Sanayi Mahallesi’nde vurulan bir sokak köpeği, tok satıcı diye tabir edilen Ortaköy torbacılarını gayet içinden çıkılmaz bir duruma sokabiliyor ve o anda, olaylar gelişirken, Bağcılar’da bir evde…
Yeraltı edebiyatı günümüzde küfrün edebiyatı olarak görülmeye devam ediyor. Burjuvazinin “güzel abileri ve güzel ablaları” Burroughs, Palahniuk, Trotzig, Genet, Ambjörnsen okumaktan çok hoşlanıyorlar ama sokaktaki müptezelleri görünce ya pahalı arabalarına/evlerine doğru koşuyorlar ya da şehrin sahibi üslubuna bürünüyorlar: “Bu şehirde artık yaşanmıyor!” Entelijansiya diye tabir edilen güruh ise zaten hem bu edebiyatı aşağılıyor hem de topluma yabancılaşmaya devam ediyor. Havalimanlarında satılan kitapların edebi duruşumuzu belirlediği ve çoksatar listelerini altüst ettiği bir zaman diliminde zamanın ruhunun bunların hesabını soracağı aşikâr ki edebiyat tarihten daha acımasızdır. Tarihi herkes her zaman tartışacaktır ama edebiyatın öznelliği tartışılmasını zorlaştıracaktır.
Ayrıca bizim toplumumuzda edebiyatın tartışılmasını bırakın, herhangi biri hakkında yapacağınız hiçbir eleştiri de tahammül sınırlarının en alt eşiğine bile erişemiyor. Alican Ökmen’in ilk romanı Kirli, Paslı, Bozuk bu türden edebi tartışmalara girmiyor, açıkçası söylemek gerekirse hiç alakası da yok.
Kirli, Paslı, Bozuk bir öteki romanı. Öteki kavramının klişeleşmeye yakın olduğu günümüzde bu türden bir kitap yazmak zor olsa gerek. Ayrıca bir ilk roman olduğunu da tekrar hatırlatmakta fayda var. Polisiyeye varan kurmaca sürekliliğini hiç yitirmiyor ve soluk soluğa olmasa da kısa sürede tüketiliyor. Burada tüketilen roman olduğunu söylemek zor zira Ökmen ziyadesiyle “damara basıyor”. Damara basılan şeyler hiç masum değil. Tam da yeraltına yakışır bir tavırla anlatıyor derdini; hiç kimse kötü değildir, toplum onu biçimlendirirken acımasız davranır. Uyuşturucu bağımlılarının varlığını tahmin etmiş olsanız da Ökmen kurgusunu bu kadar ile sınırlamıyor. Katiller de var polisler de ama ruhu bin sayısının birkaç milyon katınca parçalanmış insanlar daha çok işleniyor kurgunun içinde. Argo sınırları zorlanmasa da küfrün nasıl bir tür “lehçe” bellendiğinin izleri de çok sağlam kanıtlarla anlatılıyor.
Katil neden katil?
Her Şeyi En Başta Söylüyor
Romanın özellikle irdelenmesi gereken bir diğer yanı ise sinematografik öğelerin -ki kurgunun ta kendisi de denilebilir- fazlalığı. Birkaç Tarantino filmi, hiç olmadı televizyonda dahi onlarca kez yayınlamış Sin City filmini izlemiş olanlar kurgunun nasıl şekilleneceğini rahatça kavrayabilirler. Sizi yanıltmasın, böyle bir kurgu varlığı handikap olarak nitelenemez. Flashback ve flashforward açısından zengin olan roman, okuyucusundan bir şey saklamak isteyen bir roman da değil. Her şeyi en başından söylüyor, okuyucu kendini “Katil kim? sorusu ile baş başa bulmuyor aksine soru “Katil neden katil?” Bu durumda Ökmen’in biyografisine göz atmak yeterli oluyor, kendisi sinema ile ilgili “ne iş olursa yaparım” modunda çalışan birisi ve elinden geldiğince bu yönde de emek harcıyor. Ayrıca İstanbul ’da doğup büyümüş olması da kitapta yer alan mekânların, jargonun, şiddetin ve uyuşturucu trafiğinin bire bir içinden olmasa da etrafında bir yerlerinde büyüdüğünü gösteriyor. İlk roman olması elbette romanın otobiyografik özellikler barındırmasını gerektirmiyor ancak bir yazarın yaşadığını yazamasa da hayalini kurduklarını yazması çok olasıdır.
Ökmen’in yarattığı kurgu -ya da değil- bütün öğeler birbirinin tamamlamak için özenle seçilmiş görünüyor. Altı yılda yazdığı bu roman üzerinde çok fazla düşünülmüş bir çalışma olduğunu başından sonuna kadar hissettiriyor. Karakterlerin olaya dahil oluşu ile zaman kavramının paralel ilerlemesi başlı başına büyük çalışmanın göstergesi. Birden fazla anlatıcıya sahip romanların en büyük sorunu zamanını ve bu zaman aralığının ilerleyişini yönetmektir ki başarıyla ifşa edilmiş. Kurgunun bir baştan bir sondan ve tekrar başa sonra sona ilerleyişi önce bir kargaşa etkisi yaratsa da sonuç itibarıyla bu bir yeraltı edebiyatı örneği. Okuyucu ne kadar rahatsız olursa yazar da edebiyata olan borcunu o kadar ödeyecektir. Kirli, Paslı, Bozuk bu yönden çok çaba sarf ediyor zaten çaba gösterdiği herhangi bir “şey” varsa da bunu örnek olarak göstermek en doğrusu olacaktır. Yeni kitaplarını görmeden iddialı konuşmak belki erkenci bir tavır olabilir ancak Ökmen bu anlatı/kurgu tarzı ile polisiye yazmaya yönelmezse romanımızda hep eksik kalmış bir tarafımızı tamamlamak için daha çok çalışacaktır. Sert üslubu ve argonun sınırlarını çoktan aşmış dili de kendisine bu konuda çokça yardımcı olacak gibi duruyor.
Birkaç kilometre ötede
Birileri sürekli ölürken geriye kalanların sırf yalnız kalmamak için ölüyor olması da bu romanın yönelimlerini anlamamızda fazlaca yardımcı oluyor. Sanayi Mahallesi’nde vurulan bir sokak köpeği, tok satıcı diye tabir edilen Ortaköy torbacılarını gayet içinden çıkılmaz bir duruma sokabiliyor ve o anda, olaylar gelişirken, Bağcılar ’da bir evde birkaç sigara sarılıp, birkaç miligram eroin damara çoktan yüklenmiş oluyor. Yalnızca birkaç kilometre ötede ise müptezeller başka kanal arayışları içine girip ben öznesi ile var oluyor romanın içerisinde. Ökmen’in anlatıcı konusunda başarısını da burada dile getirmek gerekiyor.
Birbirinden bağımsız olmalarına rağmen aynı rüyayı gören birkaç anlatıcı var kitapta. Dokuz bölümlük kitabın her anlatıcısı kendini aklamaya çabalıyor ve bu aklama çabası ne etik ne de kuramsal bir çaba ile ilişkilendirilebilir, tamamen insani. Karısı Taksim Meydanı’ndaki bir eylemde tekmelenerek öldürülen, yetmezmiş gibi karnındaki çocuğu da katledilen bir baba, katil polisin kızını kaçırmakta hiçbir etik yön aramıyor. Bu bir “kötüler” kitabı ve aynı polis de katilleri acımasızca öldürmekten hiç beri durmuyor. Tabii bu çarkın içine “yürümeyi öğrendiği günden beri sokakta olan” müptezeller de karışınca birilerinin daha ölmesi gerekiyor ki bu müptezeller güzel Oğuz Atay ağabeyimizin Tutunamayanlar’ını da başucu kitabı yapmış insanlar, lütfen onları hafife almayın. Size tavsiyem eğer kendinizi güzel abiler ve güzel ablalar kategorisinde görüyorsanız ve kendinizi “dışarda tutmak” için neden bulamıyorsanız, bu kitabı okumayın, tüketim kültürüne ve “Her zaman satın al! Her zaman tüket!” mantığına hizmet etmeye devam edin. Ökmen’in size anlatacağı pek fazla şey yok. Olur da bir bakayım “Kim benim bir romanı okumama itiraz edebilir” derseniz o benim sorunum değil, tamamen yazarınındır ve kimin sorununu nasıl çözeceğini biliyor Ökmen.
KİRLİ, PASLI, BOZUK
Alican Ökmen
Ayrıntı Yayınları
17 TL