Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz geçen koalisyon görüşmeleri var. MEHMET BARLAS-SABAH “Bunların tümünü toplasanız bir Erdoğan etmezler” Türkiye’de halkın oyunu alarak yönetim sor...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz geçen koalisyon görüşmeleri var.

MEHMET BARLAS-SABAH

“Bunların tümünü toplasanız bir Erdoğan etmezler”

Türkiye’de halkın oyunu alarak yönetim sorumluluğunu yüklenen bir siyasetçinin gündemindeki çözüm bekleyen sorunları bir düşünün…
Geçen yüzyıldan bugüne aktardığımız “Güneydoğu sorunu”, “Kıbrıs sorunu”, “Bölgesel sosyal adaletsizlik”, “İşsizlik”, “Eğitimdeki darboğazlar”, “Sağlıksız kentleşme” benzeri konular siyasetin değişmez gündeminin maddeleri değil mi?
Üstelik 21’inci yüzyıl hemen yanı başımıza “Irak sorunu” ve “Suriye sorunu” gibi bir dev boyutlu yeni problemler de getirdi. Ayrıca üyesi olmayı hedeflediğimiz Avrupa Birliği, din merkezli bir “Yabancı düşmanlığı” çemberine sıkışmış gibi. Dünyanın yeniden yapılandığı, haritaların değiştiği, “Demokrasi” ile “Güvenlik” kavramlarının karşı karşıya getirildiği bir dönem bu… Global dengelerde yeni güç merkezleri oluşmakta. Çin ve Rusya var mesela.
Bütün bu sorunlar doğrudan ya da dolaylı olarak, bizi de etkiliyor. “Acaba PKK’nın arkasında hangi parmaklar var diye” sürekli endişelenmiyor muyuz? 

Siyasi sapıklar 
Bütün bu kargaşa arasında sırtlarında yumurta küfesi olmayan birtakım sorumsuzların ve kifayetsiz muhterislerin sadece Tayyip Erdoğan takıntılarına dayalı olarak siyasete yaklaşmalarına ne demek gerekir diye düşünürken, cevabı sevgili Salih Tuna’nın Yeni Şafak’taki köşesinde buldum.
Bu davranış biçiminin adı kesinlikle “Sapıklık”tır.
Bu sapıklığın ülkeye hizmet etmeye çalışan tüm seçilmişleri hedef aldığını Adnan Menderes’e ve daha sonra da Turgut Özal’a çektirilenlerde de gördük. Şimdi de “Tek sorun Erdoğan” diyenleri görmüyor muyuz? Ülkeye ve topluma Erdoğan’ın yaptığı hizmetlerin milyonda biri kadar katkısı olmayan bu adamların takıntıları, işin kötüsü PKK teröristlerini de cesaretlendiriyor. 

Değerleri sıfır 
Bereket bu adamların tümünün kıymet- i harbiyesi, Erdoğan’ın halktan aldığı destek karşısında sıfır değer taşımakta… Bunların durgun beyinlerindeki hastalıklı fırtınaların, ne Türk toplumunun yarına doğru ilerlemesini, ne de Erdoğan’ın hizmete dönük vizyonunu etkilemesi mümkün.
Bu adamların durgun dünyalarına bakış açıları ile ülkenin ve dünyanın dinamik yapısı içinde sorunlara çözüm üretmeye çalışan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konumunu bir anekdotla belki daha kolay karşılaştırabiliriz. 

De Bakey ve tamirci 
Ünlü kalp cerrahı De Bakey’e ait bu anekdotu hep hatırlarım. De Bakey bir otomobil tamircisine kalp ameliyatı yapıp, kalbe giden üç damarını değiştirmiş. Adam ameliyat ücreti olarak De Bakey’e 30 bin dolar ödemiş. Bir süre sonra De Bakey’in otomobili arıza yapmış.
Kalp damarlarını yenilediği tamirciye götürmüş aracını. Tamirci iki saat uğraşıp, motordaki arızayı gidermiş ve tamir bedeli olarak 300 dolar istedikten sonra De Bakey’e “Doktor bu adalet midir? Siz benim kalbimi tamir edip 30 bin dolar aldınız. Ben sizin aracınızı tamir edince 300 dolar alıyorum” demiş. 

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

“Zirvede bir kadın!​”

Gazetelerin hafta sonu ekleri modern mitlerin köpürtülme yerleri… 
Dağlara tırmanan kadınlar karşısında büyüleniyoruz mesela…
Zirve deyince zaten akan sular duruyor. Muazzam bir sembolizm insanı esir alıveriyor: İnat, direnç, risk, azim, cesaret ve başarı. Hepsi orada!
Hiç şüphesiz bu insanlara “zirveden inip başkalarının arasına karışınca neler olup bitiyor?” diye sormak pek hoş karşılanmıyor.
Ya dürüstçe cevaplamaya kalkar da, bir çuval inciri berbat ederse!
Eh, yalan değil! Çünkü gündelik hayat kalplerimizi dümdüz eder, kariyerlerimizi yere serer, ilişkilerimizi uçurumdan fırlatırken dağcı olup olmadığımıza bakmıyor.
Hafta sonu ekleri ve popüler dergilerin içerik düzeni ise şöyle…
Bir yanda adrenalin bağımlılarının olağanüstü hikâyeleri öte yanda merdiven tırmanmaya üşenen keyifçiler için tatil ve eğlence önerileri… 
Ortası yok!
Ortası zaten bildiğimiz insan, siz, biz, onlar.

***

Doç. Dr. Gülnur Tumbat ABD’de yaşayan bir akademisyen. 17 yaşından beri dağcı. Her kıtada en yüksek noktaya tırmanıyor. En son Okyanusya’da Carstenz zirvesine tırmanmış.
Onunla yapılan söyleşiye Milliyet Pazar’da rastladım. 
“Daha tırmanılacak çok dağ var, önümdeki proje kutuplar” diyordu.
Acaba okurlar şu söze de dikkat etmiş midir: “Bu projeyi babamı kaybettikten sonra hayata geçirdim, bir yere odaklanmam gerekiyordu.”
Kritik nokta orası çünkü!
Kimse kendinden menkul bir meydan okuma için doğayla boğuşmaya kalkışmıyor. 

***

Bir de salgın gibi yayılan ve anlamını giderek kaybeden “sosyal sorumluluk duygusu” var. 
Global Amerikanlaşma sürecinin bir parçası…
Saçmaymış, yapay duruyormuş, önemi yok. Yeter ki başkalarına bir iyiliğin olduğunu iddia et, dünyanın gönlünü al!
Nitekim Doç. Dr. Tumbat da demiş ki, “insanların hayatlarını nasıl değiştirebilirim diye düşünüyorum, insanlara umut vermek istiyorum.”
Bilmiyorum, “Bir şu kadına bak, bir de bana!” diyerek kendini iş, aşk, meşk dünyasının dağlarına vuran birileri oluyor mudur?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Darbeyi Erdoğan değil, siz uyurken halk yaptı

Bir gazetemiz erken baskı yapmış, Erdoğan’ın darbe yaptığını duyuruyor… Zengin adamlara garsonluk yapmakla övünen gazeteci ise darbe karşıtlarını “vaziyet almaya” çağırıyor. 

Bir kısım liberal hokkabaz da ortam kızıştırıyor tabii: “Ey darbe karşıtları, neredesiniz? Erdoğan darbe yaptı. Karşı çıkmayacak mısınız?” 

E-muhtırada susacaksınız; hatta “27 Nisan’ın muhtıra olduğunu söyleyeceğiz de, ötesini söylemeyecek miyiz?” diyerek e-muhtıraya destek çıkacaksınız… “Yargıçlar muhtırasında” susacaksınız… AK Parti’ye açılan kapatma davasında susacaksınız… Ergenekon melanetleri karşısında susacaksınız… Apaçık bir darbe girişimi olan Gezi’de susacaksınız… Paralel kalkışmada susacaksınız… Ama Erdoğan “Yönetim sistemi değişmiştir” deyince, bedavadan “darbe karşıtı” kesileceksiniz.

Erdoğan “darbe yaptım” demiyor… “Yönetim sistemi değişmiştir” diyor.

Değişmemiş midir?

Sistem, maaile desteklediğiniz 27 Nisan muhtırasından sonra değişti.

Bütün rezilliği ele alıp parlamentoya Cumhurbaşkanı seçtirmemiştiniz hani… “TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR” bayrağı altına postu serip, “Bu Meclis Cumhurbaşkanı seçerse, kesin darbe olur” diye ilgili yerlere sufle vermiştiniz.

Halka gidilmişti.

Halk da, “Bu meseleyi ben çözerim” demişti ve çözmüştü.

Bunun tarihi, 21 Ekim 2007’dir.

Birazcık gazeteci olun, fikri takip melekelerinizi geliştirin, 21 Ekim referandumuyla birlikte nelerin değişmiş olduğunu görün. Okurlarınızı da enayi yerine koymayın.

Hayır, elbette parlamenter sistem değişmedi. Parlamenter sistem eski işlevini yitirdi.

Değişen bu.

Buna yol açan da, Meclis’e cumhurbaşkanı seçtirmeyenlerdir. Bütün o e-muhtıracı, kolpacı, 367’ci taifesidir… 

Halk, şamar oğlanına çevirdiğiniz parlamenter sistemin onurunu kurtarmak için sandığa gitti ve “Meclis’te çevirdiğiniz ayak oyunlarından bıktık. Bundan sonra kimin Cumhurbaşkanı olacağına biz karar vereceğiz” dedi.

Bir anlamda parlamentonun işlevini azalttı, yükünü hafifletti. Denilebilirse, aynı zamanda parlamenter sistemi “tartışılır” hale getirdi. Dolayısıyla, sistem tartışmasının fitilini ateşledi. “Mis gibi parlamenter sistem varken bu değişiklik de nerden çıktı?” diye ağlaşanlar, bu soruyu öncelikle kendilerine sormalıdırlar. 

Evet, sistem değişmiştir.

Kaotik durumu da beraberinde getirmiştir

Hem seçilmiş Cumhurbaşkanı, hem seçilmiş hükümet olmaz.

Bu durum ileride (mutlaka) ciddi sıkıntılara yol açacaktır.

Bu (kaotik) durumu gidermek için de, sisteme bir ad bulmak gerekmektedir.

Buna ister Başkanlık sistemi deyin, ister yarı Başkanlık sistemi deyin, isterse güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı deyin… Hazım kapasitenize kalmış.

Erdoğan, ayrıca, “Seçilmiş Cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarının düzenlenmesini” istiyor. (Mevcut fiili durumun anayasal bir çerçeveye kavuşturulmasını istiyor. Kavuşturulmasın mı?)

Çünkü halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanının görev alanını belirleyen yasal düzenlemeler (zamanında) yapılamadı. Meclis’te grubu bulunan partiler, iktidar partisinin konuyla ilgili önerisi karşısında tavana bakmayı tercih ettiler. Hatta“Gelin bu işi düzenleyelim, yarın bir sıkıntı olmasın” diyen iktidar partisine randevu vermediler. Şimdi, “Bu Erdoğan niye böyle?” diye ağlaşıyorlar. 

Evet, sistem değişmiştir.

Bunun adı darbeyse, bu darbeyi Erdoğan değil, 21 Ekim referandumunda (yüzde 69’luk “evet” oyuyla) halk yapmıştır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

“MHP alternatifi de tükendi”

Davutoğlu ile Bahçeli arasında iki buçuk saatlik bir görüşme. Oldukça uzun bir görüşme. Uzunluğu sebebiyle içinde sürpriz ihtimali de barındıran bir görüşme.

Ancak o sürpriz beklentisi Başbakan Davutoğlu’nun Meclis’ten ayrılıp parti genel merkezine varmasına ve görüşme hakkında açıklama yapmasına kadar sürüyor. Daha sonra Bahçeli de bir açıklama yapıyor.

Açıklandı ki:

– Meclis içinden partilerin kendi iradeleri ile bir koalisyon kurulmuyor.

– MHP, tıpkı CHP gibi Ak Parti ile seçim şartlı, belki bazı reform paketlerinde uzlaşmayı amaçlayan kısa süreli bir koalisyona evet demiyor.

– MHP Ak Parti’nin seçimlere götürecek bir azınlık hükümetine destek vermiyor.

– MHP, mevcut hükümetle seçime gitmeye, bu hükümetin güvensizlik oyu ile düşürülmesini önlemek için en azından çekimser kalmaya razı değil.

– MHP Meclis’e teklif olarak geldiği takdirde erken seçime de karşı çıkıyor.

– Böylece MHP de koalisyon görüşmeleri sürecinde kenara çekilmiş oluyor.

– Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra mesela CHP’ye hükümeti kurma görevi vermesi beklenmiyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun elinde hükümet kurmak ve güvenoyu almak için herhangi bir enstrüman bulunmadığı daha önce kesinleşmişti.

– Ve artık Davutoğlu görevi Cumhurbaşkanına iade edecek ve Cumhurbaşkanı’nın seçime karar vermesi ile yine Davutoğlu’nun başkanlığında bir “Seçim hükümeti” kurulmuş olacak.

Bir ihtimal, acaba MHP, Cumhurbaşkanının kararıyla oluşacak bir hükümette HDP’nin de yer alması ihtimalini önlemek için Ak Parti ile birlikte seçim sürecini hazırlama tercihinde bulunabilir mi, sorusu merak konusu idi.

Anlaşıldığı kadarıyla Bahçeli, o konuda partisine yönelecek suçlamayı göğüslemeyi tercih etmiş bulunuyor.

Tabii 2.5 saatlik görüşmede neler oldu, sorusu da önemli.

Başbakan Davutoğlu’nun verdiği bilgiye göre önce terörle mücadele konusunda bir bilgilendirme yapılıyor, ardından Ak Parti’nin erken seçim bağlantılı teklifleri sunuluyor. Bunun üzerine Bahçeli, malum dört maddeyi zikrederek, bunların kabul edilmemesi halinde MHP’nin Ak Parti’nin tekliflerini kabul edemeyeceğini bildiriyor.

Bunun üzerine Davutoğlu, zikredilen 4 madde ile ilgili kanaatlerini açıklama gereği duyuyor.

Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı’nın statüsünün koalisyon çalışmalarıyla ilgisi bulunmadığını, 17-25 Aralık konusunun hakeza koalisyon çalışmalarını ilgilendirmediğini ancak Ak Parti’nin şeffaflıktan yana olduğunu ve çözüm süreci konusunda, şu an devletin kamu düzenini koruma adına terörle en etkin mücadeleyi sürdürdüğünü, ancak toplumun her kesiminin aidiyet bilincini geliştirmek adına demokratik reformlara önem verdiklerini söylüyor. 

Sonra…

Sonrası yok.

Ayrılıyorlar.

Evet, artık 23 Ağustos’a kadar Meclis’ten, Davutoğlu’nun “Bu işi Meclis’te çözelim” çağrısına uygun olarak erken seçime dair bir karar ve ona göre bir hükümet formülü çıkmazsa Cumhurbaşkanının yeniden seçim kararı ve seçim hükümeti kurdurması safhasına geçilecek.

Dört parti kabul ederse dört partili, MHP, HDP’li bir hükümete evet demezse üç parti artı bağımsız üyeli bir hükümet kurulacak.

HDP’nin hükümette yer alması özellikle MHP tarafından sorun olarak görülüyor. Ancak bunun önünü kesmek üzere bir Hükümet oluşumuna da kapı aralamadı. Böylece Türkiye HDP’nin koalisyon ortağı olduğu bir hükümet modelini de denemiş olacak. Tabii ki ilginç. HDP parti olarak teröre karşı tavır koyamamışken, şimdi Hükümet ortağı olarak ne yapacak sorusu, herhalde önümüzdeki dönemin en kritik sorusu olacak. 

Hayırlısı, diyelim.

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

ORAL ÇALIŞLAR-RADİKAL

“Devlet Bey’den Tayyip Bey’e gollük pas…”

Evet, eğer Devlet Bahçeli, Ahmet Davutoğlu’na bir çıkar yol bıraksaydı, erken seçim yerine, başka bir öneri ortaya koyabilseydi, Erdoğan’ın istediği yeniden seçim yerine başka bir ihtimalle yüzyüze gelebilirdik.

Dün sabah itibariyle önümüzde iki ihtimal vardı. Bahçeli Davutoğlu görüşmesi, kısa ya da uzun vadeli bir koalisyon çıkarabilir miydi? Beklenenin aksine bir çözüm yolu bulunabilir miydi? Yoksa Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi bir erken seçim kaçınılmaz hale gelecek miydi?

Doğrusunu söylemek gerekirse, Tayyip Erdoğan, hiçbir zaman koalisyon, yerine bir erken seçim istediğini ifade etmedi. Ancak çevresinden yayılan bütün hava, erken seçimden başka bir çıkar yol görmediği yönündeydi. Açıkçası, Erdoğan tekrar seçim taraftarı olmadığını net bir şekilde söylemese bile, artık biliyoruz ki, erken seçimin taşlarını bizzat o döşedi.

Bu nedenle, 7 Haziran sonrası değişik siyasi stratejilerin çarpıştığı dönemde Tayyip Erdoğan amacına ulaşmış gibi görünüyor.

BAHÇELİ’NİN ROLÜ

Erdoğan’ın elini kolaylaştıran siyasetçinin Devlet Bahçeli olduğunu söylemek mümkün. Çünkü, 7 Haziran seçim akşamından itibaren Bahçeli, “Ben hiçbir çözümün içinde yokum” diyerek oyun alanını büyük ölçüde Erdoğan’a terk etti. MHP  oyunun içinde olmayınca, diğer iki muhalefet partisinin hiçbir hareket şansı kalmıyordu. Çünkü ikisinin milletvekili sayısının toplamı AK Parti kadar bile olmuyordu.

Bu tablo nedeniyle, sürecin tek ve belirleyici aktörü olarak AK Parti öne çıktı. Koalisyon görüşmeleri inisiyatifi, iktidar partisinin eline geçti. Bu da AK Parti’nin erken seçim hedefine yönelmesini kolaylaştırdı.

İKİ AKTÖR: BAHÇELİ-ERDOĞAN

7 Haziran tablosu açısından bakıldığında, şimdi daha net olarak görebiliyoruz ki, bu sürecin iki tayin edici aktörü oldu: Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan. Bahçeli, koalisyon çağrılarına hayır deyince Erdoğan’ın hareket alanı genişledi. Bu yüzden tek seçenek olarak kalan AK Parti CHP koalisyonu mümkündü. O ihtimal de Erdoğan’ın erken seçim hesabına takılınca sonuç belli oldu.

Erdoğan’ın kurduğu oyun, gerçeklik haline dönüşmeye başladı. 

ÇIKIŞ YOLU İKİYDİ

Evet, eğer Devlet Bahçeli, Ahmet Davutoğlu’na bir çıkar yol bıraksaydı, erken seçim yerine, başka bir öneri ortaya koyabilseydi, Erdoğan’ın istediği yeniden seçim yerine başka bir ihtimalle yüzyüze gelebilirdik.

Dün akşam itibariyle sonuç şudur: Türkiye, bu Meclis’ten bir hükümet çıkaramadı. Çözüm yok. Uzlaşma yok. Artık bir tek ihtimal kaldı: Erken seçim. Şimdi bütün hazırlıklar, yeniden seçim üzerine yapılacak. Görelim bakalım neler olacak?

Çok büyük bir sürpriz olmazsa, önümüzdeki günlerde bir seçim kararı çıkacak. Büyük bir ihtimalle de bu kararı Meclis yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan alabilecek. Çünkü MHP erken seçime de hayır oyu vereceğini söylediğine göre, tek yol var, Erdoğan’ın seçim kararı alması.

YENİDEN KOALİSYON OLUR MU?

Erken seçimi, AK Parti tabanının da istediğini görebiliyoruz. 13 yıllık iktidarı kaybetme krizi, onları da bir kere daha halka başvurmak ihtimaline götürdü. Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin istediği seçim denemesini yaşayacağız.

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM

“Hendek Savaşları”

Biri bunlara söylemeli, Hendek Savaşları Ortaçağ’da kaldı diye… Topun icat olduğunu hatırlatmalı. Barikat savaşı deseniz, onun da Paris Komünü’nden bu yana pek işe yaramadığını; Engels,  “barikat savaşlarının bir devrimci kalkışmadaki potansiyel gücünün zayıfladığını” söylediğinde takvimlerin 1890’ları gösterdiğini  filan anlatmalı. Dolayısıyla, olmuyor… 21. yüzyılın “savaşçı”larının  mücadele yöntemlerini biraz güncellemeleri gerekiyor! 
Ama zaten PKK’nın büyük çıkmazı da bu. Çağdaş yöntemlere geçmesi mümkün değil. 
Bugün Avrupa’da  özerk bölge ya da ayrı devlet kurmak isteyen çok sayıda parti ya da hareket var. Hepsi de zayıf ya da güçlü kitle tabanlarına sahipler. Kimisi dini, kimisi etnik, kimisi de ekonomik nedenlerle (zengiliklerini ülkenin yoksul kesimiyle paylaşmak istemedikleri, onları sırtlarında bir yük olarak gördükleri için) ayrılmayı savunuyorlar. 
Peki hangi mücadele yöntemini uyguluyorlar siyasi hedeflerine ulaşmak için? 
Herhalde hendekler kazıp su doldurmuyor ya da kale burçlarından kızgın yağ boca etmiyorlar düşmanlarının üstüne. 
Yıllarca, hatta bazen on yıllarca siyasi mücadele veriyorlar.  Ayrılmanın daha iyi olacağına kitlelerini ikna etmek için  bıkmadan, usanmadan propaganda çalışması yapıyor, imza kampanyaları, demokratik gösteriler düzenliyor; parlamentoda siyasi  müttefikler arıyor;  uluslararası platformlarda davalarının haklılığını anlatıyor; kendilerine güvendikleri anda referandum istiyor, referandumda kazanırlarsa ne ala; kazanamazlarsa sonuca razı olup “bir dahaki referandumda” çoğunluğu elde etme umuduyla  siyasi çalışmalarına devam ediyorlar. 

Çözüm Süreci’nin PKK’yu sunduğu teklif de buydu aslında. “İşte siyaset platformu; ne savunuyorsan bu platformda savun. Ne yapmak istiyorsan bu platformda ve barışçı yöntemlerle yap” dendi kendisine. 
Ama o bu teklifi kabul edemezdi. Çünkü bırakın ayrı devlet kurma fikrini, şimdiye kadar  federasyon tezinin bile Kürtler arasında ancak yüzde 10’luk  bir destek bulabildiğini gösteriyordu bütün anketler.    
İdealindeki modeli Kürtlere ancak silah gücüyle ve bir emrivaki ile kabul ettirmeten başka yolu olmadığının baştan beri biliyordu PKK. Çözüm Süreci’ne hiçbir zaman aklının yatmaması da bundandı. İsteği statüyü ya Kürtlerden habersiz devletle müzakere masasında,koparacaktı; ya da teröre devam ederek toplumu yıldırma ve devleti dize getirme yolunu denemeye devam edecekti. Hele bir de, Kürt kartını oynayarak Türkiye’yi destabilize etme planları yapan dış odakları da arkasına alırsa pekâlâ bir şansı olabilirdi! 
Devlet statü pazarlığına yanaşmayınca, bazı dış güçler de yeşil ışık yakınca; allem etti, kallem etti, sonunda ateşkesi bozup saldırıları yeniden başlattı. Hemen ardından da, şimdiye kadar birkaç kere denediği gibi, küçük bazı yerleşim yerlerinde kendi “komünal yönetim”lerini kurmaya kalkıştı. 
Bunun nasıl bir yönetim olacağını gerek şimdiye kadar söylenenlerden, gerekse Rojawa’daki uygulamalardan gayet iyi biliyoruz. Önce “Ya sev ya terk et” usulü bir temizlik harekâtı ( Ne demişti Burcu Çelik Özkan köy korucularına: “Bu memleketten defolup gideceksiniz. Bize uzattığınız o keleşi size çevirmesini biz çok iyi biliyoruz”) ardından, KCK’nın demir yumruğu altında, kapitalizmin yıkılıp özel mülkiyetin yok edilişi ve “demokratik-ekolojik- komünal” takas ekonomisine geçiş! 
Düşünün, son on-on beş yılda Güneydoğu’nun hızla gelişip serpilen şehirlerine takas ekonomisine geçiş vaat eden bir hareketin sizce herhangi bir şansı olabilir mi? Çantasını kapıp global dünyaya yelken açan, yedi düvelle iş yapan Güneydoğulu işadamı hendeklerle, barikatlarla kuşatılıp PKK’nın arkaik yönetimine hapsedilebilir mi? 
Tabii bütün bunlar olmayacak. 
Bundan öncekiler gibi  bu girişim de hezimetle sonuçlanacak. 
Hatırlıyorsunuzdur, bundan bir önceki Hendek Savaşı’nda 400 kilometrekarelik bir toprak parçasını kontrol ettiklerinden, TC’nin bu alandaki hakimiyetini tamamen kaybettiğinden söz ediyorlardı. Kontrolü kaybetmeleri galiba bir hafta kadar sürmüştü.  Şimdi de yayın organlarından benzer hikâyeler anlatıyorlar: 
Barikatlarla çevrilmiş “Kurtarılmış bölge” de hayat bayram gibiymiş. Çocuklar şen kahkahalar içinde oyunlarını oynuyor,  mahalleli evlerinin önüne attıkları kilimlere oturmuş tatlı tatlı sohbet ediyor, kadınlar akşam evlerinin  önünde mutlu bir şekilde patlıcan közlüyormuş! 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK

“Bad Arabs”

Amerikalı profesör Jack Shaheen, kaleme aldığı ‘Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People’ (Gerçek Kötü Araplar: Hollywood Bir Milleti Nasıl Kötüler) isimli kitabında Holywood’un Arapları nasıl ele aldığını anlatır. Birkaç olumlu, birkaç da nötr kalmayı başarmış film dışında Holywood yapımı tüm filmler Arapları; sevgisiz, hain, arkadan vuran, terörist, kadın ve medeniyet düşmanı olarak kodlamaktadır yazara göre.

Kitabıyla ilgili bir söyleşisinde şöyle der Shaheen: ‘Çoğumuzun görmemeye çalıştığı bir şeyi göz önüne çıkarmaya çalıştım. Tehlikeli bir biçimde tekrarlanan ‘nefret dolu Arap’ klişesini… Bütün bir toplumun insaniyetini elinden alan klişeler. Kültürümüzün her yönü Arapları kötü göstermektedir. Paduka Kentucky ya da Wood River İllinois’de yaşasak bile aynı şeyleri biliyoruz: Arap, tek boyutlu bir karikatürdür. Her şeyden önce bir komedi unsurudur. Arapları filmlerde ucuz kahkahalar için kullanılan palyaçolar olarak görürüz. Klişe yayıldıkça gerçekleri fark etmemiz zorlaşır. Bir de terörizm meselesi var tabii. İş öyle bir hal aldı ki artık ‘o tarafta’ki Arapların yanısıra ‘bu taraf’taki Araplar da terörist. Ve sonuç şudur: Masum Araplar öldürüldüğünde, bombalandıklarında, sakatlandıklarında, yaralandıklarında, Ebu Gureyb gibi yerlerde işkence gördüklerinde merhamet hissetmememiz ya da daha kötüsü şaka yapmamız şaşırtıcı değildir. Onları umursamıyoruz. Saddam Hüseyin’in klonlarıyla masum sivillerin aynı olduğu ve bizim merhametimizi, empatimizi hak etmedikleri yönünde koşullandırılıyoruz.’

Bu söyleşiyi okurken, ‘bir kültürel iktidar biçimi olarak Türk sineması’nı düşündüm. Daha doğrusu, başta Türk sineması olmak üzere en geniş manada kültürel iktidarın bizatihi kendisini… Özellikle Kürtlük ve dindarlık algısında kültürel iktidarın neredeyse Holywood’un yaptığına benzer şekilde ne numaralar çektiğini.

Hadi şunun adını dürüstçe koyalım. Türk sineması Kürtleri ya kahkahalarla gülünecek birer komedi unsuru ya da ahırdaki danasını evdeki karısından daha çok önemseyen insanlar olarak resmetmiştir. Özellikle 70’li yıllarda Türk sosyalizmine lazım olan çatışmayı ‘Kürdistan’daki feodalite’ olarak kodlayan bazı sinemacılar, aslında hiç olmamış, hiç olmayan ve muhtemelen hiç de olmayacak bir ‘ağa’ tipi uydurup bunun üzerinden toplumsal bir mesaj alanı oluşturmuşlardır. Bu, giderek karikatürlere, gazete haberlerine, edebiyata ve en nihayet toplumsal alana sirayet eden bir klişeye dönüşmüştür. ‘Kürt’ dediğin, ağaysa emrindeki marabaları inim inim inleten, marabaysa en basitinden karısını eşek sudan gelinceye kadar döven bir yaratıktır. Şehir görmüş marabanın yapabileceği en önemli etkinlik, köyün duvarlarına ‘faşo ağa’ yazmaktır. Kürdün anası ise, oğlunu evlendirmek yerine ‘o paraya öküz almak isteyen’ bir tuhaflık biçimidir. Tabii, bazı iyi Kürtler de vardır. Okumuş, aydınlanmış, memleketine dönerek ‘işleri yoluna sokmak isteyen’ Kürtlerdir bunlar. Ancak o zalımlar zalımı feodal yapı bu aydınlık insanları yok etmekte, öldürmektedir.
Ağa dizilerinde, Mahsun Kırmızıgül filmlerinde falan da durum değişmemiştir. Bu algı sayesindedir ki biri Kürtlere ‘hain’ ya da ‘kara kafa’ dediğinde ya da Nişantaşı, Bebek v.b semtlerde biri ‘aman, bunlar da her yeri doldurdu’ diye tısladığında ortada garipsenecek bir durum görülmemektedir.

Dindarlar için de durum çok farklı değildir. Yeşilçam’ın meşhur ‘imam’ portresinden 28 Şubat haberlerine değin buram buram bir klişe ormanıdır kültürel iktidar alanı için dindarlık. Büyük bir özenle ‘aslında dindar insanların bir sürü farklı niyeti’ olduğu işlenmiştir romanlarda, karikatürlerde, her yerde. Namaz falan kılmaktadırlar, ancak bir sürü fırıldak çevirmekle de meşguldürler aynı zamanda. Pirinçlere taş karıştırmakta, kekeme olmalarına rağmen çocuklara Kur’an öğretmekte, anlayışsızlıkları ile kadınları taşlatmaktadırlar.

Türkiye’de kültürel iktidarı elinde bulunduran çevreler için ne Kürtler ne de dindarlar hiçbir zaman ‘önemsenmesi gereken gerçek insanlar’ olmamışlardır. Yabancı isimli kolejlerde okumamışlar, ‘Türkiye’nin en güçlü aileleri’ fotoğrafında kendilerine yer bulamamışlardır. Karikatürlerdir. Üçüncü boyutlarının olması kültürel iktidarın umurunda değildir. Sıkıştırıldıklarında ‘belediyeler sizde, ne kültürel iktidarı’ diye akıllara zarar cevaplar vermekten de hiç utanmazlar.

‘Bugün, dindarların çocukları ile Kürtlerin çocuklarının birbirlerini öldürmeleri üzerinden hesap yapanlar kim’ sorusunu bile sormamıza engel olunan bir düzlemde yaşadığımızı fark edip kendimize gelmezsek halimiz haraptır. ‘Çocuklarımızın kanını pazarlık unsuru olarak kullanıp beyazlara yamanan kimlerdir’ diye sormazsak durum fecidir. ‘Bizim ölümümüzden kim ne umuyor’ sorusuna doğru düzgün, aklı başında cevaplar bulamazsak yandığımızın resmidir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“Can tertip sen mi paralelci değilsin?”

 Eylül 1980 cuntasının bütün garnizon çıktılarını, bütün bildirilerini, tezviratını, düzenlemelerini, kurumlarını, hülasa, “restorasyonunu” arkalayan, alkışlayan bir insan evladına sen darbecisin desek ne lazım gelir?
Darbeci olmak için bizzat darbe yapmak gerekmez değil mi?

Ölçü bellidir: “Küfre rıza küfürdür, zulme rıza zulüm.” Küfür de en geniş anlamıyla, hakikati örtmek, gizlemektir.
Bak tertip fehmedebilesin diye dilimin döndüğünce mufassal anlatmaya çalışıyorum, biraz izan ve insaf sahibiysen anlayacaksın.
Gerçekler biraz acıtır ama korkma, hakikate uyanmak iyidir.

Şu soruya dikkat tertip: 12 Eylül 1980 darbesine açık veya örtük destek vermenin gerekçesini veya bahanesini 1960 darbesine karşı çıkmanın üzerinden açıklamak neyi ifade eder?

Yani…
Menderes’in darağacına çekilmesini siz alkışlarken biz darbeye karşı çıktığımız için kovuşturuluyorduk, siz 60 darbecileriyle aynı dalga boyunda yayın yaparken biz Sivas kamplarında çürütülüyordukdemek 12 Eylül cuntasını savmanın gerekçesi olabilir mi?
Bir darbeye karşı çıkmak başka bir darbeyi desteklemenin kredisi olamaz.
Gönlünde yatan bir darbenin yanında hizalanmak maksadıyla başka bir darbeye karşı çıkmak da demokrasiyi borçlandırmaktan başka bir şey değildir.

Kesmediyse bir başka örnek vereyim:
28 Şubat darbesini arkalayan bir insan evladına (Ki, bugün Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a karşı çıkanların tamamına yakını 28 Şubat darbesinin de hararetli destekçileri arasındaki “sivil güçleri” oluşturuyordu. Mesela, Aydın Doğan, 28 Şubat darbesine katkısını, “Benim medya organlarım İslamcı koalisyon hükümetine karşı savaş verdi” şeklinde ifade etmişti.) sen darbecisin dediğimizde, “12 Eylül’de işkence çektim, vatandaşlıktan çıkarıldım, ben mi darbeciyim” argümanını dillendirmekle cevap vermiş olur musun?

Bir darbenin mağduru olmak başka bir darbeye memur yazılmanın bahanesi olabilir mi?
Şimdi dikkat tertip:

On yılda bir darbe yapılan, başbakanların asıldığı, post modern darbe yüzünden başbakan olanların bile rütbe tarifi için pandomime başvurduğu, binlerce faili meçhul cinayetin yer aldığı bir ülkede “temiz eller” için “vesayetsiz gerçek demokrasi” için yola çıktığınız birileri, bütün bu güzellikleri “kumpas” kurmak maksadıyla araçsallaştırmışsa ve siz bunu anladığınız anda karşı çıkmıyorsanız, bu kumpasın bir bir parçasısınız demektir!

AK Parti söz konusu dönemin koşulları içinde ilkin bu “kumpası” fark edememişse iyi niyetinin kurbanı olmuş demektir.
Bu da en fazla “feraset” eksikliğine bağlanabilir.

Lakin, taa baştan beri söz konusu yapıyı gördüm, işaret ettim, hatta tanık olarak ifade verdim dediğiniz halde, bugün bu yapıyla kol kola giriyor, bu yapının MİT TIRları operasyonu başta olmak üzere 17 Aralık darbe teşebbüsünün ürettiği malzemeyi tüketiyorsanız halinizi feraset eksikliği değil hainlik veya ahlaksızlıktan başka bir şey açıklayamaz.
Bak tertip…

Ortaya koyduğun performansla, “paralel örgüte” mensup olduğu bilinen Zekeriya Öz adlı dönemin kudretli savcısından veya (Kıbrıs’ta yakalanan) “Kumarbaz Ekrem”den daha fonksiyonlu, yani, daha kullanışlı bir paralelci olduğunu ispat ettin.

Zaten…
Paralel yapının mensubu olmak için maklube yemen veya şakirt olup vird çekmen icap etmez.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Yeni bir seçimin muhtemel sonuçları üzerine

Aslında bu başlık yanlış.. Sonuç şimdiden belli. Tencere yuvarlanacak kapağını bulacak. Sahi siz dünle bugün arasında ne kadar değiştiniz.. Toplum ne kadar değişti. Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden Allah sizin hakkınızdaki hükmü değiştirmeyecek.. Bakalım AK Parti ne kadar değişecek, kendini ne yönde, ne kadar değiştirecek.. Ve tabii Allah cahil ve zalim bir topluluğa hidayet nasib etmeyeceğine, içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak edebileceği gerçeği orta yerde dururken, soruyorum, akıllandık mı, içimizdeki hainler, müstekbirler, mütrefinler, zalimlerden, aşağılık ahlaksız adamlardan yakamızı kurtarabilecek miyiz.. Teşkilatınıza bakın, adaylarınıza bakın, getirdiğiniz bürokratlara bakın, çevrenizi kuşatan işadamlarına bakın.. İşi ehline veriyor musunuz, istişare ve şûra yapıyor musunuz, vitrininizde kimler var. Mediada sizin sözcülüğünüzü kimler yapıyor. Sivil toplumda sizin adınıza ahkam kesen, iş tutan, ihale dağıtan, bürokrat tayin eden, strateji belirleyenler kimler.

Şu da var tabii, “bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir”. Biz bilmeyiz Allah bilir. Musa aleyhisselamla Hızır aleyhhiselamın kıssasını hatırlayın. Allah servet ve iktidarı halklar ve ülkeler arasında evirip çevirecektir. Güç ve iktidar her zaman rahmet anlamı taşır mı? Eğer aklınız ve imanınız güç ve servetinizin gerisinde ise o servet ve güç sizin için dua ile istenen bir belaya dönüşür.

Bakın, eceli gelenler ölecek. Kimse rızgından az ya da fazlasına sahip olamayacak. Allah kadir-i mutlaktır. Mutlak iktidar sahibidir. Kader, rızık ve ecel O’nun takdirine bağlıdır. Hayır da, şer de O’nun iradesi içindedir. Biz O’nun rızasına talibiz. O’nun için zor bir şey yoktur. “Ol” der o iş olur. O sonuçtan bağımsız olarak kim iyi ya da kötü ne yaparsa ona onun karşılığını verecektir. O zaman ne gam! İlmin kapısı, Allah’ın arslanı, ehli beytin kaynağı Hz. Ali’ye iktidar vermeyen de O, kuyudaki Yusuf’u Mısır’a sultan eden de.. Yoksa birileri Allah’a akıl mı öğretmeye, O’nu ikna etmeye mi çalışıyor. Hani şu “Tanrıyı kıyamete zorlayanlar”ın yaptıkları gibi, “Allah’ı iktidara zorlamaya mı kalkıyor” haşa. Şöyle yapsak; biz üzerimize düşeni yapsak ve sonra da “Rabbım bana hakkı hak, batılı batıl göster, beni sıratı mustakim üzre olanlardan eyle. Beni nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlardan değil” desek.. Bunun için “yalnız Senden yardım diler ve yalnız Sana sığınırım” desek.. Öyle ya “hasbun Allahu veniğmelvekil…” Ve desek ki, sonuç ne olursa olsun, “Bizi sabredenlerden, şükredenlerden, nefsinin ve şeytanın hilelerine, kışkırtmalarına karşı direnenlerden bulacaksın”.

Ya hu, hedef büyütün hedef. Allah sizi yeryüzünün varisi kılmak istiyor, yeryüzünü size mescid kılmak istiyor, sizin ellerinizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istiyor. Tek gerçek AK Parti ya da Türkiye seçimleri değil. Bizler alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. Türkiye, Mısır, Filistin bizim için sadece bir mektep.. Daha fazlasını isteyin. Ama unutmayın ki, Allah sizi mallarınız, canlarınız ve sevdiklerinizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir.

Herkes işine baksın. İstişare ve şûra yapıyor musunuz, işi ehline veriyor musunuz. Yani rüşvet ve torpilden arınıyor musunuz. Cemaat aidiyetiniz ne durumda. Siz Allah’ın hükmüne razı mısınız ve siz O’nun razı olacağı işler mi yapıyorsunuz.. Adil ve merhametli misiniz? Mütevazı mı, kibirli mi? Bakın neye tamah eder, neyi ihtirasla ister, neye hak etmeden sahip olursanız, o sizin imtihanınız olur.. Helakinize sebeb olur..

Geçen Rabia günü vardı. Bizimkiler isterken, hesap sorarken, protesto ederken seslerini yükseltiyorlar, ama hesap vermek, sorumluluk üstlenmek konusunda isteksizler. Hâlâ kendilerini muhalefette zannediyorlar sanki.. İlk gün çok kalabalıktı, 2. gün sakin. Ne STK’larımız, ne üniversite gençliği, ne işadamlarımız vardı. O kadar yurdumuz var, o kadar İmam Hatipli. Kudüs’ü, Suriye’yi, Mısır’ı, Türkiye’yi konuşuyoruz. Sahi bizim “iyi çocuklar” nerede? Çile istemiyorlar keyf alacakları, heyecan duyacakları şeyler daha çok hoşlarına gidiyor. Liderlik, adaylık semineri düzenlesek, ihale, teşvik, söz söyleme-iş başarma kursları düzenlesek daha çok gelirlerdi herhalde..

Dilerim bizimkiler, başkalarını suçlamadan önce kendi içlerine bakarlar. Önce kendi gözlerindeki çöpü çıkartırlar. Bakın, karanlık aydınlığın yokluğudur. Işık gelince karanlık yok olur. Şeytanın ya da onun ins ve cin yardımcıları günah işlememizin, yenilgi ve felaketlerin tek gerekçesi, bahanesi olamaz.. Gece gündüzün varlığı için gerekli. Bize düşen ise oturup sadece karanlığa küfretmek yerine kalkıp bir mum yakmaktır. Işık gelince karanlık yok olacaktır, zaten karanlık kaybolmaya mahkûmdur!. Gelin tevbe edelim ve gelin itiraf edelim ve diyelim ki, “inni küntü minezzalimin.” Bizi gören, olup bitenleri duyan, bilen, koruyan, hüküm sahibi bir Allahımız var. Tek bir gerçek var, imtihan oluyoruz. Sabırlı olalım. Çalışalım sonra da tevekkül edelim.

Şu soru yanlış: Ne olacak bu memleketin hali. Olabilecekleri ilkesel düzeyde biliyoruz. Haşa Allah’ı mecbur bırakamazsınız, O’nun yetmeyen gücüne güç, yetmeyen aklına akıl, yetmeyen parasına para yetirecek değilsiniz. Doğru soru şu: Ben şimdi buralarda ve bugünlerde, bu olaylar karşısında neler yapmalıyım. Yaşadığınız zamana ve  mekana şahidlik edeceksiniz, mallarınız, canlarınız ve sevdiklerinizle sıratı mustakim üzere olacaksınız. Bizler alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. Yeryüzünden hesaba çekileceğiz. Sadece Müslümanlardan ya da insanlardan değil. Yüzünüzü Allah’a dönecek, O’nun rızasına talip olacaksanız. Eğer böyle yapıyorsanız ne gam!. Müjdeler olsun o zaman size.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

on5yirmi5