Eyhenbaum’un öykü ve roman kuramının sacayakları olarak alınabilecek saptamaları bugün belki çokça yinelenen görüşler çevresinde bulunuyor, ama bunlar da düşünce tembelliğini kırmak için reçete yerine geçebilir. Daha ileri sıçramak için.
“Öykü tekbilinmeyenli bir denklem kurmaya benzer,” diyor Eyhenbaum, “roman ise çokbilinmeyenli denklemler dizgesi yardımıyla çözülen ve ara kuruluşların son yanıttan daha önemli olduğu değişik kurallı bir problemi andırır. Öykü bir gizdir (muamma); roman ise bir tür bilmece ya da bulmacadır.”
Öyküyü çokbilinmeyenli bir denklemin içine çekmeye çalışmak, onun değerini artırmak yerine, yapısını bozar. Öykü deyince, kısa öyküyü anlıyorsak. Demek ki anlık bir vuruş, bir yoğun-anlam, öyküyü hem var eden nedendir, hem de onu okuma nedeni.
Hayatın küçük kesitlerinden çıktığını söylüyorsak öykünün, yaşadığımız hayatın sıradan yanlarını anlattığını baştan düşünmek gerekir. Hayat önemli, bir büyük dokuma; anlar onun yaratıcısı, tek tek düğümleridir ancak. Gelgelelim, sıradan, basit, yalın olanın taşıdığı yazınsal değer de bütüncül ve önemli olanla karşılaştırılmaz. İnsanın belleği ve bilinci ancak ayrıntılarla yakalanır. Kalıcılık onlarla sağlanır. Bireylik bilinci ayrıntılardadır. Büyük anlamlarsa, hemen her zaman yanılsama biçiminde ulaşır bilince ve geçicidir. Hayat taşısa da o büyük anlamları, sözcüklerle, dille, kurmaca biçimlerle yapılan yazınsal bir metin, o anlamların altında ya ezilir ya da gevşeyip niteliksizleşir.
Öykünün gizilgücü
Birleşik Amerika’da öykünün bu denli gözde bir tür olup Avrupa’da bütün bütüne gözden düşmüş olmasının nedenlerini açıklamaya çalışırsak, öykü ile roman arasındaki çatışmayı ve uzlaşmazlığı da anlamaya yaklaşırız. Öykü, Edgar Allan Poe’dan beri Amerika’da çok yazılıyor, sürekli yeni arayışlarla kendini yeniliyor, yaygınlıkla okunuyor. Oysa başından beri Amerikan edebiyatıyla yan yana ve iç içe yaşamış, ona kaynaklık etmiş İngiliz edebiyatında, öykü de önemli yazarlar vermiş olsa da, roman hep önde oldu. Eyhenbaum, ta “1830’lu ve 1840’lı yıllarda Amerikan düzyazısının kısa öykü (short story) türünü geliştirmeye yöneldiği görülür açıkça; oysa aynı dönemde İngiliz yazını romanı işlemektedir,” diyor. Poe, kısa öykünün sınırını yüksek sesle iki saatlik bir okuma zamanının çizdiğini belirtiyor. Demek Poe’dan bugüne, kısa öykü hız kazanmıştır. Poe’nun iki saatinde en az yirmi sayfa okunur ki, bu uzunlukta öyküleri artık uzun öykü olarak niteliyoruz; dolayısıyla kısa öykü zaman içinde gitgide kısalmış, öykü deyince de kısa öykü anlaşılmaya başlamıştır. Niçin? Yüz elli yıldan bu yana, hayatın uğradığı değişim, yazınsal gerçekliği de elbette değiştirdiği; hayat, insanlarıyla birlikte ayrıntılarını çoğalttığı için, kısa öykünün gerçekliğindeki değişim onun biçimini de değiştirdi, önce de kısalttı onu. Poe’nun şiirin yanına koyduğu öykü, hâlâ aynı yerde duruyor; gene yapısında “amacı dolaysız ya da dolaylı olarak gerçekleştirmeye yönelmeyecek bir tek sözcük bulundurmamalı” ve bunun için de bugün şiirle bazen iç içe de geçiyor.
Roman ile öykü, toplumsal karşılıkları zaman içinde gitgide ayrılmış iki tür; belki ikisi de düzyazı, ama yapımbiçimlerinin apayrı oluşu, onları birbirinden ayrı değerlendirmeyi haklı kılıyor. Dolayısıyla düzyazının olanaklarını çözümlerken ve bir düzyazı kuramı oluşturmaya çalışırken, her iki türün ortak özelliklerini öne çıkarmak yerine, onları iki ayrı olanak dizgesi olarak tasarlamak, daha anlamlı sonuçlar verir.
Bütün sorun, düzyazının ince sesinin izini sürmek, nitelikli edebiyatın dilencisi olmayı içselleştirmek…
Radikal Kitap