Dünyaca ünlü yazar Dan Brown’ın yeni romanı Cehennem’i eleştirmen Necip Tosun Star gazetesine yazdı:
"Popüler romanların tüm temel özelliklerini taşıyan Cehennem hiç kuşkusuz edebiyat dışı bir metin. Brown, İstanbul’u ve mekanlarını gündeme getirirken oryantalist kalıpların dışına çıkamıyor: Biraz gizem, baharat, lokum…"
Popüler romanlar, okuru sıkmayan, aşk, macera, sır, intikam gibi konuların basit biçimlerle sunulmasıyla oluşur. Okur beklentisine, bilgisine, beğenisine denk düşen bir seviyeden onlara seslenirler. Okuyucular da tüm bu nedenlerle bu tür romanlarda bir televizyon dizisi, bir film izleme tadı bulurlar. Yazarlar da bu beklentiye denk düşen bir tavır içindedir: “Sizi rahatsız etmeye geldim, biraz dikkat ve çaba gösterin” yerine, “şöyle bir uzanın, hadi keyfinize bakın, hayırlı yolculuklar” diyerek başlarlar romanlarına. Bu yüzden onları çabuk yakalar ve onlara en yüzeyinden kendi meselesini aktarırlar. Okuru kendi dünyasında dolaştırır, gezdirir, tarihi ve turistik yerleri gösterir ve sağ salim kendine teslim ederler. Okur “vakit ne çabuk geçti, anlayamadım” bile der. Hatta “romanı elimden bırakamadım…” Bu tür romanların diğer bir özelliği de daha yazma aşamasında “çok satma” tercihinin yapılmış olmasıdır. Yazar eserinin başına bu ön koşulla oturur, yayınevi aynı çabayı gösterir. Yani hem yazar “çok satar” bir kitap yazdığını bilir hem de yayınevi pazarlama usulleriyle bu beklentiyi karşılayacak bir ortamı hazırlar.
Geçtiğimiz hafta tüm dünya ile birlikte aynı anda ülkemizde yayınlanan Dan Brown’un son romanı Cehennem popüler romanların tüm temel özelliklerini bünyesinde barındırmakta. Kitap daha çıktığı gün gazetelerin, televizyonların öncelikli gündem maddesi olmayı başardı. Şimdiden satış rekorları konuşulmakta. Bir kitabın daha çıkmadan satış rekorları kırması (!) aslında yazara açılan açık bir çek olması yanında okurun genel bir profili konusunda da bize ipucu veriyor.
Kitabın girişindeki teşekkürlere ve hazırlanış hikâyesine bakılırsa, Cehennem’in bağımsız bir yazar elinden çıkma bir eser olmasından çok, pek çok kişinin katkısıyla oluşmuş bir “proje” olduğu anlaşılıyor. Yazar girişte en az altmış kişiye teşekkür ediyor. Cehennem kuşkusuz edebiyat dışı bir metin. Yazar da bunun bir edebî eser olup olmamasını mesele etmiyor. Zaten popüler bir kurmaca, işin edebî yönünü pek de önemsemez. Bu onun doğasına aykırıdır.
Cehennem, bilim ve teknolojik gelişmelerin insan hayatını nasıl değiştirebileceğini, bu imkânların kötü insanların eline geçtiğinde nasıl bir felakete dönüşebileceğini hikâye eder. Romandaki çatışma ise dünyanın geleceğini felaket olarak gören bilim adamının yanlış seçimiyle doğar. Nüfus artışının yol açtığı felaket, nasıl geçmişte savaş ve salgınlarla önlenmişse şimdi bir virüsle, toplu kıyımla önlenecektir. Yapılmak istenen dünya nüfusunun üçte birinin kısırlaştırılmasıdır. Roman bu felaketi önlemek isteyen kahramanların mücadelesini anlatır. Cehennem’e entelektüel bir tat, gizem ve derinlik katmak için Dante’nin cehennem tasvirleri, ünlü tablolar, sanat eserleri anlatıma eşlik eder. Hiç kuşkusuz roman bir komplo teorisine yaslanır ve tarihsel mekânlar bu teorilerin gerçekleştirilmesindeki sırları barındırır.
Cehennem, tüm popüler romanlarda olduğu gibi sinema ve bilgisayar oyunlarının kabulleri, beğenileri ve algılarını yansıtırken, açıkça sinema seyircisini hedefler. Macera, gizem ve merak unsurlarından beslenen roman, görüntülerle meselesini aktarır. Takip, kovalamaca, gizem, tarihin derinlikleri, teknolojinin imkânları, ajanlar, dünyayı felaketten kurtarma özellikleriyle sadece çekilmesi kalmış bir senaryo gibidir.
Ancak romanın bizim için asıl önemli yanı bu kez İstanbul’un romanda yer almasıdır. Romanında anlattığı şehirler, konular ve mekânların daha sonra ilgi odağı olduğu bilinen yazarın bu kez İstanbul’u mekân olarak seçmesi beraberinde pek çok tartışmayı da getirdi. Kimileri bu ilginin turizme katkısından söz ederken kimileri de Ayasofya’nın gündeme getirilerek Türklerin karalanacağını iddia etti.
Romanda İstanbul finalin gerçekleştiği mekân olarak yer alır. Salgın İstanbul’da başlayacaktır. Çünkü İstanbul “Doğu’nun Batı’yla buluşması, dünyanın dört yol ağzı”dır. Hem İstanbul tarih boyunca defalarca salgınlara yenik düşmüş bir kenttir. Romanda Ayasofya, Mısır Çarşısı, Galata, Yerebatan Sarnıcı, Sultan Ahmet bir şehir mekânı olarak yer alır. Özellikle Yerebatan Sarnıcı virüsün yayılacağı yer olarak öne çıkarken diğer mekânlar daha geri planda kalır.
Brown, İstanbul’u ve mekânları gündeme getirirken derinlikli bir gözlem ve analizden çok bildik klişeleri tekrarlar. İstanbul’un Doğu ve Batı’nın kavşak noktasında olduğu, iki ayrı kültürü içinde barındırdığı ve Doğu’nun gizemini yansıttığı vurgulanır. Doğu ve Batı’nın sanat algıları birkaç paragrafta karşılaştırılırken Ayasofya bölümünde dinler arası diyalog, Mısır Çarşısı bölümünde halı, baharat ve lokum simgeleriyle oryantalist bakış sergilenir. Ama genel anlamda romanda İstanbul’a, Türklere olumsuz bir bakış açısının olmadığını söyleyebiliriz.
Anlatıcı, İstanbul bölümlerine “Eski Bizans başkentinde akşam olmuştu.” diye başlar ve bir İstanbul tanımı yapar: “Burası ikiye bölünmüş bir dünya, karşıt güçlerin şehriydi: Dindarlarla laikler; eskiyle yeni; Doğu’yla Batı… Avrupa ile Asya arasındaki coğrafi sınırda duran bu ebedi şehir, gerçekten de Eskidünya’dan daha eski bir dünyaya uzanan bir köprüydü.” Üç farklı imparatorluğun, Bizans, Roma ve Osmanlı’nın merkezi olan İstanbul’un Türkiye’nin başkenti olmadığı da romanda vurgulanır.
Ayasofya gezilirken, hat yazısıyla Allah ve Muhammed isimlerinin yazılı olduğu iki muazzam levha arasında yükselen İsa mozaiği için rehber dinler arası diyalogu hatırlatan şu cümleleri söyler: “Gerçek dünyada dinler arasındaki anlaşmazlığa rağmen biz sembollerin bir arada çok güzel durduğunu düşünüyoruz.” Bu sözü kahramanımız onaylar ve zıtlıkların büyüleyici bir etki yarattığını düşünür. Daha sonra İslam sanatı ile Hıristiyan sanatı karşılaştırılır. İslam’ın resmi tasvip etmediği vurgulanır ve “Hıristiyan yüzleri, Müslümanlar kelimeleri sever” denir. Rehber kubbedeki sembolleri göstererek “Hıristiyanlıkla İslamiyet’in eşsiz bir karışımını görüyorsunuz” der ve ekler: “Camiler ve katedraller şaşırtıcı derecede birbirine benzer, Doğu ile Batı’nın gelenekleri birbirinden tahmin ettiğiniz kadar farklı değildir.”
Mısır Çarşısı gözlemi ise daha çok bir Batılının görmek istediği İstanbul fotoğrafıdır: “Baharatlar, meyveler, bitkiler ve Türk lokumu.” Oryantalist algı farklı bir bakış açısında daha belirir: “Bunlar padişahların türbeleriydi ki, içlerinden biri, yüzden fazla çocuğu olduğu söylenen III. Murat’a aitti.”
Kitap edebî yönüyle değil ama yarattığı ilgi ve çok okunurluğu nedeniyle önemli. Bu yüzden Cehennem’in İstanbul’u nasıl anlattığı ilgiyi hak ediyor. Ama İstanbul algısı, farklı bir bakış açısını değil tanıdık Batılı gözü yansıtıyor. Doğu ve Batı’nın kesiştiği yer klişesinin ardından “baharat, halı ve lokum” simgeleriyle İstanbul fotoğrafı tekrar ediliyor.
Star gazete