Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, Çözüm Süreci ve koalisyon görüşmeleri var.
MEHMET BARLAS-SABAH
“Erdoğan başbakanlık görevini Kılıçdaroğlu’na nerede verecek?”
AK Parti ile CHP arasında 35 saati bulan “İstikşafi” görüşmelerin sonunda, bugün Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu elde edilen sonuçlar üzerinde bir karara varacaklar.
“İstikşafi” kelimesinin Arapça’nın “Keşfetmeye çalışmak” anlamını taşıyan “kşf”sinden türediğini, aynı dildeki “Kaşafa” kelimesinin de “Keşfetti” anlamına geldiğini öğrendik.
Bilmediğimiz şey, AK Partili ve CHP’li kaşiflerin, 35 saatlik istikşafi görüşmelerinin sonunda birbirlerinin hangi bilinmeyen yanlarını keşfettikleridir.
Neyi keşfettiler?
Dünyanın en ünlü kaşifi Kristof Kolomb’un hep Batı’ya giderek Hindistan’a varacağını zannedip Amerika’yı keşfetmesi ve bunun da farkında olmaması hatırlandığı zaman, bizim kaşiflerin AK Parti-CHP koalisyonuna varmaya çalışırken erken seçimi keşfetmeleri de herhâlde kimseyi şaşırtmayacaktır.
Aslında bugün gerçekleşecek Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinden ne tür bir sonuç çıkabileceğini, CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin’in bu konuya ilişkin açıklamasından tahmin edebiliriz…
Görev Kılıçdaroğlu’na
Tekin şöyle demiş:
“Sayın Davutoğlu umuyorum ki pazartesi günü (bugün) bir sorumluluk hissedecek anlayışa gelmiş olacaktır. Umut edelim ki sağlıklı bir sonuç çıkar. Sağlıklı sonuç çıkmazsa Sayın Davutoğlu hemen salı günü sabah erkenden görevi iade etmeli. Cumhurbaşkanı görevi Sayın Kılıçdaroğlu’na vermeli. Umut ediyorum ki Sayın Kılıçdaroğlu’nun deneyimi, devlet tecrübesi, bilgi birikimi, önümüzdeki on gün içerisinde bir hükümet çıkarmaya yetecektir.”
Bu sözlerden CHP tarafının Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Davutoğlu’nun”Sorumluluk hissedecek anlayış”a geldiği konusunda emin olmadıklarını ve bunu sadece ümit ettiklerini çıkartabiliyoruz…
Şimdi ne olacak?
Gürsel Tekin’in bakış açısından bundan sonra ne olması gerektiği de ortada… Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu iki partinin koalisyon kurmalarının imkânsızlığını bugün keşfettikten sonra, yarın da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Deneyimi, devlet tecrübesi, bilgi birikimi” ile temayüz eden Kılıçdaroğlu’na başbakanlık görevini vermesini bekliyor CHP’liler…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ
“İstikşaf değil inkişaf“
Her “aşırı milliyetçi” hareketin içinde bir goygoycu kanat, bir de radikal kanat bulunur. Sonra goygoycular radikalleri tasfiye ederler.
Naziler de parti içinde “nasyonal sosyalizmin ‘sosyalizm’ lafını fazla ciddiye alan”fraksiyonu yoketmişlerdi…
İktidara geldikten bir yıl sonra yaşadıkları “uzun bıçaklar gecesi” ve partinin ikinci adamı Ernst Röhm ile yakın çevresinin öldürülmeleri, bu tasfiyeden başka bir şey değildi. Böylece kandırılmış halk çocuklarından oluşan SA örgütünün de yıldızı sönüyor, partiyi”elit” SS’ler ele geçiriyorlardı.
MHP’de de buna benzer birşeyler yaşanmadı değil…
Altmışlı yılların sonlarında, MHP içinde “atalarımızın dini olan şamanlığa dönelim” diyen manyaklar vardı.
Merhum Türkeş, elinin tersiyle “Türk’ün dini İslam’dır, bitti, bu kadar” diyerek onları kaydırdı.
Yok, kimse ölmedi tabii… Yalnızca kovuldular.
Ve çok şükür MHP, bugün “Kürtler’den alışveriş etmeyin” diyebilen ve solcu olduğunu da utanmadan iddia eden birtakım kara sakallı psikopatlara iltifat etmiyor… Bu yanlışı yapmıyor…
“Elini silaha atmaması” bir diğer artı puandır. Çünkü çok acı bir “1980 tecrübesi” geçirdi ve kimin hangi kirli oyunda nasıl kullanılıp atıldığını bilir. Komünistlerle birlikte onların da başını yakmışlardı.
Sayın Bahçeli geçen gün partisinin görüşünü ve tutumunu birtakım şemalar çizerek anlatmış.
Buna göre MHP, Türk dairesiyle İslam dairesinin kesiştiği noktada bulunuyormuş.
Fakat buna “Türk-İslam ülküsü” diyor.
Ülkü, yani ideal… (Ülkücü, yani idealist…)
Öyle bir ülkü mü varmış?
Olmayana ulaşma çabası yani… Bir amaç… İdeal budur.
Boş lafı bıraksa da “halkımızın büyük çoğunluğu hem Türk hem de Müslüman’dır” dese, mesele kalmayacak. (Ona bakarsanız mevsimler de dörde ayrılır, yurdumuz üç yanı denizlerle çevrili bir kara parçasıdır.)
Hayır, bu kesmiyor, ille de işin içine bir “ülkü” lafını katacaklar.
Yani bizi hem Türk hem de Müslüman yapmaya mı çalışacaklar ileriki bir tarihte? “Amaç”bu mu?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Kılıçdaroğlu ve Demirtaş”
2010 yılını hatırlayın…
Medya vantilatörlerini çalıştırıyor; ortalıkta “Gandi Kemal rüzgarı” estiriliyordu hani.
“Buna kim aldanır!” deyip gülüp geçmiştik.
Haklıydık. Matrak bir iddiaydı.
Ama hafife almak hataydı.
Tamam! Bize katılanlar arasında bazı CHP’liler de vardı.
Tamam! Sabah söylediğini akşam inkar eden bir ana muhalefet lideriyle karşılaşmıştık. Bırakın Gandi’yi, eğreti bir “Karaoğlan Ecevit” kopyası bile çıkmazdı ondan.
Hatamız, önümüze koyulan imajlara, iddialara, gazlara (oltalara yani!) takılıp esası kaçırmamızdaydı.
Gerçek ortada işte!
İki kurultay, olmadı iki seçim sonra gider dediğimiz Kılıçdaroğlu beş yıldır CHP’nin başında.
Kaybettiği seçimlerin önemi yok.
Önemli olan işlevi.
Yarattığı siyasi anaforun haddi hesabı yok.
Bir bakıyorsunuz, Sisi’nin, Esad’ın sözcüsü olmuş…
Bir bakıyorsunuz, muhafazakarlara boncuk dağıtıyor, milliyetçileri aday gösteriyor, Demirelcilerin gönlünü hoş tutuyor.
Bir bakıyorsunuz, “paralel”e bağlanmış…
Bir bakıyorsunuz, HDP kazansın diye oyundan vazgeçecek kadar garip bir cömertlik içinde…
Böylece her seçimde CHP’yi kılıktan kılığa sokup yine de “kemik oyu”nu alıyor. Taban mı? Orada sorun yok!
Taban Hürriyet, Sözcü ve CNNTürk hipnozuyla “uyutuluyor!”
***
Benzer bir süreç Selahattin Demirtaş’la yaşanıyor.
HDP’nin kuruluşunu hatırlayın…
Marksist Kürt hareketi ile kültürel bakımdan bu topraklara ait olmayı hiçbir zaman başaramamış bir grup Türk solu birleşince ortaya “Türkiyelileşme” çıkabilir miydi?
Baştan umutsuz ve umarsız bir projeydi bu.
Fakat Gezi’den sonra küreselci odakların tetiklemesiyle bizim oligarşik sermaye medyasının kafasında bir ışık yandı.
Nişantaşı’yla Diyarbakır’ı birlikte heyecanlandıracak ve üstüne üstlük paralelleri de memnun edecek bir ışık…
Yeni bir lider her şeyi değiştirebilirdi.
Demirtaş’ın da siyasi çıkışı tıpkı Kılıçdaroğlu gibi 2010’dur.
BDP Genel Başkanı oldu o tarihte. 2012’de HDP’ye katılanlar arasındaydı.
Fakat “oyun”a girmesi için 2014’e kadar bekletildi.
Sonuç?
Yine kan günlerine döndük.
Barış bir kez daha sizlere ömür!
Şimdi Demirtaş’ın da sabah söyledikleriyle akşam söylediklerinin birbirini tutmadığını görüp “La havle” çekiyoruz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK
“C-4’ler, Stinger füzeleri hangi şehirlere taşındı?“
Üç gün önce bölgedeki Kürt birliklerine füzeler, gece görüş dürbünleri, termal kameralar ve silahlar nakledildi. Kimler tarafından? ABD ve İsrail! Bu malzemeler ayrıca Kerkük, Musul, Erbil ve diğer bölgelerdeki birliklere dağıtılıyor. Yakında yeni füzeler ve ağır silahlar gelecek ve dağıtılacak.”
“K. Irak tarafına yoğun yığınak başladı. Türkiye sınırına yabancı birlikler indirilip mevzileniyor. Birkaç gün önce Şırnak’ın Altıntepe bölgesine tam sınıra yabancı birlikler indirildi. Tam sınıra değil, sınırın Türkiye tarafına. Yani Türkiye topraklarına. (ABD savaş uçaklarının Türk hava sahasını ihlalinden önce) Bu yığınağın sebebi ne?”
“K. Irak’taki hareketlenme, ağır silah sevkıyatları, füze nakilleri, füze rampaları, askeri üs inşaatları, Türkiye sınırına indirilen ABD askerleri, sınır bölgelerinde yapılan ölçümler ve arazi araştırmaları… Bunlar acaba Türkiye’nin bölgeye müdahil olmasını engellemeye yönelik hazırlıklar mı?”
Önce sınırın diğer tarafına silah yığınakları başlatıldı..
“Türkiye sınırına helikopterlerle indirilen Ankara’nın iki müttefikine ait askeri birimler ölçümler yaparken, bazı bölgelerin koordinatlarını belirlerken, uydu üzerinden hedef noktalar netleştirip ülkelerine aktarırken ne düşüneceğiz?”
“Önceki gece Zapsuyu yakınlarına helikopterlerle ABD askeri indirildi. Bölgede arazi ölçümleri yapılıyor. Sadece Irak-Türkiye sınırı değil. Irak’tan Ermenistan sınırına kadar ABD ve İsrail tarafından yapılan sınır ölçümlerinin, arazi taramalarının anlamı ne?”
“Türkiye’nin sınır bölgeleri, K. Irak tarafı füzelerle tahkim ediliyor. Neden ağır silahlar bu bölgelere naklediliyor? İsrail ve ABD’nin teknik desteğiyle bu bölgelere neden son teknoloji ürünü uydu cihazları yerleştiriliyor? Birileri Türklerle Kürtler arasında bir savaş mı tezgahlıyor?”
“Sadece tanklar değil, füzeler de Türkiye sınırına yerleştirildi. Ağır silahlar ABD/İsrail tarafından sağlanıyor. İsrail’in bölgedeki füze stokları, depoları, askeri üsleri ne olacak?”
(Bu notlar bu köşede 2007-07-04 tarihinde yayınlandı.)
Sonra Türkiye içine silah sevkiyatına başladılar…
Bölgedeki füze ve silah depoları, İsrail’den yapılan sevkiyatlar kimsenin dikkatini çekmedi. Sevkiyat hala devam ediyor, depolar genişletiliyor, Türk birliklerinin bulunduğu yerlerin koordinatları İsrail tarafından bölgedeki gruplara bildiriliyor. Aynı çevrelerin Türkiye içlerine sevkettikleri silah ve patlayıcılara ilişkin tartışmaya hiç girmeyelim. Bu ay içinde, Temmuzun ikinci haftasında nasıl bir sevkiyat vardı? Bilen ya da cevabı olan var mı? Bu sevkiyatlar neden, kime karşı? Türkiye ile Kürtler arasında çatışmaya yatırım yapanlar gerçekte kimler?”
İddialar ispatlanırsa ABD ve İsrail, Türkiye’ye ne diyecek? Bir müttefik ülkeye karşı kendilerinin terör olarak tanımladıkları bir örgütle işbirliği nasıl açıklanacak?
(Bu notlar bu köşede 2007-07-19 tarihli yazıldı..)
“Bu yazıdan sonra, 21. Ekim’de 12 askerin şehit edildiği Dağlıca saldırısı oldu. Bazı yabancı unsurların saldırıya iştiraki tespit edildi. 600 PKK’lının katıldığı, günlerce süren hazırlıktan sonra Türkiye böyle bir olay yaşadı. Sadece PKK saldırısı mıydı? Bence değildi. Saldırıdan önce, aylarca Türkiye sınırına yığınaklar yapıldı. Füze rampaları bile kuruldu. Türkiye’ye mensup unsurlar, Ankara’dan aktarılan bilgilerle Kuzey Irak’ta pusuya düşürülüyordu.”
“11 Eylül’ün altıncı yıldönümü. Ankara büyük bir saldırıdan son anda kurtuluyor. “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” dedirtecek bir hazırlık önleniyor. Yüzlerce kilo patlayıcı tespit ediliyor. Patlayıcıları oraya koyanların amacı korku salmaktı. Ama en önemlisi birilerine “ayağını denk al” demekti.”
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Liderlerin kafasındaki formüller”
Başbakan Davutoğlu ile CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, AK Parti-CHP koalisyon hükümeti için bugün bir araya gelecekler.
İki liderin görüşmesine tarihi anlamlar yüklemek doğru değil. Ama büsbütün işlevsiz görmek de yanlış. Önemli olan iki liderin iradesi olacak. Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu sadece koalisyon kurup kurmayacaklarına karar vermeyecekler. Aynı zamanda kendi siyasi gelecekleri açısından da kritik bir karar verecekler. Koalisyon hükümetinde erimek veya erken seçimde büyümek ya da tam tersi gibi bir tercihle karşı karşıyalar.
Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi bundan sonraki süreci tayin edecek.
İki liderin koalisyon hükümetlerine bakış açıları farklı.
Kılıçdaroğlu, 4 yıllık güçlü bir AK Parti-CHP koalisyonunu istiyor.
Başbakan ise 4 yıllık bir angajmanın bu aşamada erken olduğu görüşünde. Koalisyon kurulmadan ne kadar devam edeceğini kestirmek güç. O nedenle koalisyonun sürecinin ucu açık olmasını istiyor.
CHP, bir restorasyon hükümeti kurulmasını istiyor.
AK Parti ise reform hükümeti talep ediyor.
CHP’nin restorasyon hükümeti talebinde kriz kokan bir nokta var. Neyin restorasyonu? AK Parti’nin 13 yıllık icraatlarının restorasyonu.
28 Şubat’ın İmam Hatiplerin kapasına kilit vurmayı hedefleyen 8 yıllık kesintisiz eğitiminin tasfiyesi anlamına gelen 4 artı 4 artı 4 yıllık eğitimin restorasyonu. Peki bu iş nasıl olacak? CHP’nin ısrarla savunduğu 1 artı 8 artı 4 yıllık eğitim formülüyle mi? Bu teklif İmam Hatiplerin orta kısmının tasfiyesi anlamına gelmiyor mu?
AK Parti ve CHP, iki farklı zihniyeti, birbirine taban tabana zıt olan iki dünya görüşünü temsil ediyor. Zaten iki ayrı dünya görüşünü savundukları için birisinin kapısında AK Parti, diğerinin kapısında ise CHP yazıyor.
İki parti heyetlerinin çalışmalarında, “derin görüş ayrılıkları” tespit edildi. Ancak iki lider müzakerelerini bunların üzerine kurmayabilir.
Örneğin Kılıçdaroğlu, yeni bir yaklaşım açısı getirip, görüş ayrılıkları yerine, ”Nasıl koalisyon kurabiliriz” diye bir başlık üzerinden müzakere isteyebilir.
Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu’ndan daha güçlü bir şekilde AK Parti-CHP koalisyonunu savunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Görüşmeler sırasında uzlaştıkları metin esas alınabilir. Ona liderlerle olan görüşmeler çerçevesinde eklenebilecek ve uyum sağlayabilecek konularda dahil edilinebilir. Hükümet kurulduktan sonra anlaşılamayan konular da şimdilik ötelenir. Koalisyon çalışmaları sırasında koalisyonun içyapısını oluşturabilecek bir kurumsal yapıya benzer bir koordinasyon kurulu ile diğer anlaşılamayan konular üzerinde anlaşma sağlanabilir” şeklinde bir açılım getirdi.
İşte o an, koalisyon umudunun yeniden canlandığı andır.
Erken seçimin en güçlü ihtimal olduğuna inanmakla birlikte, iki liderin görüşmelerinin bir tiyatrodan ibaret olmadığının da altını çizmek istiyorum.
Burada iki liderin göstereceği irade önemli. Liderlerin evet demesi için de hayır demeleri için de müsait bir hava var. Her iki kararı verdiklerinde de tabanlarına anlatabilecekleri malzeme var.
AK Parti ile CHP heyetleri; ekonomi, dış politika, çözüm süreci-Alevilik, Anayasa, eğitim, Meclis, bağımsız kurullar başlıklarını çalıştı. 7 Haziran gününe kadar birbirine temel temele zıt politikaları savunan iki parti bir araya geldi ve Türkiye’yi nasıl yönetiriz diye çareler aradı. Koalisyon görüşmelerinden çıkacak sonuç ne olursa olsun. Bu dahi başlı başına bir başarı. Türk demokrasisi açısından önemli bir kazanım.
7 Haziran’dan bu yana kimi hükümet formülleri hiç denenmeden şansını kaybetti. Geriye güçlü iki ihtimal kaldı.
AK Parti-CHP koalisyonu deneniyor.
Koalisyon kurulamadığı taktirde ise AK Parti, takvimi ve gündemini önceden ilan ettiği, Türkiye’yi Kasım ayında seçime götürecek bir hükümet kurar, MHP ise HDP’li seçim hükümetini engelleyen bu formülün hayata geçirilmesi için güven oylamasına girmeyerek destek verir. Böylece bir hükümet kurulur, 257 milletvekilinin güvenoyuyla ülkeyi seçimlere götürür.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
“1908’in darbecileri hiç olmazsa samimiydi… (1)”
Bugünkü Türkiye’deki meşruiyet çizgisini önemsemeyen Batıcı elit bürokrasi ile sandıktan başka bir dayanağı olmayan millet iradesine dayalı hükümetlerin girdiği iktidar savaşı tarihsel bağlamına oturtulmadan, aktörlerin gerçek hizalanışı anlaşılamaz.
Sadece sosyolojik, ekonomik veya kültürel özelliklerine bakılarak aktörleri kabaca bu iki sınıfa ayırmak, kolaycılık olduğu gibi, kavganın özünü anlamamış olmayı gerektirir. Bu yüzeysellik aynı zamanda, paralel yapı gibi muhafazakar görünümlü yapıları kolayca halkçı akım parantezine alırken, Eşref Bitlis gibi millici askerleri de sadece asker olduğu için vesayet kümesine koyma sonucunu doğurur.
Tanzimat, hatta Islahat Fermanı’na kadar padişahların iyi niyetle yaptığı askeri reformlar, ülkeye kapitalizm/emperyalizm çelişkilerinin ilk girdiği anlar olsa da, devleti kurtarma konusunda “padişahlar ve bürokratlar” arasında hala bir birlik mevcuttu. Ancak “ulema-esnaf ve yeniçeriden” oluşan İslamcı birlik bu akımın karşısında yer aldılar, ayaklandılar.
Bu ayaklanmalar bilinçli şekilde dini yobazlık olarak görülmeye çalışılmıştır. Oysa asıl itirazları Batılı emperyalizmin çelişkilerini elle yoklayarak da olsa fark etmiş olmalarıdır. Doğrudur ki, bu yabancı (gavur) düşmanlığı şeklinde tezahür etmiştir ama bu tepkinin nedeni aslen dini değil, politiktir. Dini görünüm içinde işlevselleşmiştir sadece. Başka nasıl olabilirdi ki?
İdrisyen teoriye göre, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile yerli üretim biçimleri tasfiye edilmeye başlamıştı. Yüksek dış borç ihtiyacı üst yapı kurumlarını (devlet kurumları, yargı ve bürokrasi) Batı’ya senkronize etmeyi gerektirmekteydi. Tanzimat’tan bir yıl önce tam bir teslimiyet anlamına gelen Osmanlı-Britanya Ticaret Anlaşması’nın imzalanması tesadüfi değildir. (Kapitülasyonlar.)
İdris Küçükömer, Mustafa Reşit Paşa’nın iyi anlaşılması gerektiğini ifade eder. “Laikliğin ülkeye girişini sağlayan Tanzimat’ın mimarıdır ve Batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur” der.
Osmanlı-Britanya Ticaret Anlaşması’nın sağladığı kapitülasyonlar hızla Rusya gibi ülkelere doğru genişlerken, imalat sanayii, tezgah ve atölyelerde muazzam bir işsizlik söz konusu olmuştur. Geleneksel üretim güçleri tasfiye ediliyordu. Batılı ülkeler yüzde 5 gibi çok düşük bir gümrükle mallarını Osmanlı’ya yığıyor, milli üretim güçleri teslim alınıyordu. (Tarihsel Kapan: Yüksek dış borç, yüksek ithalat, yüksek enflasyona karşılık düşük iç üretim. [İK.])
Tam bir teslimiyet anlamına gelen Britanya Ticaret Anlaşması’nı hasta II. Mahmud’a İngilizlerle birlikte kabul ettiren kişi Mustafa Reşit Paşa idi. Küçükömer, “Tarihsel zorunluluk, Osmanlı bürokratını talihsiz olarak, levantenlerle birlikte Batı’nın işbirlikçileri durumuna itiyordu” yorumunu yapar.
Tanzimatçı ve Jön Türk bürokratlar Batı’da bulundukları uzun süre içinde oradaki sınıfsal hareketlerin Batı’daki yerini hiç görmemişler, her topluma özgü “unique” tarihsel gelişimi yok saymışlar ve devleti kurtarma adına yüzeysel reformlara girişmişlerdi. Vesayetin (paralel yapıların) ülkeye girişi de böyle olmuştur. Çünkü devlet aygıtını ele geçirdiğinizde istediğiniz türden mühendisliği halka dayatabiliyordunuz. İlk paralel yapılar olarak Mustafa Reşit Paşa, Mithat Paşa gibi bürokratlar ve Jön Türkler/İttihatçılar sayılabilir.
Kabaca…
“Laikçi/Batıcı bürokratik devlet” ve “İslamcı halk” arasındaki tarihsel kamplaşma/çelişki eş zamanlı oluşmuş, iki akımın karşılıklı hizalanışı ve iktidar mücadelesi böyle başlamıştır. Halk kendisine karşı olan gelişmelerde Jön Türklerin karşısında, çıkışı İslam Birliği’nde arayan Abdülhamid Han’ın yanında yer almıştır. (Buna ilk Çözüm Süreci diyebilir miyiz?)
Böylelikle 19. Yüzyıl’ın üçüncü çeyreğine doğru sultanlar ile Batıcı bürokratlar arasındaki ittifak da bozulmuş oluyordu.
Bugüne bir yönden benzer şekilde, Abdülhamid Han’a karşı mücadele eden Jön Türkler ve bürokratlar, bu kavgayı hürriyet mücadelesi olarak görüyorlardı. (1908 bir devrim mi, bir darbe midir? 31 Mart gerici bir ayaklanma mıdır?)
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
Hep söylüyorum: “Ben demiştim” diye lafa girmek sevimli bir pozisyon değil ama ben demiştim…
Niyeyse, bizi sürekli “Ben demiştim” pozisyonuyla karşı karşıya bırakacak durumlar yaşıyoruz. Zımni ateşkesi bozan Silvan saldırısından sonra da böyle oldu.
O zaman da demiştim. (Dört yıl öncesinden bahsediyorum.)
Hep aynı şeyleri diyeceğiz galiba… Başa dönüp, aynı şeyleri tekrarlayıp duracağız.
Hatırlarsanız, BDP (şimdinin HDP’si) 2011’in Ekim ayında, Süleymaniye’ye gitmiş, Talabani’yle temas yolları aramıştı.
Haber; gazetelerde şu başlıkla çıktı: “BDP’nin sınır ötesi ateşkes harekâtı…”
Başlık altında, Kürt siyasetinin önde gelen isimleri olarak zikredilen Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un, Süleymaniye’de Talabani ile bir araya gelecekleri, ateşkes konusunu masaya yatıracakları bildiriliyordu.
Görüşmeden nasıl bir sonuç çıktı hatırlamıyorum ama aynı heyet daha öncesinde İstanbul’da Mesut Barzani ile bir araya gelmiş, ateşkesi konuşmuşlardı. (Eskiden Barzani’yle, Talabani’yle görüşürlerdi. Şimdi paralelcilerin dümen suyuna girdiler, NATO’dan ve Avrupa Birliği’nden yardım istiyorlar. Daha doğrusu, Türkiye’ye karşı NATO’yu göreve çağırıyorlar. Niye? Türkiye PKK’ya silah bıraktırmak istiyormuş!)
BDP’nin sınır ötesi ateşkes harekâtından hemen sonra, Güneydoğu’da 750 sivil toplum kuruluşunu temsilen bir heyet Ankara’da Meclis’te grubu bulunan partileri ziyaret etti ve “acil ateşkes” istedi.
Şimdi, işin “Ben demiştim” kısmına geleceğim.
Bu hareketlenmeler olurken, bu köşede, aynen şöyle yazmıştım:
BDP’nin sınır ötesi harekât planı ve sivil toplum kuruluşlarının barış çabası güzel şeyler.
Haberi okuduğunuzda, “İyi bari… Elini taşın altına koyması gerekenler nihayet harekete geçiyor” diye düşünüyorsunuz.
Fakat “Harekete geçmek için, güvenlik güçlerinin teröre karşı topyekûn mücadele başlatmasını mı bekliyordunuz?” diye sormaktan da kendinizi alamıyorsunuz. (Hatırlayalım: Türkiye tam da barışı konuşurken, PKK Silvan’da harekete geçmiş, uykudaki askerleri canlı canlı yakmıştı. Hep de uykuda adam öldürürler “barışsever ekolojik devrimciler”imiz.)
Peki, ateşkes konusunda bu “acul” gayret de neyin nesidir?
Örgüt, Kazan’da ciddi zayiat verdi. Sınır ötesindeki “lojistik yolları” tamamen kesilmediyse de, ağır bir hasar aldı.
Her gün bölgeye yeni cesetler geliyor.
Müntesipler arasındaki panik havası telsiz konuşmalarına bile yansıyor.
Bir diğer ifadeyle, PKK çözülüyor.
Çünkü örgüt, her şey normale dönerken (dönecekken), müzakere masasını devirdi ve “Silvan sürecini” başlattı… Arkasından Hakkâri ve Çukurca saldırıları geldi…
Bir hamle yaptı. Kaybetti.
Soru şu:
PKK, demokratik açılımlara ve müzakerelere rağmen, niçin “zımni saldırmazlık anlaşmasını” bozdu? Niçin bu hamleye gerek duydu?
Bu işten anlayan stratejistler şu yorumu yapıyor:
PKK, Hakkâri ve Şırnak’ta racon kesiyordu, bu iki kente el koymuştu. Bu hâkimiyetini bütün bölgeye yaymak istedi… “Demokratik özerklik” ilanı ve KCK’nın faaliyetleriyle (yani, muhtemel bir halk hareketiyle), bu girişimin başarıya ulaşacağını düşündü.
Fakat iki temel hata yaptı.
Birincisi, “müzakereleri sabote eden taraf” etiketinin ağırlığı altında ezileceğini düşünemedi.
İkincisi, devletin gücünü hafife aldı…
Stratejistler böyle diyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ARDAN ZENTÜK-STAR
“Demokrasi bir “sabır” sistemidir…”
AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bugün saat 18.00’de beklenen buluşmayı gerçekleştiriyorlar. Öncelikle, iki siyasi parti liderine, 7 Haziran Seçimi sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo çerçevesinde sergiledikleri olgun duruş ve demokratik mekanizmaları sonuna kadar kullanma kararlılığı nedeniyle toplum olarak teşekkür borçluyuz.
Anlaşırlar, bir koalisyon ortaklığı oluştururlar, tamam, anlaşamazlar, “herkes yoluna” deyip memlekete yeniden “sandık başını” gösterirler, o da tamam…
Demokrasi, pahalı bir sistem, “kolaycı” ve “kestirmeci” yolları olmayan, fakat en çok “sabır” kavramına dayanan bir siyasal/sosyal mutabakat…
“Kolay” gözükeni “hızlı bir kararla” seçtiğinizde çoğu kez, işler yürür gibi olur, ama devamında, genellikle, en kolay gözükenin en zor olduğu da ortaya çıkar.
Bu nedenle, ön görüşmeleri yürüten AK Parti’den Ömer Çelik ve CHP’den Haluk Koç’un, “biz bir koalisyon partisi kurmuyoruz, her iki partinin kendi renklerini muhafaza edecekleri, karakterlerini yansıtacakları bir koalisyon kurmaya çalışıyoruz” sözleri “olgun demokrasi”nin önemli işaretleri olarak değerlendirilmeli.
Kimse, koalisyon kuracak partilerden, kimliklerini bir potada eritmelerini beklememeli, aksine, partiler, tabanlarından gelen talepler doğrultusunda ve o güne kadar sürdürdükleri fikir zemininde hareket ederek bir ortaklığı sürdürmenin yollarını aramalı.
“Kuruverin şu koalisyonu da memleket rahatlasın” yönündeki düşünce kırıntıları, demokrasiyi hafife almaktan, partileri de bir oyunun kurumsal figüranları olarak görmekten başka bir anlam ifade etmez. Bu, ancak “vesayet sistemleri”nde görülen bir alışkanlıktır, “aslında yok birbirinden farkınız” yaklaşımı 90’lı yılların ANAP ve DYP’si için geçerli olabilir ama, günümüz Türk demokrasisinde artık yeri yoktur.
Koalisyon olmazsa, dünyanın sonu değil…
Bugünkü Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinden bir koalisyon çıkmayabilir, Ankara’daki uzman meslektaşların aktardıkları öngörüler bu rotada…
Normal karşılanmalı…
Tabanda ve tavanda birbirine zıt iki partinin ana noktalarda anlaşıp bir süre kol kola yürümesi zordur, büyük sermaye gruplarıyla bir takım dış çevreler bu tür bir koalisyonu istiyor diye, ne Davutoğlu ne de Kılıçdaroğlu sonu belli olmayan bir siyasi serüveni göze alamayabilirler.
Böyle bir durumda anayasal süreç işler, sandık ortaya yeniden konulur, seçmen oyunu verir, sonuç aynı çıkarsa, o zaman yalnız AK Parti ve CHP değil, bütün partiler “koalisyon kurun” baskısının altında kalırlar.
Demokrasi tek taraflı işleyen bir kurum değildir, toplum, siyasi liderlerden sabırlı davranıp birbirleriyle anlaşmalarını talep ettiği kadar, oluşabilecek bir tekrar seçimde de benzer sabrı gösterip sandık başına “öfkelenmeden” gitmelidir.
Seçimler mesaj vermez…
Daha önce de yazdım, seçimler mesaj değil sonuç verirler. O sonuçlardan bir takım mesajlar çıkarıp “şöyle olmalı” yönündeki görüşler siyasetin gerçekleri açısından gereksiz bir beyin fırtınasından ibarettir.
Örneğin, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ısrarla söylediği, “seçmen bize ana muhalefet görevi verdi” yönündeki mesaj gerçek değildir. 7 Haziran seçiminin sonucu, bütün partilere iktidar veya muhalefet olma hakkını tanımıştır. Eğer Kılıçdaroğlu’nun öne çıkardığı “yüzde 60’lık blok” tercihi gerçekleşseydi, yüzde 41 oy almış 13 yıllık iktidar partisi AK Parti, kendini bir anda ana muhalefet sıralarında bulabilirdi.
7 Haziran seçimi sonucu, seçmenin, dört partiden en az ikisinin koalisyon kurmasının yolunu açtığıdır, bu kadar. Koalisyon kurulursa, bu, doğal bir sonuçtur, kurulamazsa da “seçmenin tercihini ayaklar altına aldınız” feryatlarına da gerek yoktur, oyunun kuralı önceden yazılmıştır, “seçmen dahil” demokrasinin bütün aktörleri bu oyuna uymak durumundadır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ORHAN MİROĞLU-STAR
“Amerika’ya yapılan çağrılar, Mesut Barzani’ye yapılabilir mi?“
HDP/KCK liderleri Avrupa ve Amerika’ya çağrılar yapıp duruyor ve bizi Türkiye’yle masaya oturtun diyorlar. Bir ay içinde otuza yakın şehit, iki ton bombayla havaya uçurulan karakollar, korkunç infazlar… Ülkeyi bir anda yangın yerine çevir, cenazelerden yükselen feryatlar arşı alayı inletsin, sonra da bizi masaya oturtun diye çağrı yap…
Amerika’dan bu çağrılara gelen dolaylı/dolaysız cevaplar, Obama yönetiminin durduğu yeri net olarak ortaya koyuyor: Türkiye’nin teröre karşı mücadelesini anlıyor ve meşru buluyoruz…
Avrupalılar ise Ortadoğu söz konusu olduğunda ellerinde kala kala PKK/HDP kartı kaldığı için faydasız ve içinde bulunduğumuz durumu izah etmeye yetmeyen açıklamalar yapıyorlar. Kandil’in adını ‘devrimci halk savaşı’ olarak koyduğu, terör ve şiddet saldırılarından ibaret hamlesi , sadece HDP’yi değil, bence AB ülkelerini de zor durumda bıraktı. Böylesini sanırım onlar da beklemiyorlardı. Şimdi HDP’yle beraber bu çıkmazdan nasıl çıkılır diye kafa yorup duruyorlar ve çaresizler.
Kandil ve HDP, Suriye’de PYD’nin elde ettiği pozisyonu fazla abarttı. Hem Kandil hem PYD, NATO üyesi, AB’yle üyelik süreci yaşayan Türkiye’nin, Daişe karşı mücadelenin hatırına, Batı tarafından ‘feda’ edilebileceğine inandı veya inandırıldı.
Seçimlerden seksen milletvekiliyle çıkan bir hareket, şiddet temelinde öyle bir stratejik hamle yaptı ki nihayet Türkiye’yi Kandil ve PKK mevzilerini bombalamaya zorladı. Kandil’i yönetenler, Kandil bombalanırsa bunun uluslar arası bir sorun yaratacağını düşündüler. Oysa beklenen olmadı. Olacak gibi de görünmüyor.
Kürdistan hükümeti dahi , Kandil’in bombalanmasından PKK’yı sorumlu tuttu. Kandil olmasa topraklarımız bombalanmayacaktı demeye getiren bir açıklama yapıldı. Sonrasında, Yumurtalık-Kerkük petrol boru hattının PKK tarafından ateşe verilmesine Erbil, çok sert tepki gösterdi.
Gelinen aşamada şu çok net görülüyor: Selahattin Demirtaş’ın PKK’ya ellerini tetikten çekmesi için çağrı yapması, Başbakan Davutoğlu’nun ifade ettiği gibi yerinde bir çağrıdır.
Ama ya sonrası?
Eller tetikten çekilince ne olacak?
Şehirler dağlar bu kuşatma altında kalmaya devam mı edecek?
Demirtaş’ın çağrısına uyup, ellerini tetikten çekecek olanların bir daha tetiğe basmamalarının garantisi var mı?
Açıktır ki PKK, silahlı güçlerini Türkiye’den çıkarmadıkça silahlı mücadeleyi sona erdirdiğini ilan etmedikçe, bu çağrıların kalıcı bir barışa evrilmesi mümkün değildir.
Kandil ve HDP eğer samimiyse Amerika ve Avrupa’ya faydası olmayan çağrılar yapmayı bıraksın, çok geç kalmadan, yüzünü Mesut Barzani’ye dönsün, çözüm sürecine dönmek için Mesut Barzani’den daha iyi bir imkan yok. Mesut Barzani’nin ev sahipliğinde ve Erbil’de bir konferans toplanabilir ve PKK bu konferansta Türkiye’de silahlı mücadeleyi durdurduğunu ilan edebilir. Silahlı mücadele ve şiddet, bu hareketin olduğu kadar, başka Kürt partilerinin de bir iç sorunudur artık. KDP’nin de, YNK’nin de Goran’ın da iç sorundur. O halde ulusal bir konferans toplanarak, silahlara veda edip, tarihi bir adım atılabilir. Eğer niyet barışsa, bu niyete Mesut Barzani’den başka kimse katkı sağlayamaz. Zübeyr Aydar Amerika’ya çağrı yapacağına Mesut Barzani’ye çağrı yapsın. Amerika’ya yapılan ve yapılacak çağrıların hiçbir karşılığı yok. Ama Mesut Barzani’ye yapılacak bir çağrının karşılığı fazlasıyla var. Ulusal bir Kürt Konferansı, Kürtler’in kendi iç ‘çatışmalarını’, DAEŞ’e karşı mücadelelerinin bir muhasebesini yapmak için de bir fırsat olur. Birkaç yıl önce ulusal konferans için yapılan çağrılara Barzani evet demiş ve bir tek şart koşmuştu:
Toplanacak bir Kürt Konferansı savaşa değil, barışa karar vermelidir, barış için toplanmalıdır.
Hatırlayacaksınız, konferans bu ilkesel tutum nedeniyle toplanamamıştı…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Barzani‘den ‘ateşkes‘ ricası”
11 Temmuz’da ateşkesi bozarak asker, polis ve sivil ayrımı yapmadan saldırıya geçen PKK’ya karşı operasyonlar da tüm hızıyla sürüyor. TSK, örgüte karşı bugüne kadarki en kapsamlı hava operasyonlarını düzenliyor. ABD’den gelen haberler de Kandil’in aleyhinde. Beyaz Saray, Türkiye’nin teröre karşı mücadelesini “meşru savunma” olarak görüyor. AB ve NATO üyesi ülkeler de Ankara’dan taraf açıklamalar yaptı.
“IŞİD ile mücadele” adı altında Batı’nın sempati ve desteğini kazanan PKK, ateşkesi bozmasının ardından bu desteği hızla yitirdi. Bu olumsuz hava yüzünden olsa gerek Kandil, “ateşkes” ortamının yeniden sağlanması için değişik çevreleri harekete geçirdi.
Bir hükümet yetkilisiyle yaptığım görüşmede PKK’nın, Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’den ateşkes için devreye girmesini istediğini öğrendim. Kandil, Avrupa örgütüne ve Türkiye’deki siyasi ve sivil uzantılarına Ankara üzerinde “ateşkes” baskısı kurma talimatı vermiş. HDP’nin Abdullah Öcalan ile görüşmek için hükümete baskıyı artırması da “ateşkes” ile ilgili. HDP, İmralı’ya heyet göndererek Öcalan’ın “ateşkes” talimatı vermesini istiyor.
Ankara ise PKK’nın “ateşkes” arayışına pek sıcak bakmıyor. Daha önce olduğu gibi bu girişimleri Türkiye’yi “oyalama” taktiği olarak görüyor. Devlet bir yandan Öcalan ile görüşmeleri sürdürürken, diğer yandan da HDP’yle örgüte 2013’te verdiği “çekilme” sözünü yerine getirmesi için mesaj gönderiyor. Benim izlenimime göre PKK, silahlı unsurlarını sınır dışına çekmeyi ve silahsızlanma kongresini toplamayı kabul etmeden Ankara’nın “ateşkese” yanaşması zor.
* * *
PKK’ya karşı başlatılan operasyonun amacı ne? Operasyonların hedefi ne ve nereye kadar sürecek? Bu soruları da yönelttiğim yetkili, operasyonlarda amacının ölü sayısını artırmak olmadığını söyledi. Bu nedenle hava operasyonlarında da daha çok örgütün cephanelikleri ve lojistik üsleri hedef alınıyor. PKK’nın IŞİD ile mücadele gerekçesiyle topladığı büyük bir cephanelik ise bir hava operasyonunda bombalanarak etkisiz hale getirilmiş.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
UFUK ULUTAŞ-AKŞAM
“Benim teröristim işini bilir…“
Suriye’de 5 senedir Suriyeli organik muhalefeti terör parantezine alma gayreti içerisindeki ABD ve bazı Batılı ülkeler için çelişki dolu günler yaşıyoruz. Daha önce herhangi bir terör olayına yakından uzaktan bulaşmamış Suriyeli grupları, sakallı olmaları ve Selefiliğe kayan dini görüşleri sebebiyle kara listeye alan veya en azından cüzamlı muamelesi yapan bu ülkeler, terörün tanımına da yeni ekleme ve çıkarmalar yapıyorlar. Mesela sakalla terör arasında bir korelasyon var mıdır? Varsa uzun sakal ve kısa bıyıklarıyla şiddet karşıtı Amişleri nereye yerleştirmemiz lazım? Ya da Selefi tandansa sahip Suriyeliler, gidip ABD’deki bir New Age bir şeyhten el alıp kontrbas ve davul eşliğinde dönseler cüzamlılar listesinden çıkarlar mı? Mısır’da Sisi darbesini destekleyen Selefiler hakkında aynı zevat acaba ne düşünüyordur?
* * *
Şimdi bir terör örgütü düşünün: Bu örgüt bir ülkede on binlerce asker ve sivili katletmiş, intihar saldırıları düzenliyor, halka açık yerlerde bombalı saldırılar yapıyor, petrol boru hatlarını patlatıyor. İdeolojik olarak farklılıkları tolere etmeyen, baskıcı, kendisi gibi düşünmeyenleri infaz eden, süren ve yaşam hakkı tanımayan bir örgüt. Bu örgüt diğer terör örgütleriyle de konjonktürel işbirlikleri yapıyor. Yetmiyor bir de terör üreten ve insanlığa karşı suç işleyen devletlerle de işbirliği yapıyor.
Şimdi de bir devlet düşünün: Son otuz senedir bu terör örgütü yüzünden on binlerce vatandaşını kaybetmiş. İntihar saldırılarına, bombalı saldırılara maruz kalıyor. Karakolları basılıyor. Görevlileri ve vatandaşları bu örgüt tarafından şehit ediliyor. Topraklarını bu örgütten kaçan bölge insanına açıyor. Örgütün artan saldırılarına mukabil sabrı taşıyor ve bir terör örgütüne yönelik operasyon başlatıyor.
Örgütün adı PKK, devletin adı Türkiye. Bir miktar siyasi ahlakı olan herkes bu durum karşısında terör örgütüne karşı zihnimizde canlandırdığımız devletin yanında saf tutar. Bu ahlaktan yoksun olanlar ise örgütün terörünü kelime oyunlarıyla yumuşatıp zeytinyağı misali üste çıkarak mağdura karşı operasyona geçer. Bunlara göre terör önemli değildir, önemli olan teröristin kim olduğudur.
* * *
Şimdi Batı’nın ağır silahlarla ve hava desteğiyle arka çıktığı, PKK’nın kesişim kümesi YPG’ye bakalım. PKK ve YPG aynı şey midir? Kıyaslamalı ilerleyelim. Arap Yarımadasındaki El-Kaide ile Hint Alt kıtasındaki El-Kaide aynı şey midir? Örgüt ismi aynı, aynı isme biatlılar fakat militan geçişkenliği oldukça az. Batı bu iki gruba aynı örgütün iki kolu olarak bakar, birlikte değerlendirir. PKK ve YPG de aynı isme biatlı, YPG’nin yönetim kademesinde PKK ağırlığı var, üstüne üstlük militan geçişkenliği bu iki örgüt arasındaki bağlantıyı salt bir yakınlıktan çok çok ileriye taşıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEREN KENAR-TÜRKİYE
Sevdiğiniz biri, tanıdığınız bir kişi kendi ölümünü hazırlamaya kalkışsa ne yapardınız?
Nasıl soru bu der gibi baktığınızı varsayıyorum şu an. Tabii ki engellemeye çalışırdınız. İntihar eğilimini gördüğünüz an müdahale etmeye girişirdiniz. Durdurmak için elinizden geleni yapardınız.
Peki ya tanıdığınız biri, örneğin çocuğunuz, arkadaşınız, öğrenciniz inandığı bir dava uğruna ölmeye ve öldürmeye giderse ne yaparsınız?
Türkiye’de bazı sol örgütlerin bu soruya cevabı 1970’lerden beri değişmedi.
İntiharı, ölümü, öldürmeyi teşvik etme ve alkışlama alışkanlığı değişmedi. Gencecik çocukların hayatlarını yok etmelerine düzdükleri övgülerdeki saçmalık dozu azalmadı.
Leyla Doğan ve Emrullah Arıkan, 20’li yaşlarının en başlarındaydı. Mimar Sinan Üniversitesinde öğrencilerdi.
2015 senesinde öldüler.
Emrullah, PKK’nın bozduğu ateşkes sonrasında, PKK saflarında savaşırken öldü. Leyla ise Kobani’de, IŞİD’e karşı savaşırken…
2015’te okuduğu üniversiteyi bırakıp, savaşmaya giden tek gençler onlar değildi. Son da olmayacaklar.
Soru: 2015 yılında, Türkiye’de bir üniversite öğrencisi neden savaşmaya gider? 2015 yılında gencecik insanlar tahsil yapmak, bir hayat kurmak yerine neden intiharı seçer? 2015 yılında bir üniversite öğrencisi neden bu ülkenin polisi ve askeri ile çatışmayı seçer, neden ve nasıl başka bir ülkedeki savaşın bir parçası olur? Neden ölümü tercih eder?
Bu sorular önemli değil mi? Sorulmaya, üzerinden düşünülmeye değer değil mi? Ortada bariz bir anomali yok mu? Bir çarpıklık, tuhaflık, bir hata yok mu?
Büyük kısmı 1970’lerden beri bir milim mesafe katetmemiş Türkiye soluna ve bu solun teorisyeni akademisyenlerine göre yok. Aksine “şanlı bir direniş” ve “şehitlik” edebiyatı ile övgüye değer bulunan bir “ilericilik” var.
Boğaziçi sosyoloji tedrisatımda aldığım en ufuk açıcı derslerden birini Faruk Birtek vermişti. Sosyolojiye giriş dersinde, öğrencilerini her sene olduğu gibi sosyoloji branşını kuran devlerle tanıştırmış ve bunu hiç akıldan çıkmayacak bir tarz ile yapmıştı.
Sosyolojinin kurucularından, ünlü Fransız kuramcı Emile Durkheim’ı “İntihar” isimli kitabı üzerinden anlatmıştı. İntihar bireysel bir eylemdir ve bir intihar vakası psikolojinin alanına girer. Fakat yıllar içinde artan veya azalan, bir toplumdaki toplam intihar sayısı, istatistikleri sosyolojinin alanına girer diyordu Durkheim.
Neden bazı dönemlerde, bazı toplumlarda intihar oranı artar, bazense azalır, sorusunun peşinden koşuyordu. Ve toplumsal mekanizmaların intiharı engellemek ve bazen de teşvik etmek konusundaki rolüne dikkat çekiyordu. Bireyin bir toplumla kurduğu ilişkinin intihar kararında veya sürecinde belirleyici olduğunu vurguluyordu. Bir bireyin bir toplulukla kurduğu sağlıksız ilişkinin intiharı kolaylaştırdığını, intihar vakalarının bir toplulukla ya fazla zayıf ya da fazla yoğun bir ilişki kurmaktan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Türkiye’de şiddeti, militarizmi teşvik eden sol örgütler, teröre bahane bulmak konusunda Ivy League üniversitelerde doktora yapan akademisyenler, ziyan olmuş hayatları ucuz bir romantizm ile gençlere rol model olarak sunan bir merkez medya var.
Deniz Gezmiş’i zavallı bir kurban olarak değil, yiğit bir kahraman olarak kabul eden bir entelektüel konsensüs var.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Siyasetçi şöyle, bürokrat böyle…”
Tamam siyasetçimiz dediğiniz gibi, bürokratımız da. Peki ya siz, biz ne haldeyiz..
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Herkes layığını buluyor. Sonuçta biz bize benziyoruz.. Aynı topun kumaşıyız. Politikacı dediğin kişiyi kim seçiyor. Sanki gazetecisi, işadamı, STK’cısı, bilim adamı daha mı akıllı, daha mı dürüst. Al birini vur ötekine. Kimse kendi gözündeki merteği görmüyor, ötekinin gözünde çöp arıyor. “İnni küntü minezzalimiyn” demiyor kimse. Hep başkalarına erdemi öğütlüyoruz, hep dürüst adam arıyoruz da peki biz ne kadar dürüstüz.
Bazı haltlar tek başına yenmiyor.. Zina edeni, rüşvet alanı-vereni, masanın bir tarafında biri varsa öte tarafında da bir başkası var.. Bunun sivili, siyasisi yok.. Birileri yemeye karar vermişse, onun velisi olan şeytanı; onu, onun zihninde meşrulaştıracak bir sürü argüman buluyor.. Hani derler ya, kedi acıkıp da yavrusunu yemeye karar verince onu fareye benzetirmiş! İşte o hesap.. Minareyi çalmaya karar veren kılıfını da buluyor..
Bu ilk insandan bugüne hep böyle oldu. Her yerde ve her zaman hep iyiler de oldu kötüler de. Bazan iyiler arttı, güçlendi, bazan kötüler arttı, güçlendi.. Hiçbiri de ebedi olmadı. Sonunda olacak olacak.. Bu hercümerc içinde birileri kendini cennetin kapısında, birileri de cehennemin kapısında bulunacak. Birileri o zaman anlayacaktır yaptıklarının kendine hayrı olmadığını. O birileri Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu, Şeytanın zehrini bazan altın tas içinde ve balla birlikte sunduğunu, şeytanın kurbanlarını bazan Allah’ın adını kullanarak kandırdığını..
Zenginler keşke iş almak için, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ile zorunlu bağışlarla helal olanı murdar etmeseler ve zekatlarını borç olarak verip, daha fazlasını, karşılığını yalnız Allah’tan bekliyor olarak, malları, canları ve sevdikleri ile can feda yollara düşseler. Hani “malımız, canımız, sevdiklerimiz Allah yoluna feda olsun” diyorduk, o malla, mülkle tanışmadan önce.. Hayırlarımız bile bir dünyalık beklentisi ile takas ediliyor adeta..
Bekara karı boşamak kolaydı, paramız, malımız mülkümüz yokken daha cömerttik, olmayan malı dağıtmak kolaydı, ama artık var ve çok tatlı. Ve vermek şimdi çok zor.. Dünyaya kazık çakacağız, ahireti beklemeye sabrımız yok, yeryüzünde o cenneti şimdiden yakalamak istiyoruz. Sağlıklı, başarılı ve mutlu, heyecan verici bir yaşam peşindeyiz.. Onun için bize yaşam koçları gerekli.. Namaz kılamıyoruz madem Jonging yapmalıyız. Zonklayan vijdanlar için psikolojik terapi ya da mesela Transandantal Meditasyon, NLP filan iyi gelir. Sahi sizin hâlâ bir psikolojik danışmanınız yok mu!?
Ben zaman zaman şikayet edip duruyorum ama, doğrusu çok da sorun değil.. Allah cenneti de cehennemi de boşuna yaratmadı.. Bazıları “söylüyorsun da ne oluyor” diyor. Ne oluyorsa oluyor. Önemli olan ben üzerime düşeni yapıyor muyum.. Ben kendi derdimdeyim.. Hani ayet diyor ya “iman edenler, yaptığı işi en iyi şekilde yapanlar, sabredenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna herkes hüsrandadır.” Ben sabredenlerden, şükredenlerden ve direnenlerden olmak ve bunu başkalarına tavsiye edenlerden olmak istiyorum. İster uyarlar, ister devam ederler. Cehenneme kadar yolları var. Onlara sormak gerek; “iman ettik demekle yakanızın bırakılıvereceğinizi mi sanıyorsunuz.” Uyarı ve davet görevini yapmayanların da “içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allahım” diye düşünmeleri gerek.
Başkalarının yaptıklarını eleştirirken kendilerini aklamaya çalışanlar, başkalarına öğüt verirken kendilerini nasıl unutuyorlar. Oysa bizi gören, duyan, bilen, gören ve yaşadığımız her anın, yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın hesabını soracak olan kadir-i mutlak bir Allahımız var. Kiramen katibin her anın kaydını tutuyor, dinleniyor ve fişleniyorsunuz, gaybe, Allah’a ve ahiret gününe inananlar için söylüyorum.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Gizli Diplomaside Hareketlilik“
Son sıralarda gizli diplomasinin hayli hareketli olduğunu müşahede edebiliyoruz. Bu da değişimin pek uzağında olmadığımızı hatta arifesinde olduğumuzu gösteriyor. Bir gazetede Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid el Maktum’un İstanbul’a gizlice geldiği ve ziyaretinin gizli kalması için havaalanı kulesine kimlik bilgilerini vermediği ve bunun üzerine iniş izni alamadan ülkesine döndüğü yazıldı. Doğru mu veya ne kadar doğru bilemiyorum. Ama böyle bir haberi babası Şeyh Zayid ile ilgili de duymuştum. Pakistan’a böyle gizli kapaklı, kaçamak bir ziyaret gerçekleştirmek isteyen Şeyh Zayed Al-i Nahyan bu ülkeden de aynı şekilde geri çevrilmiş. Amacı neymiş acaba? Dünyayı kendileri için açık bir ülke veya şehir olarak mı algılıyorlar, nedir? Fakat haber doğruysa ağızlarının payını almış olmalılar. Bu belki işin magazin kısmı. Bir de gerçek kısmı var. Son günlerde Lübnan’da yayınlanan Hizbullah ve İran ekseninin asparagas haber kuluçkası ‘Haber’ gazetesi bir ara hasta olduğu ve hastaneye kaldırıldığı rivayetlerine konu olan Esat’ın baş güvenlikçisi Ali Memlük’ün Rusya aracılığıyla gizli bir biçimde Riyad’a gittiği bilgisini sızdırılmıştı. Cinlerin getirdiği bilgi gibi yarısı sahih yarısı da tezvirat. İran ekseninden başka ne bekleyebilirsiniz? Sermayelerinin onda dokuzu yalan! Haber gazetesinin haberinin doğru olup olmadığı bir süre tartışıldı. Suudlular ser verip sır vermediler. Sonunda dillerinin bağı çözüldü. Mesele bilahare vuzuha kavuştu. Son sıralarda Suud diplomasisi çok faal ve aktif. Rusya ile de temas hattında. Rusya Yemen ile alakalı olarak 2216 sayılı kararı veto etmedi. Buna mukabil Suriye’de Suudlulardan esneklik beklediği tahmin ediliyordu.
Nitekim bu doğrultuda doğrudan Suriye rejimi ile yeni Suudi yetkililer arasında bir temas hattı ve kanalı açılması uygun görülmüş. Ruslar teklif etmiş Suudlular da kabul etmiş. Bunun üzerine Yemen ile Suriye’nin takas edildiğine dair yorumlar başını alıp gitmişti. Fiilen de Başcasus Al Memlük Riyad’da değil ama Cidde’de Suudlu yetkililerle bir araya gelmiş. Haber gazetesine göre Suudlular Ali Memlük’ten politikalarını değiştirmeleri karşılığında İran ile aralarına mesafe koymalarını istemişler. Suudlular böyle bir talebin gündeme gelmediğini söylüyorlar. Lakin yine Haber gazetesine göre Ali Memlük mealen ve cevaben İran’la ilişkilerinin müt’a beraberliğine dayalı değil de, Katolik nikahıyla çerçevelenmiş olduğunu söylemiş. Yine de eskinin nostaljisiyle eskisi gibi üç ayak saç ayak olmalarını dilemiş. ‘Eski günlerde ne iyiydik’ diye nostaljisini dile getirmiş. Geçmişte kalan Kahire, Riyad ve Şam eksenine atıfta bulunmuş. Bu hat kopmuş durumda. Bununla birlikte bu kesik hattın Kahire bağlantısı veya istasyonu Sisi ile birlikte yeniden faaliyete geçmiştir. Geride sadece Riyad kalmıştır. Ruslar da Yemen karşılığında Riyad- Şam hattını yeniden temin etmeye, bağlamaya çalışıyorlar. Böylece adamları Esat’ı kurtarmaya çalışıyorlar. Haber gazetesinin asparagaslarına mukabil Suud kaynakları görüşmenin zabıtlarıyla alakalı başka bir rivayeti dile getiriyorlar.
***
Şam rejiminin Suriye’de Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerin terör estirdiğini ve terör örgütlerine destek verdiğini dile getirmesine mukabil Suudi Arabistan somut bir teklifte bulunmuş. Öyleyse Siz Şii örgütleri ve milisleri dizginleyin, ülkeden çıkartın ve atın, biz de gereğini yapalım. Yabancı bütün örgütlerden desteğimizi keselim. Sahada sadece Suriyeliler birbiriyle hesaplaşsınlar. Barış mı yapmak istiyorlar, buyursunlar; kendileri karar versinler. Savaşa devam etmek mi istiyorlar yine kendileri karar versinler. Bunun üzerine Al Memlük düşünme payı ve mühleti istemiş. Suriye rejiminin bu gibi ahvalde yapacağı bellidir. İpe un sermek ve kaypaklık(muravage). Nitekim her İsrail saldırısından sonra zamanı ve mekanını kendileri tayin etmek kaydıyla cevap hakkını mahfuz tuttuklarını söyler dururlar. Ama hiç yapmazlar. Kulaklarının üzerine yatarlar. Godot gibi bu zamanı ve mekanı gizli cevap bir türlü gelmez!
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5