Vásquez’i dünyaya tanıtan ve övgülere nail olmasını sağlayan romanı Gammazcılar bizde de yakın zamanda yayımlandı. Hem de gayet tadında, özenli ve eserin dilini yutmayan aksine ruhuna uygun dili yakalamış temiz bir çeviriyle. Bu noktada Süleyman Doğru’nun çalışmasını takdir etmek gerek.
Karayipler’den gelen ‘Gammazcılar’, aynı toprakların ya da genel olarak Latin kanının edebiyat dünyasına bahşettiği pek çok kıymetli eserin de yarattığı sempatinin etkisiyle daha baştan dikkat çekiyor. Ve ne güzel ki, hayal kırıklığı yaratmıyor. Zaten referansları da sağlam: Carlos Fuentes onun insan davranışlarının gri atmosferini ve insanların hata yapabilme kapasitelerini resmetme gücünü hayranlık uyandırıcı buluyor, Mario Vargas Llosa da yazarı "bölgenin en orijinal yeni seslerinden" diye tanımlıyor.
Sürgündekilerin evi Yeni Avrupa Oteli
Gammazcılar, konusu itibariyle edebiyatın aşina olduğu bir mağduriyeti ele alıyor; İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımı, zorunlu göç, dağın taşın düşmana, arkadaşın muhbire dönüşmesi. Ancak Vásquez kurgusu ve anlatımıyla, bilindik konu üzerine, diri ve ilgi çekici bir roman inşa ediyor. Vesile ettiği kurmaca ile insanlar arasındaki en ince kırmızı hat olan güven meselesiyle onun iki ucunda yer alan sadakat ve ihanet kavramlarını deşiyor, ülkesinin ve bir dönemin olduğu kadar insanın karanlık yönlerini irdeliyor. Anlatım süslü değil ama tahlilleri ve sözcükleri alabildiğine kuvvetli.
Olaylar, savaş öncesi Almanya’dan kaçabilmiş Yahudi bir ailenin Kolombiya’da açtığı Yeni Avrupa Oteli etrafında gelişiyor. Ve savaşla çehresi sertleşen yeni bir Avrupa’nın Kolombiya’ya varan rüzgarıyla. Vatanlarından uzakta, kendilerine ikinci bir vatan icat etmeye çalışan göçmenler, ortak sözcükleri ve aynı toprakların anıları ile Yeni Avrupa Oteli’nde buluşuyor ve insanın başına bir şey gelme ihtimalinin en az olduğu yere, ‘eve’ dönmüş oluyorlar. Fakat üvey bile olsa sığındıkları bu evi de kaybedecekler. Otel sahibinin kızı Sara Guterman’ın deyimiyle orada "yuvaları yıkan, yaşamları mahveden, gelecekleri tüketen şeyler" yaşanacak.
Aslında bunlar çok eskilerde, yatakların altında saklanan kutulardaki gazete kupürlerinde, fotoğraflarda ve mektuplarda kalmıştı. Gazeteci Gabriel Santoro aile dostları olan Sara’yla kara geçmiş ve kara listeler hakkındaki röportajını ‘Sürgünde Bir Hayat’ adıyla romanlaştırana kadar. Oğluyla aynı ismi taşıyan baba Gabriel Santoro kitaptan o denli rahatsız oldu ki, onu yerden yere vuran bir makale yayımladı. Çünkü kutuların ve içlerinde saklanan hafızanın ortaya çıkmasını istemiyordu. Kendi hataları ve ihanetinin teyakkuzda beklediğini biliyordu. Ama kapak bir kez kaldırıldı mı anılar artık özgürdür. Nefes aldıkça, yaşamla temas ettikçe görünür olurlar. Ve saygı duyulan, yıllarca hitabet seminerleri vermiş bir profesörü kendi silahıyla, bir zamanlar sarf etmiş olduğu sözleriyle, kahramandan sahtekara dönüştürebilirler.
İkinci hayat ama birincinin hatalarıyla
Kitabının ardından başlayan süreçle birlikte oğul babanın ihanetini keşfeder. Evet, Santoro bir muhbirdir. Birleşik Devletler’in isteği ile hazırlanan ve Kolombiya’daki Nazi sempatizanı Alman vatandaşlarının sıralandığı ‘kara liste’ye en yakın arkadaşının babasını yazdıracak kadar muhbirleşmiş bir adam.
Üstelik Gabriel’in ihbar ettiği Bay Konrad’ın tek marazı Nazi yanlısı bir aileyi akşam yemeğine çağırmış olması. Zaten bu listeler çok sağlam dayanaklarla oluşturulmuyor. Kimi zaman sadece bir söylenti, bir ismin yaşamdan listeye taşınmasına yetiyor. Yanlış insanlara patates satmış kendi halinde bir çiftçi kadın da oradaki yerini alıyor, alfabetik sıra onu hangi satıra layık gördüyse. Ve bu insanlar kendilerini listeden kurtarıp da yeniden hayata karışamıyorlar. İstisnalar ama genel kaideye uygun şekilde yok ediliyorlar.
Geçirdiği kalp ameliyatı sonrası kendisine ikinci bir hayat bahşedildiğine inanan baba Santoro, kelimeleriyle yok ettiği hayatların ağırlığını omuzlarından atmak istiyor. Üstelik bu kez önceki hayatındaki gibi inkar ederek değil, affedilmeyi umarak. "Herkes bilir ki ikinci bir hayata daima ilkinin yanlışlarını düzeltmeye yönelik o can sıkıcı mecburiyet eşlik eder". Ancak ne kendini kurtarabilir ihanetinden, ne de oğlunu. "Çünkü hatalar miras kalır, suç miras kalır, insan atalarının yaptığı hataların faturasını öder ve bunu herkes bilir". Bundan böyle babasının muhbirliği, oğul Gabriel’in omuzlarında, yıkılan hayatların faturası da cebindedir. Çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına devr olunmak üzere…
Vásquez’in kitabında, iyi bir edebiyat eserinde olması gerektiği gibi pek çok durum/hal/his yan yana gidiyor, birbirini boğmadan ama anlamlandırarak. Kolombiya tarihinin kuytu köşeleriyle uğraşmayı seviyor yazar, Amerikan politikalarının kendi toprakları üzerindeki etkilerini ifşa etmeyi de. Hatta bir söyleşisinde bununla ilgili ironik bir itirafta bile bulunuyor:"Romanlarım, Amerikan politikalarının karanlık yanlarını sorgulamak için Amerikan edebiyatından öğrendiğim her şeyi kullanıyor." Kitaptan: "Çünkü yalanlar bile, bir insanın kendisiyle ilgili en terbiyesiz uydurmaları bile bize o insan hakkında çok değerli hatta en dürüstçe gerçeklerin bile veremeyeceği değerde bilgiler verir. Babam hep şöyle derdi: Şeffaflık dünyanın en büyük aldatmacası. İnsan söylediği yalanlardır."