Yedi yıldır Genç Dergi’de yazdığı ezber bozan güncel yazılarıyla tanıdığımız Ayşegül Genç, Metropol Bedevisi kitabının ardından bu kez bir romanla okurlarının karşısına çıkıyor. Ayşegül Genç ile Okur Kitaplığı’ndan çıkan ilk romanı Ölü Serçe Dönemeci hakkında konuştuk.
Bir roman yazma fikri nasıl doğdu? Güncel yazılar yazanlar için romana geçiş süreci pek kolay olmasa gerek?
Romanların insani değerlerin dışında kavuşturucu veya ayrıştırıcı etkisi olduğunu düşünmediğim için bir roman yazmaya karar verdim. Dikte eden değil, teklif eden tarafına sığınarak yazmaya başladım. Roman karakterlerinin her birinin ruh dünyasını anlatmak demek zaten onları anlamaya ve diğerkâm olmaya davet eder bizi. Öyküde de bu böyledir. Farklı düşünceden insanların öykülerini yazabilen yazarlar “insanı bilme ve anlama” yolunda diğer yazarların önüne geçebilirler. Ama bu demek değildir ki yazar kendi iç dünyasını ve duygularını rafa kaldırsın. Rafa kaldırmayacak ki her eser diğerinden farklı olabilsin.
Ayrıca evet roman yazmak zor olsa da hareket alanı geniş bir dal olduğu için yazar rahat edebiliyor. Ben de bu romanı yazarken çok rahat ettim. O kadar rahat ettim ki soluğu doktorda aldım. Bana “ne iş yapıyorsan o işi bırak” dedi. Şaka gibi. Chuck Palahniuk, yazmak üzerine 12 kuralını açıklarken diyor ki, “gerçekten sizi derinden etkileyen konular hakkında yazın.” Abartmayın, demeyi unutmuş sanırım. Bu romanda beni hasta edecek kadar derinden etkileyen konular üzerinde gezindim.
Hz. Sümeyye’nin hayatını yazacağım demiştiniz. Fikrinizi nasıl değiştirdiniz?
Hz. Sümeyye’nin hayatını anlatmak için yola çıkmıştım ama olmadı. Sahabenin veya büyük zatların hayatlarını oradaymışçasına, görür gibi anlatmak etkili olmasına rağmen riskli bir iş. Ben buna her niyet edişimde hata yapıyormuşum hissine kapıldım. Afalladım. Bu bana göre değildi. Edebi zevkine güvendiğim bir büyüğüme danıştığımda bana tek dediği şey şu oldu: "O anı her ayrıntısına kadar anlatmak neye yarar, sen o ruhu verebiliyor musun ona bak."
Bundan sonrasında o ruhu yakalamaya çalıştım. O ruh’un izine düştüm. O ruhun bu devirde izdüşümlerini aradım. Farklı hayatların farklı yansımalarında bizi birleştiren ve ayıran her ne varsa o ruhtan nasiplendiğini hissettim.
Böylece kitap Hz. Sümeyye’den günümüze, zamanda sektirilmiş bir taş gibi dokunduğu ne varsa ona bir ruh giydirerek ilerlemiş oldu. Hem seksenli yıllara, hem yakın zamanımıza, hem de son yüzyılda zulme uğramış ümmet coğrafyasına insanın kalbinin içinden bakmaya çalıştım.
Peygamber Efendimizin “küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” sözünü, uzak savaştan yakın savaşa, psikolojik savaştan ruh katliamına, paralel savaştan insanın küçük konfor savaşına kadar farklı açılardan incelemeye çalıştım. Modern edebiyat tam da bu yüzden imdadıma koştu diyebilirim.
Kitabı ilk okuyanlardan biri olarak oldukça akıcı ve etkileyici buldum; fakat romanda idealize edilmiş bir kahraman yok. Misal verecek olursak, cinayet işlemeye meyyal dindar bir genç var, bu tercih nasıl oluştu?
İdealize tiplerin artık gençler tarafından okunmadığını düşünüyorum. Aykırı tiplerin, davranışları yanlış olsa da, doğru mesajlar verebileceğine inanıyorum. Hani bazı ressamlar portre yaptıkları zaman ona bir ayna tutarak portrenin ters duruşunda kusurları görebilirlermiş ya ancak. Tıpkı onun gibi.
Edebiyatın estetik gücünü doğru bir perspektifle ve içselleştirilmiş bir kaygıyla işleyebildiğimizde tipler, konular sorunu ortadan kalkıyor zaten. Olay ve kişi ekseninden çıkıp “hal”lerde kaybolabilmek daha önemli. Zaten bizi o olayın üzerinde durmaya, düşünmeye, çözümlemeye, başlangıcından sonucuna kadar bir yelpaze açıp her yönü ile ele almaya iten “hal”dir. Hallerdir. Hallerimizdir. Bu yüzden çoğu zaman basit bir olayın içimizde bin bir köşeye dokunan katmanlı hallerini aktarmak için yazarız.
Romanın adıyla ilgili daha önce konuştuğumuzda “Aman sağlıklı olsun da adı önemli değil” demiştin. Hâlâ bu durum geçerliliğini koruyor mu?
🙂 İsim konusu önemli ve bu konuda yeterince titizlendiğimizi düşünüyorum.
Sami Yaylalı
Dünya Bizim