Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki IŞİD ve PKK saldırıları var. İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK Yenişafak gazetesi yazarı İbrahim Karagül bugünkü köşe yazısında “Yüz yıllık hesaplaşma bu: İha...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki IŞİD ve PKK saldırıları var.

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi yazarı İbrahim Karagül bugünkü köşe yazısında “Yüz yıllık hesaplaşma bu: İhanet yok olmaktır” başlığını kullandı.

Karagül’ün köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Yüz yılın hesaplaşmalarıyla karşı karşıyayız” dedi Başbakan Ahmet Davutoğlu. Gazetelerin Genel Yayın Yönetmenleriyle önceki akşam Dolmabahçe’de yaptığı toplantının girişinde sarfettiği bu cümle, gözlerimin birden parlamasına yol açtı.

Yayınladığım ilk kitabın adı “Yüzyıllık Kuşatma”, ikincisinin adı “Yüzyıllık Hesaplaşma” idi. Coğrafyaya yönelen, Birinci Dünya Savaşı boyutunda bir istila projesine inanıyorum, kuşatma bu. Hesaplaşma ise, coğrafyanın yerel dinamiklerinin kendini savunma arayışı ve istilacı projelerle hesaplaşma arayışını yansıtıyordu. Üçüncü kitabın adını da “Yüzyıllık Zafer” koymayı düşünüyordum.

İşte bu yüzden Son İstiklal Savaşı ifadesini özellikle kullanıyorum. İşte bu yüzden bugün yaşananların Birinci Dünya Savaşı sonrası ikinci dizayn olduğunu ve bizim yüzyıl sonra ilk kez bağımsızlık mücadelesi verdiğimizi düşünüyorum.

İç işgal ve o büyük ihale

Davutoğlu’nu dinlerken, kendim dahil, coğrafyanın tarihsel duruşundan hareket edenlerin aynı kaygılara sahip olduğunu, amaçlarının aynı olduğunu gördüm. Dolayısıyla son on yıldır bölgeyi okuma biçimimin büyük oranda doğru olduğunu farkettim.

Son günlerde yazdığım Kuzey Kuşağı’na müdahale edilmesine yönelik yazılar, “İç işgal” başlıklı yazılar, Kürt milliyetçiliği ve Alevilik üzerinden Türkiye karşıtı cephe inşa edildiğine yönelik yazılar, “sınırlar değiştiğinde müdahale bile edemeyeceksiniz” şeklindeki serzenişler bu yüzdendi.

Terörü bile eleştiremiyor!

Aydın Doğan grubunun bütün bu şer cephesinin pazarlamasını yaptığına yönelik yazılarım hiçbir zaman kişisel olmadı. Şahsımla ilgili son açıklamalarından sonra, bu konuda daha çok yazı yazacağımı, bu grubun Türkiye ile savaşan yapıları nasıl besleyip desteklediğini tartışmaya devam edeceğimi burada not edeyim.

Çünkü onlar kurulan Türkiye karşıtı cephenin, daha çok örgütler üzerinden şekillendirilen cephenin en büyük ihalesini aldılar. Onların pazarladığı Selahattin Demirtaş her konuştuğunda bu ülkede insanlar ölür oldu. Onların himaye ettiği yapılar Türkiye’ye savaş ilan etti ve bu halde bile o yapıları hakkıyla eleştirmekten kaçınıyorlar, iki yüzlü bir tavır sergiliyorlar.

Birileri örgütleri tek çatı altında topluyor

Davutoğlu ile sohbetin konusu, son terör saldırıları, içeride ve dışarıda başlatılan operasyonlardı. Türkiye aynı anda iki hatta üç ayrı terör grubuna müdahale ediyordu ve bunu yaparken de içeride kapsamlı operasyonlar yürütüyordu. Bu üç cephelik operasyon aslında tek bir operasyondu ama müthiş bir koordinasyon dikkat çekiyordu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi yazarlarında Yusuf Kaplan bugünkü köşe yazısında; “HDP’nin başını çektiği siyâsî Kürt hareketi, seküler bir hareket: Kemalistler, yüzyıl önce Türkiye’nin İslâmî temellerini nasıl dinamitledilerse, Jönkürt Kemalistler de, Kürtlerin İslâmî temellerini adım adım dinamitliyorlar aynı şekilde.” ifadelerini kullandı.

Kaplan’ın “Kürt Sorunu: Türk sekülerleşme projesinin iflası!” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Kürt sorunu”, Cumhuriyet tarihinin üçte birlik dilimini yuttu: Türk sekülerleşmesinin topluma ödettiği bedelin ağır faturası oldu.

KENDİ KUYUMUZU KAZIYORUZ!

İnsanı, derin düşüncelere garkeden şey şu: “Kürt sorunu”, hayatımızın her yerine öylesine derinlemesine nüfûz etti ki, artık bu sorunun nereden kaynaklandığını, neden kontrolden çıkacak boyutlar kazandığını düşünmeye mecalimiz bile kalmadı!

Oysa en hayatî kuralı atlıyoruz: Bir sorunun asıl nedenlerini, kökenlerini ve kazandığı boyutları anlamadan, o sorunu nihâî, kalıcı olarak çözüme kavuşturamazsınız.

Bizse tam da bunu yaptık 30 küsur yıldır. Aynı yanlışı sürdürüyoruz hâlâ: Bu seküler ortamda, siyâsî, kültürel ve ekonomik haklar vererek bu sorunu çözebileceğimizi sanıyoruz. Ama fena hâlde yanılıyoruz ve kendi kuyumuzu kazıyoruz!

KÜRT DEVLETİ: İKİNCİ İSRAİL

Şunu iyi bilelim: Kürt kardeşlerimize vereceğimiz bütün seküler haklar, bir bumerang etkisi yapacak, önce Türkiye’yi, sonra da onları vuracak “tehlikeli silahlar”!

Şöyle ki: Kürtlerin elde ettikleri -ve edecekleri- bütün seküler siyâsî, ekonomik ve kültürel haklar, sonuçta bağımsız devlete kadar gider. Doğrusu, bir halk, bağımsız olmak istiyorsa, ben ona “bağımsız olamazsın!”, diyemem. Bu, bu kadar net.

Hayâtî soru şu burada: Eğer Kürtler, bağımsız bir devlete sahip olursa, bunun sonu ne olur?

Onlar açısından da felâket olur bu: Tıpkı diğer “federe devlet”ler gibi emperyalistler tarafından itilir kakılır. Ve daha da kötüsü, ikinci bir İsrail -Batıların bölgeyi sopalamak ve yağmalamak için kullanacakları bir çıbanbaşı- olur. Zaten proje de bu!

Buysa, bütün bölgenin, emperyalistler tarafından uzunca bir süre daha haIIaç pamuğu gibi oraya buraya savrulması, bir daha belini doğrultamaması ve Batılı emperyalistlerin buradan kovulamaması sonucunu doğurur.

MÜŞTEREK İSLÂMÎ GELECEK’İN ÖNÜNDE TAKOZ OLMAK!

Felâket budur: Hem tıpkı İsrail gibi bir çıbanbaşı olmak ve Batılı emperyalistlerin -tam da bitti artık dediğimiz bir sırada- buradaki egemenliklerini sağlama(alma)k hem de bölgenin İslâmî bir geleceğe doğru yürüyebilmesinin önünde takoz olmak!

Sadece bölgemiz için değil, dünyanın ve İslâm dünyasının geleneği açısından bundan daha büyük felâket olabilir mi?

Kaldı ki, emperyalistlerin tek derdi de, yegâne hedefleri de tam da budur: Bölgenin siyâsî, kültürel, ekonomik ve stratejik açıdan bütünleşmesinin ve müşterek İslâmî geleceğe doğru yürümesinin kesinkes önlenmesi!

Laik Kürt devleti, tıpkı laik Türk devleti gibi, yalnızca Batılı emperyalistlerin işine yarar, hâkimiyet sürelerini uzatır!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

Akşam gazetesi yazarı Kurtuluş Tayiz bugünkü köşe yazısında “Sahi, ateşkesi niye bozdunuz?” başlığını kullandı.

Tayiz’in köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Suruç’taki feci katliamdan bir hafta önceye gidelim. KCK “ateşkes”i bozduğunu ilan etmişti. Gerekçeler komikti. “Askeri baraj” kamuoyunda günlerce alay konusu yapıldı. Silaha sarılmak için elle tutulur bir gerekçe bulamayan örgüt barajların “askeri amaçlı” olduğunu ileri sürerek iki yıldan fazla bir zamandır süren “çatışmasızlık” sürecini bozdu. Ama ellerinde sadece böyle uyduruk bir bahane olduğundan bir süre şantiye basıp, araçları ateşe vermekle yetindiler. Kan dökmek için daha ciddi bahanelere ihtiyaçları vardı ki, o da Suruç katliamıyla kendilerine sunuldu. “Üst akıl” örgütün silaha sarılmak için sahici bir gerekçe bulamadığını görmüş olmalı ki, PKK’ya altın tepside Suruç katliamını sundu. “Askeri baraj” diyerek etrafta komik demeçler veren HDP eş başkanları da bu katliamdan sonra medya karşısına geçerek Kürtleri silahlanmaya çağırdı. PKK, Suruç katliamıyla birlikte şantiye basma yerine kanlı eylemlere başladı. Adıyaman’da bir asker, Diyarbakır ve Urfa’da üç polis, Adana ve İstanbul’da ise iki sivili katletti. 

Son bir haftada yaşadığımız olaylar dizisi aslında yakın tarih Türkiye’sinin birebir kopyası. Türkiye’de siyasete müdahale “ihtiyacı” duyulduğu her seferinde, el altında tutulan Kürt kartı ve PKK masaya sürülüyor. “Askeri baraj” gibi uydurma bahaneler tutmayınca sahici katliamlarla örgütün şiddet üretmesinin önü açılıyor. 1990’larda bahane JİTEM ve Hizbullah’tı, bugün IŞİD ve AK Parti’nin “askeri barajları!” 

Meclis’e 80 milletvekili taşımayı başaran partinin eş başkanlarının da Türkiye’yi iç savaşa sürüklemesi için “gerçekçi” bahanelere ihtiyacı var. Bu gerekçe dün Kobani’ydi, bugün Suruç. Dağdaki de, şehirdeki de aynı oyunun parçası. Ne Cemil Bayık’ın, ne Demirtaş’ın birbirinden farkı var.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

Sabah gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu’nun “Yok devenin sütü!” başlıklı bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Gün gelir… 

Yaşantımızı, çevremizi, ilişkilerimizi pislik götürmeye başladı hissine kapılır, buna isyan etmek isteriz.

Bir zihin bulanıklığı anında içimizdeki isyanı bastırmanın yolunu buluruz. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği hayat yerine nesnelere güç yetirmeye kalkışırız. 

Temizlik kendi küçük dünyamızın “iktidar iradesi” olup çıkar.

Elimize geçen ne varsa, defalarca yıkamaya başlarız.

Kapının eşiğini, terlikleri, koridordaki şilteyi…

Meyveleri bile tekrar tekrar… Sonra ellerimizi, ah ellerimizi… 

Sular yetmez; sabunlar, deterjanlar tatmin etmez. 

Her şeyi, her yeri ova ova, kazıya kazıya temizlemeye çalışan biri olup çıkarız.

Ve kir asla mutlak biçimde yenilgiye uğratılamaz.

Kir mi dedim? Üzerimize üzerimize gelip bunaltan “dünya” mı deseydim yoksa! 

***

 

Tabii bu takıntı erkeklerin pek bilmediği bir “kaçış” yoludur; çoğunlukla gider kadınları bulur. 

Tv dizileri de aynı ruhsal enjektör mekanizmasıyla içimize işler.

O hikâyeler boşuna mı bu kadar tutuluyor? 

İki gözü iki çeşme, ekrandaki aileye ağlayarak kendi ailesinin dertlerini unutuveren milyonlarca insan…

Hiç kuşkunuz olmasın, son zamanlarda bizim toplumu ve özellikle de kadınları esir almaya başlayan “doğru beslenme” takıntısı da aynı damardan yürüyor.

Malum, Ramazan boyunca ekranlarda sadece ilahiyat polemikleri yoktu. Beslenme tartışmaları da hiç eksik olmadı.. 

Canan Karatay’ın “onu yeme, bunu ye!” komutları durmak bilmedi.

Bayramdan sonra bu konuya girmeye niyetlenmiştim ama gündem öyle sert biçimde ağırlığını koydu ki, elim varmadı.

Yine de şimdi araya bir çift laf sıkıştırayım. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH

Sabah gazetesi yazarı Hasan Bülent Kahraman bugünkü köşe yazısında “Yeni bir durum var Türkiye’de…” başlığını kullandı. Kahraman’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Şimdi serinkanlılıkla düşünmek ve gerçekçi, sakin analizler yapmak dönemi. Çünkü Türkiye’de neredeyse hiç beklenmeyen ve kısa bir süre önce tahmin edilemeyecek olaylar cereyan ediyor. PKK ile sürdürülen ‘güçlü ateşkes’ durumunun yavaş yavaş ortadan kalkması, Türkiye’nin DAEŞ/IŞİD’i vurması, yıllardır peşinde olduğu tampon bölge uygulamasına geçmesi, İncirlik’in Amerikan ordusuna kullandırılması, ABD’nin, Türkiye kendisini koruyor, müdahalesine saygı duyuyoruz diye sahip çıkması bunların arasında. O arada HDP var, Kürt sorunu var, çözüm süreci var… 

***

Bu çok karmaşık gibi duran tablonun bir ağırlık merkezi bulunuyor: ABD ile Türkiye arasındaki anlaşma. Ayrıntılarını bilmiyoruz. Batı basınında da bu konuda pek bir haber çıkmadı. Davutoğlu, elbette bildiğini fakat açıklamayacağını söyledi. Gene de gerçek ortada: Türkiye, İncirlik’i açtı. Bu 2003’teki 1 Mart krizinden sonra, çok geç gelen yeni bir durumdur.

Söz konusu halin oluşmasında ikinci bir boyut var. Yukarıda da belirttim: DAEŞ/IŞİD konusunda ABD ile Türkiye mutabakata vardılar. Fakat bu mutabakat sadece bu örgütle sınırlı olamaz. Bölgeye yönelik daha geniş çaplı bir planın yapıldığı bence malumdur. Amerika da bu örgütün üstüne gidecek, Türkiye de gidiyor. Zaten bu ittifak önceden sağlanmasaydı Türkiye’nin (her şeye rağmen) bölgeye müdahalesi hayli zor olacaktı. Şimdi ondan bir adım ötesi de söz konusu: Türkiye tampon bölge kuruyor ve ABD buna da sesini çıkarmıyor.

Bu gelişmenin altında birçok neden yatabilir. Türkiye’yi bölgeye müdahalesinden ötürü kınayan İran bile önemli bir faktördür. Bir de bakalım henüz sesini yeterince çıkarmayan Rusya ne yapacak? 

***

 

Öte tarafta PKK var. Türkiye bölgeye sadece DAEŞ üstünden değil PKK üstünden de yükleniyor. Bu bütünüyle yeni ve beklenmeyen bir durum.

Hükümetin hayli ince hesaplar yaptıktan sonra bu aşamaya geldiğini sezmemek olanaksız. Bazı yorumcular haklıdır: iktidar, yeni siyasal ortamda, yeniden seçime giderek bir ‘düzeltme’ isteyeceğini varsayıyor. Bunu bir ihtimal olarak denklemde sürekli olarak sabit tutuyor. Kürt kesimine HDP-PKK çizgisinde, aynı tabiri kullanayım, yükleniyor. Ve o kesim için bir ‘çıkmaz’ da yaratıyor. 

PKK ve HDP arasında daha farklı bir ilişki kurulursa veya PKK daha sert, keskin bir çıkış yaparsa, HDP onunla özdeşleşecek ve bu onu desteklemiş ‘nötr’ çevreler bakımından bir tedirginlik unsuru olacak. HDP’yi ‘Türkiye partisi’ olarak görenler ve oylarını o muhakemeyle verenler yeni durumdan rahatsızlık duyacak… Varsayım bu. Fakat bu varsayımın HDP bakımından bir kısıtlama getirdiği gerçek. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı Abdülkadir Selvi bugünkü köşe yazısında; “PKK’nın şehir yapılanmaları etkisiz hale getirilmeden Başkale’de, Lice’de, Batman ve Hakkari kırsalındaki kamplar dağıtılmadan, bölge, PKK’ya teslim edilmiş izlenimi kırılmadan operasyonlar hedefine ulaşamaz.” ifadelerini kullandı.

Selvi’nin bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu, operasyonları yeni bir süreç olarak isimlendirdi. Başbakan, “Bu noktasal bir operasyon değil, bu bir süreçtir” dedi. Sadece yeni bir süreç değil, yeni bir döneme girildi.
Türkiye, başta ABD olmak üzere Batı dünyası ile ilişiklerini yeniden tanzim ediyor. IŞİD’le mücadelede önemli bir rol üstleniyor. Yürütülen çözüm süreci nedeniyle operasyon yapılmaması yönündeki konsept terk edilerek, PKK’ya yönelik operasyonlar başlatıldı.
Hem de 1 hafta öncesine göre yeni durumla karşı karşıyayız. Türkiye artık DEAŞ’la silahlı mücadele eden cephede yerini aldı. Yeni bir kulübe girdi.
1-IŞİD’le mücadelede aktif katılım.
2-PKK’yla etkin müdahale.
3-DHKP-C’ye yönelik operasyonlar.
Türkiye ilk kez aynı anda iki ayrı ülkedeki hedefleri vurdu. Irak’ta PKK kampları, Suriye’de ise DEAŞ’a yönelik hedefler imha edildi. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın tarihindeki en büyük operasyonlardan biri gerçekleştirildi. Aynı anda hem Irak hem Suriye’ye yönelik kara operasyonları gerçekleştirildi. Uzun namlulu toplarla bölge ateş altında tutuldu.
Uzun süredir operasyonlara maruz kalmayan PKK, hem Kandil hem Zap Kampının vurulmasıyla birlikte bir travma yaşadı.
PKK’yı asıl düşündüren uzun süredir yapılmayan hava operasyonlarının başlamasından ziyade, Türkiye ile ABD’nin ortak mutabakat anlaşmasını imzalaması oldu. Şimdiye kadar ABD’ye sırtını dayayıp Türkiye’ye karşı çalışan PKK, Türkiye-ABD mutabakatı karşısında şaşkınlık yaşıyor.
Kandil vuruldu. Sıra sınırımızın içindeki Kandilciklerde.
PKK’nın şehir yapılanmaları etkisiz hale getirilmeden Başkale’de, Lice’de, Batman ve Hakkari kırsalındaki kamplar dağıtılmadan, bölge, PKK’ya teslim edilmiş izlenimi kırılmadan operasyonlar hedefine ulaşamaz.
Çünkü siyaset ve bölge halkı üzerinde baskı kuran unsur, artık Kandil ya da Zap’ta değil, şehirlerin hemen 10-15 kilometre ötesindeki kamplarda.
Yeni sürecin kodlarına gelecek olursak;
IŞİD, İslam algısı hariç her şeye hizmet etti. Ama en çok da PKK-PYD’ye. Kandil, IŞİD adı altında bir örgüt kursa, bu kadar istifade edemezdi. PKK-PYD, IŞİD’le mücadele etmek suretiyle batının gözünde radikal İslamcı terörle mücadele eden seküler özgürlükçü Kürt algısını oluşturdu.
ABD’nin IŞİD’e karşı sahadaki silahı olarak görüldüler.
PKK-PYD, IŞİD üzerinden hem meşrulaşma fırsatı yakaladı hem de ABD’ye sırtını dayamanın verdiği güce sahip oldu.
ABD’ye sırtını dayadığı için Cemil Bayık, çözüm sürecini askıya alıp, savaş sürecini başlattı.
ABD’ye sırtını dayamanın verdiği güçle, ABD’nin çözüm sürecinde üçüncü göz olarak yer almasını talep etti.
Kandil’de oturup Türkiye’ye tehditler savurdu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

UFUK ULUTAŞ-AKŞAM

Akşam gazetesi yazarı Ufuk Ulutaş’ın “Türkiye’den oyun değiştirici angajman” başlıklı bugübkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Türkiye’nin terörle mücadelesi IŞİD ve PKK’ya yaptığı sınır ötesi ve ülke içi operasyonlarla yeni bir aşamaya girdi.

Bu mücadele farklı aşamalarda farklı metotlarla zaten yürütülüyordu fakat tehdidin kabuk değiştirmesi ve önce IŞİD’in Suruç saldırısı ardından da PKK’nın asker ve polisimizi şehit etmesi suretiyle daha önceden bitirdiğini açıkladığı ateşkesi fiilen de bitmesi Türkiye’nin oyun planında değişiklikler yapmasına yol açtı. Bu değişikliklerin isabeti, müdahalenin başlamasıyla PKK’dan IŞİD’e, paralel örgütten savaş yanlısı “liberallere” kadar geniş bir kaos kitlesinin depresif ergen modunda terör yandaşlıklarında yeni bir aşamaya geçmesiyle tescillendi. Türkiye sadece sahada oyunu değiştirmedi aynı zamanda terör ve terör yandaşlarıyla ülkenin huzurunu isteyen kitle arasındaki perdeyi bir daha kapanmamak üzere kaldırdı. Barış laflarıyla ve kelime oyunlarıyla Türkiye’ye terör yaftası yapıştırmaya çalışanların asıl gündemlerini, terör kardeşliklerini ve yapıştırmaya çalıştıkları yaftaları ellerinde patlattı. 

Türkiye PKK ile mücadeleyi on yıllardır IŞİD’le mücadeleyi ortaya çıktığı Nisan 2013’ten beri yürütüyordu. Sınır dışılar, hücre baskınları ve tutuklamalarla devam eden bu süreçte yeni bir aşamaya geçildi ve “önceliyici savunma” doktriniyle ulusal güvenlik önceliklerine paralel olarak daha büyük bir çatışmanın önüne geçmek için sınır ötesi operasyonlara başlamayı gerekli gördü. Hatırlayacaksınız daha önce de IŞİD’e karşı angajman kuralları çerçevesinde 3-4 kere obüslerle atış yapmıştı. Bu angajmanın farkı ise Türkiye’nin artık nokta müdahaleler yerine özellikle Cerablus-Azez hattında, yani IŞİD’in Türkiye sınırında kontrol ettiği tek hatta, IŞİD’i temizleyecek oyun değiştirici bir sürecin hayata koyulması oldu. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ARDAN ZENTÜRK-STAR

Star gazetesi yazarı Ardan Zentürk Star gazetesindeki bugünkü köşe yazısında “Tamam, anladık… Savaş istiyorsunuz…” başlığını kullandı.

Zentürk’ün bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Dünyanın hiçbir normal demokrasisinde “silahlı kanadı” olan bir parti “meşru” sayılmaz. Bu, Lübnan tarzı demokrasilerde olur, örnek:Hizbullah… Ortadoğu’da bol miktarda var bunlardan, bölgenin hali de belli… 

HDP’ye, sırtını dağdaki gerillaya dayamış haliyle bu millet bir şans verdi, neden? “Serok Apo”, 2013 Nevruz’undan bu yana ısrarla silah bırakılacağını, dağların boşalacağını, Türkiye’nin, demokratik olgunlaşması çerçevesinde artık silahlı mücadele alanı olarak kabul edilemeyeceğini söylüyor da ondan…

Eh, bunca yılın Apo’sudur, dediği lafın arkasında durur, çıkarlar sınırın dışına, nerede isterlerse orada savaşırlar diye düşündük, yanılmışız!..

Söylediklerinin arkasında durmadıkları gibi, bir de siyasetin en hassas noktasına “yalan” denilen kepazeliği taşıdılar… Eh, diplomasisini “takiyye” üzerine kurmuş İran’la bu kadar yatağa girersen, sonunda şaşı kalkman kaçınılmazdır…

Bundan sonra söylenecek bir laf yok… Sözün bittiği yerdeyiz… Bu satırların yazarı gibi, “çözüm süreci”ni Türkiye’nin demokratikleşmesinin ileri halkası, bu memleketin ayak bağlarından kurtulup 22’nci yüzyıla koşmasının ana dinamosu görenleri de yarı yolda bıraktılar…

Olsun… Biz onlara rağmen Kürt kardeşimizin hakkını hukukunu korur, kılına zarar gelmemesi için elimizden ne geliyorsa yaparız… Topla sen 300 pırıl pırıl genci elindeki üç koli oyuncakla Suruç gibi hassas bir noktaya, yanlarına, özgürlükçülük/devrimcilik numarasıyla devletin polisini yaklaştırma, elin adamı gelsin, o evlatların ortasında bomba patlatsın, sonra? “Katil, DAEŞ’le işbirliği yapan Türk devleti” öyle mi?

Ayıptır…

Ya devamı?..

PKK denilen kanlı örgüt uykusunda genç polisleri öldürüyor, HDP’den “çıt” yok. Aksine, “savaş söyleminde” Kandil’le yarışan bir tutum…

Türk savaş uçaklarıyla sınırdaki fırtına obüslerinin Kuzey Irak’taki PKK kamplarını bombaladığı an, adına “çözüm süreci” dediğimiz süreç, o haliyle, artık fiilen sonlanmıştır…

Pekiyi, “güvenlik kaygılarını” artırıp, “demokratikleşme sürecini” yarım mı bırakacağız, hayır… Zaten, bu sürecin ilk adı, “Milli Birlik ve Kardeşlik Süreci”ydi, bıraktığımız yerden anayasa ve yasaları değiştirerek, eşit yurttaşlık zemininde Kürt nüfus başta, bu ülke insanının daha özgür, daha mutlu yaşayabilmesi için elimizden geleni yapacağız.

Bu ülkenin kalıcı sakinliğe ulaşabilmesi için 100 yılda bir kez yakaladığı fırsatı ne Kandil’e ne de uzantısı HDP’ye çiğnetmeyeceğiz…

Muhatap HDP mi, hayır, çünkü onlar kendi bacaklarına sıktılar kurşunu…

90’lı yıllara kim döndü?

Gelişmelerle birlikte kamuoyuna pompalanan görüş, Türkiye’nin güvenlikçi politikalarla 90’lı yıllara döneceği iddiası… Belli ki, Kürt nüfusta gerginlik yaratmayı hedefleyen bir iddia bu… Oysa, açıklamalara baktığınızda, 90’lı yılların söylem ve metotlarına dönen tarafın PKK+HDP olduğu görülüyor. Terörist saldırılar, şehitler, “savaş çığlıkları”, silahla şantaj ve baskı… Devletin kendi işi-gücündeki Kürt vatandaşıyla bir derdi yok, son 10 yılda çıkmış yasalar zaten, 90’lı yıllara dönüşün tüm yollarını kesmiş, ama PKK belli ki o yıllara dönmenin çabası içinde…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5