AKİF EMRE-YENİŞAFAK
“Oyun nasıl bozulur?”
Belli ki şiddet ve terörün tırmanışı bir müddet daha artacak. Bunun sonucunda kimsenin tek başına mutlak kazanamayacağı bir sürece evrileceğini görmemek imkansız. Hatta söylem üstünlüğünü de ele geçiren silahların gölgesi seçim sonuçlarını da kesin biçimde etkileyecek.
Kan akmaya, şiddet tırmanmaya, cinayetler artmaya devam ettikçe pratik olarak iki sonuç ortaya çıkacak. Bu ülkeyle her türlü düşünsel, duygusal bağını koparan bir halk… Şu veya be nedenle şiddetin tırmanması özellikle genç nesillerin sadece zihnen değil bedenen ve fiilen de bu ülkeden koparılmasını getirecek. Bu kopuş önemli ölçüde gerçekleşmiş görünüyor zaten. Hatta aklıselim sahibi, muhafazakâr geniş Kürt kitlesi de hızla kopuşa doğru sürüklenebilir.
Bu zihinsel ve fiziki kopuş sadece Kürtlerle sınırlı değil elbette. Ülkenin büyük kesimlerinde, Türk, Laz, Çerkez… kim ne olursa olsun bir ve kardeş olmakla övündüğümüz bağların kopmasını getirecek. Ülkenin belli kesimlerinde milliyetçi duyguların yükselişiyle de sadece duygu sınırında kalmayıp fiili bir çatışmayı körükleyecek bir kopuşu, ötekileştirmeyi, düşmanlaştırmayı beraberinde getirebilir.
Silahlı şiddet devam ettiği sürece mütedeyyin, muhafazakâr Kürtlerin inancına, değerlerine zıt silahlı örgütün gölgesine itilmesi mukadderdir. Her çatışma sonrası vatandaşın kendini saldırı altında hissedeceği bir ortam kendiliğinden oluşturuluyor. Kan döküldükçe bunun Kürtlere ve Kürtlüğe karşı topyekûn bir imha hareketi olarak algılanması için belli çevreler özel çaba harcıyor.
Devlet refleksi ile bu sorunun aşılamayacağı ortada. Zaten sorunun bu hale gelmesi, istismara müsait ortamın oluşması, var olduğu sanılan devlet aklının yanlış işlediği yahut olmadığı anlamına gelir. Ki devlet aklı olarak kutsanan muamma bizzat sorunu üretmekle meşgul oldu doksan yıldır.
Gelinen noktada, bu toprakların insanına, tarihine, kültürüne kurulan şiddet sarmalı tuzağını bozmanın yolu yine bu halkın bilgeliğinde yatmaktadır. Devletin bu bilgelikle, derin sezgiyle barışmadan ne tarihi provoke eden şiddet sona erer ne kopuş önlenebilir.
Elbette hiç kimsenin elinde hazır ve kesin çözüm içeren formüller yok. Sorun sadece iç dinamikler ve içeride yapılan hatalardan ibaret değil ne yazık ki.
Yine de zaafları stratejik hataya dönüştüren projelerin geçersiz kalması için beklenilenden farklı ama yapılması zaten zorunlu olan adımları atmak gerekiyor.
Gerek 90’lardan sonra parça parça atılan küçük adımlar gerek çözüm sürecinde gelinen nokta, ilan edilemese de, farklı bir algıyı güçlendirdi. Özellikle seküler Kürt ulusçusu çevreler nezdinde “hakların tanınması” anlamında atılan her adım, silahla, yani zorla koparılmış parça parça tavizler olarak açıklandı. Ancak bu koparılan tavizler, bu topraklara en yabancı ideolojinin silahlı mücadelesinin bir sonucu olarak zorla elde edilmiş tavizler olarak bilinçaltına yerleştirilmeye çalışıldı. Bu algının yaygınlaşması, bu ideolojiye, seküler ulusçulara mesafeli geniş kitlelerin sözcülüsü konumuna yerleşmek için altın fırsat tanıdı. Bundan sonra iyi niyetle atılacak her adım bile silahlarla, yani terör gücü adına elde edilmiş tavizler olarak yorumlanacaktı.
Bu algı biçimine paralel olarak ortaya çıkan ikinci durum, daha derin ve sinsi bir zihinsel şiddeti içeriyor. O da etnik temelli seküler Kürtlerin Müslüman Kürt halkı adına konuşma, onları temsil etme konumunu ele geçirmeleri sonucudur. Sadece PKK merkezli yapının Kürtler adına muhatap alındığı, Kürtlerin meşru taleplerinin de bunların söylemi üzerinden işlem gördüğü bir ortamda zaten zihinsel kopuşun gerçekleştiği söylenebilir.
Bu durumu hala tersine çevirmek için zaman ve fırsat olup olmadığı sorulabilir. İşte bu noktada, hem de şiddetin iyice tırmandığı noktada, resmi ya da gayri resmi temasların da tümden koptuğu kritik zamanlarda, devletin atmakta tereddüt ettiği, sorumlusu olduğu sorunların kaynağına inerek uygulamaya gecmesi ile oyun tersine çevrilebilir. İnsani, İslami anlamda zaten hak olan her ne varsa bunların çözümü için radikal adımlar atarak inisiyatif alınması…
Bunun şöyle bir sonucu olacaktır. Geç de olsa Ankara üzerine düşeni yapmış olacak. Atılan adımlar, reformlar bir pazarlık ile, hele silah zoru ile yapıldı imasını altüst edecektir. Böylece Kürtler adına Kürtlerin geleceğini, tarihsel, kültürel, dini değerlerini rehin almadan, hak olduğu için verecek.
Bu durumda etnik temelli Kürt hareketinin hem siyaseal hem de toplumsal anlamda Kürt halkı adına tek başına temsil ve konuşma zemini ortadan kalkmış olur..
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Türkeş depremi ve Ak Partili bakanların seçimi”
Gözler Deniz Baykal’a çevrilmişti ama sürpriz Tuğrul Türkeş’ten geldi.
Tuğrul Türkeş, Devlet Bahçeli’nin çizgisini değil, babası Alparslan Türkeş’in yolunu takip etti.
Alparslan Türkeş, siyasi kriz anlarında uzlaşmacı kişiliğiyle ön plana çıkardı. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Cumhurbaşkanı Demirel ile aralarında çıkan sorunlarda Alparslan Türkeş devreye girer, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında mekik diplomasisi yürütürdü.
Türkeş sert bir askerdi. Ama MC hükümetlerinin kuruluşundan bu yana siyasette hep uzlaşmacı kimliği ile ön plana çıkmıştı. Bahçeli ne kadar kriz çıkaran bir liderse, Türkeş o denli kriz çözücüydü.
MHP genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran’dan bu yana tüm uzlaşmalara kapılarını kapatması, koalisyon önerilerini keskin bir dille reddetmesi MHP tabanında da rahatsızlığa yol açmıştı. PKK ile mücadelenin sürdüğü bir sırada biz AK Parti ile ortak hükümette neden yer almıyoruz soruları sorulmaya başlamıştı. Milliyetçi camiada MHP iktidar olmak istemiyor mu sorusu dillendirilmeye başlamıştı.
Bahçeli’nin uzlaşmaz tavrı nedeniyle MHP’nin oylarında bir gerileme söz konusuydu. Şehit cenazeleri gelene dek…
Tuğrul Türkeş MHP’de sıradan bir isim değil. MHP’nin kurucu lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’in oğlu. MHP açısından simge bir isim olmasına rağmen hükümette yer alacağını açıkladığı andan itibaren MHP’den ihraç süreci başlatıldı. MHP Genel Başkan yardımcısı Semih Yalçın, ”Tuğrul Türkeş istifasını genel merkeze göndersin yoksa kendisini ihraç edeceğiz” dedi. MHP’den sadece bir milletvekili ihraç edilmez Tuğrul Türkeş’le birlikte Başbuğ Alparslan Türkeş’in misyonu da ihraç edilmiş olur. MHP bu kafa ile bu yanlışı yapacak ve Türkeş misyonunu partiden ihraç edecek.
Eğer Bahçeli’nin bu keskin tavrı olmasa bugün MHP’li bir Meclis Başkanımız ve AK Parti-MHP koalisyonu ile yönetilen bir Türkiye olabilirdi. Meral Akşener’in ismi dillendirildiği için bırakın Meclis Başkanlığı’na aday göstermeyi daha önce yaptığı Meclis Başkanvekilliği’ne aday göstermedi. MHP’den Meclis Başkanı çıkmasına, MHP’nin hükümet ortağı olmasına, MHP’li bakanların olmasını engelleyen bir MHP Genel Başkanı olur mu? Sistematik olarak hayır diyen sistematik olarak MHP’lilerin rol üstlenmesine engel olan bir Bahçeli. Bu ne kadar sürdürülebilir. Keskin sirke küpüne zarar misali sonunda MHP testisi de çatladı. MHP’de milletvekilleri üzerinde öylesine bir ağır psikolojik baskı oluşturuldu ki, Ahmet Kenan Tanrıkulu gibi devlet adamlığı kumaşı sağlam bir isim dahi, bakanlık teklifini reddetmekle yetinmedi, Genel Başkan Yardımcılığı görevinden istifa etme durumunda kaldı.
Bugün HDP’nin seçim hükümetinde yer almasının müsebbibi Devlet Bahçeli değil mi? “Mister no Bahçeli” tüm çözüm yollarını tıkadı, Türkiye’yi seçim hükümetine ve HDP’nin kabinede yer aldığı bir modele mecbur bıraktı.
CHP ve MHP seçim hükümetine girmeyi reddetmese, iki Başbakan yardımcılığı bu partilere verilecekti. Deniz Baykal ve Tuğrul Türkeş Başbakan yardımcısı olarak kabinede yer alacaktı. Bu durumda Tuğrul Türkeş’e Başbakan Yardımcılığı gözüküyor.
Tuğrul Türkeş bu kararıyla siyasetin kimyasını değiştirdi. Denklemleri alt üst etti. Alparslan Türkeş’in oğlunun “Başbakan Yardımcısı” olarak HDP’lilerle ortak kabinede yer aldığı bir hükümeti kimse şu andan itibaren AK Parti-HDP koalisyonu olarak gösteremez. Tüm seçim stratejisini bunun üzerine kuran Bahçeli, biraz zorlanacak gibi gözüküyor.
Başbakan Davutoğlu’nun seçim hükümeti hamlesine gelince. Davutoğlu, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu ile yapamadığını geçici hükümetle yapmaya çalıştı.
AK Parti, MHP ya da CHP ile koalisyon kursa kabinede yer alması beklenen isimlere bakanlık önerdi.
Hepsi partisinde özgül ağırlığı olan isimler. CHP’de İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan Toker, DSP ve CHP’de önemli görevler üstlenmiş Erdoğan Toprak, DYP ve ANAP gibi merkez sağ partilerde yer almış, ekonomist İlhan Kesici ve CHP’nin bir önceki Genel Başkanı Deniz Baykal. 28 Şubat’ın sembol isimlerinden, yiğit-demokrat ve yürekli bir kadın olan merkez sağ siyasetin sembol isimlerinden Meral Akşener’in, Başbuğ Türkeş misyonunun temsilcisi Tuğrul Türkeş’in, devlet adamı Ahmet Kenan Tanrıkulu’nun yer aldığı bir hükümet Türkiye açısından başlı başına bir “Barış misyonu” olurdu.
Bakanlık önerilen HDP’li isimlere gelince. Gezi’den bu yana Türkiye’de fay hatları derinleşiyor. İç barışımız her şeyden değerli bir hale geldi. Bir süredir yabancı misyon şefleri, Türkiye’nin iç savaş eşiğine yaklaşan bir ülke olduğu tezini işlemeye başladı. Böylesine kritik bir eşikte Alevi iki bakanın kabinede yer alması iç barışımız açısından yerinde bir tercih. Müslüm Doğan ve Ali Haydar Konca’nın hangi bakanlıklara getirilmesinden ziyade, iç barışımız açısından taşıdıkları misyon önemli.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AKİF EMRE-YENİŞAFAK
“Türkiye böylesini hiç görmedi…”
Seçim tarihi kesinleşti. Beş benzemezlerin yeniden omuz omuza mücadele etme zamanları geldi çattı.
Dolayısıyla artık makyaj zamanı geldi.
Duran Kalkan silah bırakma çağrısı yapan HDP Eşbaşkanı Demirtaş’a çatarak “Siz neyi başardınız da bizden silah bırakmamızı istiyorsunuz” deyiverdi. (Bu yüzde 13’lük başarının HDP’ye değil, başka yerlere borçlu olunduğunun itirafı.)
Bu açıklamayı olduğu gibi alıp kabullenenler bildik analizler yaptılar. HDP’nin PKK karşısındaki çaresizliğinden dem vurdular. Oysa Duran Kalkan HDP’ye çatarak onu korumaya alıyordu. Hani baba daha çok dövmesin diye anne erken davranıp birkaç yalandan şaplak atar ya çocuğa, öyle…
7 Haziran seçimlerinden önce, darbe mekaniğinin koçbaşı olan HDP’nin, bu sorunlu tercihi nedeniyle, Meclis’e giremezse değil, girerse sürecin sona ereceğini ve çatışmaların başlayacağını ifade etmiştim.
Dediğimiz çıktı.
Oysa ben HDP’nin darbe değil, barış mekaniği içinde yer almasını arzuladığımı, bunun çok kritik/tarihi bir rol olduğunu, Yeni Türkiye’nin doğal ittifakının muhafazakarlar ile Kürtler arasında olduğunu sayısız kez dile getirdim. Müesses nizamdan en çok çekmiş grupların en kalabalığı olan bu iki kesimin siyaseti domine etme gücü vardı. Çözüm Süreci de, tıpkı binli yıllarda Anadolu’ya giren Türkler ile Kürtlerin ve hatta Ermeni prenslerin ittifakı gibi, yeni bir dönemi açacak akitleşmeyi ima ediyordu.
Nevruz mektubu Kürtlere dönük bu ittifakın manifestosuydu. Doğrusu, ahlaki ve rasyonel olanı da buydu. Kavmiyetçiliği, ırksal asabiliği bir kenara bırakmak, eşit vatandaşlık ve demokratik Türkiye’yi birlikte kurmak, anaların ağlamasına dur diyebilmek esas olandı.
Ama olmadı.
Eklektik bir stratejiyle, barış söylemi, ekoloji, kadın konusu gibi bir çok değerli mesele suistimal edildi ve Batı’da makyajlama için kullanıldı. Doğu’da ise çatışmasızlık süreci sonuç alacak bir ayaklanma için suistimal edildi. Muhafazakar Kürtlere kan akan musluklar gösterildi. HDP’li ama Çözüm Süreci’nden memnun olan Kürtlere de DAEŞ üzerinden milliyetçilik zerk edildi. 30 Eylül 2013 Demokratikleşme Paketi’nde yer alan barajı sıfırlama veya yüzde beşe indirme tekliflerine hayır denirken, seçime parti olarak girilerek strateji tahkim edildi.
Nitekim, 7 Haziran gecesi itibarıyla HDP 80 vekille tarihinde olmayan bir başarı elde etti. Bunun doğal sonucu olarak, HDP’nin siyaseti etkileme, Türkiyeleşme konusunda önünde hiçbir engel kalmadı. Lakin 11 Temmuz’da Bese Hozat’tan Devrimci Halk Savaşı’nın başladığı ilan edilirken, HDP Eşbaşkanları Suruç saldırısı günü nefes almadan 6-8 Ekim benzeri ayaklanma çağrısı yaptı, saldırıyı da Cumhurbaşkanı ve hükümete yükleyerek gerginliği kademe kademe PKK’ya paralel olarak yükseltti.
Sürekli yalan konuşuyor, hiçbir ilke tanımıyorlar. Silaha başvurmak için hiçbir neden olmadığı anda, polisleri yatağında, binbaşıları ailesinin yanında vurarak, ülkeyi adeta sürece bir daha geri dönemeyecek duruma getirmeye çalıştılar. Çatışmaların başlaması, 11 Temmuz’da PKK açıklaması ve 22 Temmuz’da ilk cinayetlerin işlenmesiyle oldu.
Ve şimdi, çatışmaları Cumhurbaşkanı ve hükümetin seçim sonuçları nedeniyle başlattığını söyleyebilecek kadar ahlaktan yoksun bir savrulma içindeler.
Bu şımarıklığın nedeni terör medyasının örgüte ve HDP’ye verdiği açık çektir. HDP ve PKK’nın Öcalan’ın bahsettiği darbe mekaniği tarafına geçmeleriyle, bu koruma kendilerine servis edildi. Bugün bile, PKK ve HDP darbe koalisyonundan ayrılsa, mesela çekilmeyi başlattığını duyursa, terör medyası saniyede onlara saldırmaya başlar. Bu kesin.
1 Kasım’da seçim olacağı kesinleştiği anda, verilen şehitler ile karizması çizilen HDP’nin makyajlanması kampanyası başladı. Türkiye’nin ABD ile vardığı anlaşma sonrasında korumasız kaldığını fark eden HDP Brüksel gladyosuna koştu. Terör medyası da PKK’nın soluk alabilmesi için “İki taraf da silah bıraksın” türü bir dezenformasyona başladı. Öyle ki sanki devlet durduğu yerde operasyonlara başlamış.
Meclis’teki muhalefet partileri de boş durmadı. Yapılan operasyonları şaibeli hale getirmek ve engel olabilmek için CHP bir araştırma komisyonu teklifi verdi. Zaten bu konuda iki komisyon varken, bu komisyonlara üye verilmemişken, PKK sıkıştığı anda harekete geçildi.
Gerçekten çok ilginç ve ibretlik günlerden geçiyoruz. Siyaseti HDP, alanı da PKK ile paralize etmek üzere güçbirliği yapılmış halde. Ne CHP, ne de MHP kendi siyasi kodlarına göre hareket ediyor. Başarılı olunursa ülke ne hale gelir umurlarında bile değil. Cumhurbaşkanı ve AK Parti’yi hal etmek için her şeyi göze almış durumdalar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERCAN TUTAR-YENİŞAFAK
“İsrail ve Tahran’ın ortak kabusu: Başkan Erdoğan”
Emperyal üst akıl, kurşun askerleri olan Paralel Yapı, PKK ve İran ile Türkiye’ye karşı 2011’de başlattığı savaşı kaybetti.
Çok çabuk havlu attılar.
Bu ülkeye yönelik zakkum aşısı tutmadı.
Doğrusunu söylemek gerekirse üst akıl, Sovyet Rusya’ya karşı 1980’lerden sonra palazlandırdığı bu trionun performansından pek umutlu da değildi.
Çünkü Çin’in ekonomide küresel liderliği devraldığı ve Cibuti’de ilk deniz aşırı askeri üssünü kurduğu, Rusya’nın ABD liderliğindeki Atlantik İttifakı’nı Avrasya’da boğduğu ve Avrupa’nın ekonomik darboğaz ve göç dalgasıyla boğuştuğu Amerikan sonrası çok kutuplu dünyada, Soğuk Savaş döneminden kalma bu yapılara zaten ihtiyaç kalmadı.
Ya sağlam bir bahane ile tasfiye edilmeleri ya da yeniden formatlanmaları gerekiyordu.
Ancak Atlantik İttifakı’nın 40 yıldır her tür emperyal projede kullandığı bu aktörlere son bir şans daha verildi.
Bir anlamda ne kadar fonksiyonel olabilecekleri teste tabi tutuldu.
Ama Yeni Türkiye’yi ve ona liderlik eden Erdoğan’ı dize getirmede işlevsiz kaldılar.
Başaramadılar.
***
Şimdi bu üç kurşun askere yeniden format atılıyor.
PKK’yı PYD’ye adapte etme süreci başlatılırken Paralel Yapı ise tamamen ulusal ve liberal kesimleri besleyecek bir arpalığa dönüştürülüyor.
Tahran’ın siyasi formasyonu da “Ruhani lider Ali Hamaney”e nazire yapılırcasına liberal bir “Ruhani Cumhurbaşkanı” ile yeniden güncelleniyor.
Eskiden biri diğerini bir kaşık suda boğacak kadar birbirine düşman olan bu üç aktörün, üst aklın şeytani talimatıyla Erdoğan’a karşı nasıl da aynı cephede birleştiklerini gördük.
Fakat Türkiye’nin direnci bu kirli ittifakı deşifre etti.
Erdoğan’ın asıl zaferi, İran’ın “takiyye doktrini” ile özdeşleştirilen bu teslisi yani “kutsal ikiyüzlülüğü/holy dissimulation” ortaya çıkarmasıdır.
***
Zaten bir ülke ve millet için kültür, tarih veya geleneğin öneminden çok siyasetin yani siyasi liderin ne kadar hayati ve kurucu bir faktör olduğu ancak böylesi zor zamanlarda anlaşılabilir.
Çünkü siyasi kurucu akıldan yoksun hiçbir kültür, tarih, sanat ve gelenek ne kadar zengin olursa olsun folklorik bir öğe olmaktan kurtulamaz.
Aristo’nun deyişiyle siyasetini/özgürlüğünü inşa edemeyen ve kendi kaderini tayin etmede söz sahibi olamayan insanın akıbeti, ne yaparsa yapsın ses çıkaran bir hayvana dönüşmektir.
Fakat havsalası “dünyevi hırslarıyla” sınırlı olanlar, siyasi hakikatimizi çarpıtan emperyal aklın narkotik büyüsüne kapılmaktan kurtulamıyor.
Ama insana asıl acı veren şey, bu hokkabazlığa en çok da AK Parti’nin yıllardır en ön saflarda istihdam ettiği bazı aydın, siyasetçi, medyacı ve bürokratların aldanmasıdır.
Hatta kimilerinin buna bile bile teşne olmasıdır.
Ne yazık ki çoğu hâlâ, söz sahibi bir insan olmak yerine sadece “ses çıkaran bir canlıya” dönüşmeyi tercih ettiklerinin farkında bile değil.
Çünkü, özgürlüğe yaslanan siyasete değil de kültürel, ırki, mezhebi, coğrafi veya sosyo-ekonomik sabitelere dayalı statükocu bir havsalaya sahip olanlar, değişen dünyayı algılayamaz.
İşte Erdoğan düşmanlığıyla zihinleri zehirlenen çevreler, tarihsel potansiyelimiz yerine dışardan enjekte edilen senaryoların bozuk merceğinden ülkelerine baktığından Anadolu’nun 800 yıldır İslam dünyasına yön veren mayasındaki siyasi direnci ve tasavvuru bir türlü akledemiyor.
Her gelişmeyi kavramlar yerine olayların gözlüğüyle inceleyenlerin, müsamere kültürünün parmaklıklarını aşması zaten mucize olurdu.
İşte bu yüzden bütün hesapları boşa çıktı/çıkıyor/çıkacak.
***
O zaman meseleyi hayat tasavvurları, dünyevi çıkarlarıyla sınırlı kesimlerin anlayacağı dilden yani “kavramların değil de hadiselerin penceresinden” anlatalım.
Emperyal aklın sahaya sürdüğü Paralel Yapı, PKK ve Büyük İran Projesi’ne karşı Türkiye’nin devreye soktuğu siyaset, bölgede kartların yeniden karılmasına yol açtı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MUSTAFA ÖZCAN-VAHDET
“Mini Dünya Savaşı“
Suriye’de olan biteni izler iseniz olaylara doğru bir teşhis getirebilirsiniz. Doğru teşhis geleceği de görmenize veya en azından öngörmenize katkı sunabilir ve yardımcı olabilir. Suriye meselesinin boyutlarını çok kişi anlayamadı. İman nuruyla da bakmadıkça anlaşılmaz. Suriye olayları iki şeyi hatıra getiriyor. Bunlardan birisi Emevi Camii’ne mekan olması hasebiyle savaş alanının Hazreti İsa’nın nüzül alanı ve Mehdi’nin faaliyet alanı olmasıdır. İkincisi de Suriye şartlarında ve çapında mini bir dünya savaşının yaşanmasıdır. Bu anlamda Suriye, Rusya ile ABD’nin halef selef olduğu ve zımni bir mutabakata vardığı ikinci bir cephe; yeni bir Afganistan cephesi olmuştur. Türkiye de ensar ülkesi Pakistan haline gelmiştir. Bu Türkiye’nin kaderidir. Bu süreç bizi sonuçta Suriye ve Pakistan ile bileşmeye götürecektir. Suriye’nin yeni bir Afganistan ve Türkiye’nin bir Pakistan olduğu tespitleri büyük ölçüde gerçeği yansıtmaktadır. Suriye’de yaşanan mini bir dünya savaşıdır. Bu tespiti yapanlardan birisi Suriyeli muhalif isimlerden Kemal Lebvani’dir. Orient Radio’da benim de katıldığım bir programda Kemal Lebvani meseleyi enine boyuna değerlendirmiş ve isabetli bir teşhisle Suriye’de mini bir dünya savaşının sahnelendiğine parmak basmıştır. Bu dünya savaşının alevleri Türkiye’yi de sarıyor. Sardıkça Türkiye bundan kaçamayacak ve kendisini meselenin merkezinde bulacaktır. Bu elbette Türkiye’nin seçimi değil lakin Türkiye’nin maruz kaldığı bir durumdur. Izdırari yani zorunlu, çaresiz bir durumdur. Kimileri, ‘ Türkiye bundan kaçınamaz mıydı ?’diye soruyor! İşler o kadar kolay değil. Üzerinizde külli bir irade var. Tabii halk yerine Esad rejimine yardımcı olsaydınız belki! Kaderin ilcaatından kaçmak ancak kuruntu olabilir. Esad’a hulus çekmek de zalime meyletmek olurdu. Ahlaken kaybederdiniz. Kazanma hırsıyla kaybedenler kulübüne dahil olurdunuz.
Türkiye görevlerinden kaçınsa da rotası doğru olmuştur. Türkiye kahramanlığa soyunmuş ama gereğini yapmamıştır. Bedel ödememizin nedeni de budur. Misyonu kapmış ama sorumluluktan kaçınmış ve gereğini yapmamıştır. Bu da meselenin derinleşmesine yol açmıştır. 500 yıl öncesinin simetrisini 100 yıl öncesinin de asimetrisini yaşıyoruz. Tarihin düğümlendiği yıllardayız. Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim 1512 yılında tahta çıktıktan sonra 8 yıl boyunca (1520) at sırtından inmemiş ve en çalkantılı dönemde Osmanlı ülkesini ve alem-i İslamı sahil-i selamete çıkarmıştır. Tahta çıktıktan sonra önce Safevileri tepelemiş ardından da Kölemenlerin hakkından gelmiştir. Şimdi hem IŞİD hem de PKK ile karşı karşıyayız. 1516 yılında Mercidabık zaferini daha sonra Rıdaniye ile taçlandırmıştır. Suriye olaylarının Kobani üzerinden Türkiye’yi içine çekmesi aslında Yavuz’un simetrik dönemiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Yavuz, 8 yıllık döneminde serhatlerde at koşturmuş ve siyasi ömrü cihad ile geçmiştir. Adeta iktidar döneminde Medine’ye hicretten sonra Peygamberimizin 8 yıllık cihad dönemini ihya etmiştir. Peygamberimiz 13 yıllık Mekke’de tebliğ döneminden sonra Medine’ye hicret etmiş ve hicretin ikinci yılında cihad farz kılınmış ve mütemadiyen bu dönem 8 yıl sürmüştür.
AKP’nin 13 yıllık dönemi bitiyor. Ve ileride bizi ve dünyayı bekleyen ateşten 8/10 yıllık bir dönem bekliyor. Bu azgınların, cebbarların hezimeti, gariplerin de zaferi olacaktır. Bu süre Deccal hattıyla Yecüc Mecüc hattı ile vuruşmakla geçecek ve sonunda inayeti ilahi ile hak hattı galip olacaktır. Bu zaman diliminde yeni aktörler ve kahramanlar zuhur edecek ve görevlerini devralacaklardır. Şayet 1915 veya 1916 Yavuz döneminin 500 yıllık bir gölgesi ve simetrisi ise keza 2015, 1915’in de asimetrisidir. Biri zaferler diğeri yenilgiler burcudur. Biri kurulma diğeri çözülme dönemidir. Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’ndeki savaşlar, Rusların 1 Kasım 1914’te saldırıya geçmeleriyle patlak verdi. 14 Kasım 1914 tarihinde Fetva Emini Ali Haydar Efendi, Fatih Camii’nde “Cihad Fetvası”nı halka ilan etti. Böylece savaşa dahil olduk. Mini dünya savaşında da Suriye’de yok yok. İran ve Rus hattıyla birlikte İsrail’in arkasında blok olarak Batı var. Mini dünya savaşını kıvılcımlarını İsrail’den korumak için Suriye’ye hapsetmek istiyorlar. Lakin savaşı ne kadar Suriye’de bloke etmek isteseler de bunun imkanı yok. Esad yandaşı Kürtler nedeniyle alevler, yalızlar Türkiye’nin sınırlarını da yalamaya başladı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET ŞEVKET EYGİ-VAHDET
“Zengin Lisan Olmadan Kurtuluş Olmaz!“
BEYEFENDİ, çok rica ve istirham ediyorum, kuru sıkı atmayınız, işkembeden konuşmayınız.
Kültürlü, medenî bir Türkiyeli Divan edebiyatını bilmeye, Fuzulî Divanı’nı okuyup anlamaya mecbur değildir mealindeki itirazınız boş, kof ve yersizdir.
Bir İngiliz okumuşu, entelektüeli Shakespeare’i okuyup anlamaz mı?
Bir İspanyol Cervantes’i… Bir Alman Goethe ve Schiller’i… Bir Fransız Racine’i, Montesquieu’yü, Rousseau’yu… Bir Rus Dostoyevski’yi… Bir İtalyan şu mel’un Dante’yi… Bir İranlı Hâfız’ı okuyup anlayamazsa aydın, entelektüel, medenî, okumuş olabilir mi? Olamaz olamaz olamaz!..
İşte bir Türkiyeli de klasik edebiyatımızın büyük edib ve şairlerininin Türkçesi’ni okuyamıyorsa, anlayamıyorsa medenî gerçek aydın olamaz.
Dönmeler, Kriptolar, Kemalistler, vesayetçi egemen azınlıklar, alieneler benim bu dediklerimi kabul etmiyormuş… Onların inkarı beni bağlamaz. Bendeniz devamlılık, millî kimlik, millî kültür taraftarı bir Müslümanım.
Bugünkü liselerimizde doğru dürüst edebî yazılı medenî zengin Türkçe okutulmuyor. Bu bir hıyanettir, faciadır, korkunç bir sabotajdır.
Birkaç ay önce edebiyat fakültesinin Türkoloji bölümünün üçüncü sınıfından okuyan temiz bir gençle tanışmıştım. Fuzulî’den bir gazel okur musunuz dedim, dona kaldı, şaşa kaldı!.. Böyle Türkoloji’yi ne yapayım ben?..
Müslüman anne babalar çocuklarına edebî ve yazılı Türkçe dersleri aldırtsınlar.
İslamî cemaatler, tarikatlar, kuruluşlar, kendilerine bağlanmış gençlere yazılı edebî Türkçe öğrettirsinler.
Türkiye’de Türkçe’siz kurtuluş ve yücelme olmaz.
Türkçe yıkılırsa Türkiye de yıkılır.
Hangi Türkçe?.. Üç yüz kelimelik arı duru günlük konuşma ve iletişim Türkçesi değil; edebî yazılı zengin medenî zengin Türkçe.
Edebî Türkçe bilmeden vasıflı güçlü ve üstün Türkiyeli olmak mümkün değildir.
Kurmay subay kadrosu olmayan bir ordu düşünebilir misiniz?
Müslümanlar kurtulmak, hür, izzetli ve haysiyetli bir hayat sürmek, esaret zincirlerini kırmak, Müslüman gibi yaşamak istiyorlarsa Ümmetin kurmay tabakasını yetiştirmek zorundadır.
Cehaletle, gafletle, İslam’ın ve çağın gerisinde kalmakla kurtuluş olmaz.
Tarikat, cemaat ve baron edebiyatıyla, övgüsüyle kurtuluş ve yükselme olmaz.
Türkiye’de düşüncenin, eğitimin, kültürün temel âlet ve vasıtası edebî Türkçe’dir.
Yüksek tabakada engin edebî yazılı Türkçe yok mu, o halde kurtuluştan, hürleşmeden, haysiyetten ümidi kes.
1928’den önce basılmış yayınlanmış romanları, hikaye kitaplarını okuyamayacak derecede koyu ve mürekkep cahillerin kurtuluş masal, maval ve türkülerini dinlemek istemiyorum.
Ey, Paşa’ya muhalif kişi!.. Önce Paşa kadar Türkçe öğren, sonra onu ve ideolojisini yıkmaktan bahs et bana. Paşa Fuzulî Türkçe’sini bilerek yıkmıştı, sen aynı Türkçe ile yükselteceksin.
Bir Yahudisever’e: Latin yazısı Türk yazısıymış… Bu hezeyanı bırak da, sen bana, o çok sevdiğin Siyonistlerin ve İsrail’in, kendi dillerini niçin millî İbranî alfabesiyle yazdıklarının, niçin bizim gibi Frenk yazısıyla yazmadıklarının ikna edici cevabını ver.
Büyük konuşanlar, büyük Türkçe bilmeli, en az yüz bin kelimelik edebî Türkçe’nin ufuklarında dolaşabilmelidir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Sizi kim rehin aldı?”
7 Haziran gecesi katıldığım bir televizyon programında “Bu tablodan bir hükümet çıkmaz” demiştim.
Bunu bilebilmek için allame olmak, siyaset teorilerini yalayıp yutmak gerekmiyor…
Partilerin (birbirlerine karşı) pozisyonu ve miting meydanlarında sarf edilen sözler, bir koalisyon hükümetinin mümkün olamayacağını söylüyordu.
En yakın ve rasyonel ihtimal, AK Parti dışındaki üç partinin taktik koalisyona yönelmesiydi.
Hani, bir “Yüce Divan Hükümeti” lafı dolaşıyordu ortalıkta. Paralelcilerin ve liberallerin biricik rüyasıydı. Üç parti, bağrına taş basacak, taktik bir hükümet kuracaktı. Böylece, Erdoğan’ı “Yüce Divan”a gönderecek süreci başlatmış olacaktı.
Tabii, “bozulan” şeyler de bu vesileyle tamir edilecekti. Yandaş medyaya el konulacaktı. Gürsel Tekin böyle diyordu… HSYK yeniden yapılandırılacaktı. Tutuklu Yargı ve Emniyet mensupları salıverilecekti. Suriye’yle ilişkiler düzeltilecekti. Sisi darbesi tanınacaktı. İsrail’le yeni bir başlangıç yapılacaktı.
Üstelik böyle bir hükümet “sürpriz” olarak da karşılanmayacaktı: Üç parti “Erdoğan karşıtı” tezlerle miting meydanlarına çıkmış ve teveccüh görmüştü. Bir diğer ifadeyle, halkın yüzde 56’sı (Kemal Bey’e göre yüzde 60’ı) bir devri sabık hükümetine onay veriyordu.
Olabilecek (bulunabilecek) en uygun koalisyon formülü buydu.
Fakat olmadı.
Devlet Bahçeli, HDP’nin içeriden ya da dışarıdan destek vereceği hiçbir hükümette yer almayacaklarını, dışarıdan katkı da sunmayacaklarını ilan ederek erken hevesleri kursaklarda bıraktı.
MHP kilit partiydi…
Diğer koalisyon seçeneklerinde (yani AK Parti’li bir koalisyon seçeneğinde de) kilit partiydi. MHP’siz olmuyordu.
Nitekim Bahçeli, 7 Haziran gecesi (henüz seçim sonuçları resmileşmeden), “erken seçimi” dillendirerek, kalan seçenekleri boşa çıkarmıştı. (AK Parti-CHP koalisyonunun uygun bir formül olmadığını/olmayacağını bilebilmek için de allame olmak gerekmiyor… Bu koalisyonun Türkiye’nin önünü açacağını, barış iklimini tesis edeceğini söyleyenler, ya siyaseti bilmiyorlar ya da bizimle dalga geçiyorlar.)
Şunu demeye çalışıyorum:
Ülke yeniden seçime gidiyorsa (ki, muhalif çevreler yeni bir seçimi “büyük felaket” olarak değerlendiriyor), bunun sorumlusu Erdoğan, AK Parti ya da CHP değil, bizatihi Devlet Bahçeli’dir.
İlginçtir, 7 Haziran geçesi “hemen ve derhal seçim” diyen, bütün koalisyon tekliflerini (bu arada Başbakanlık teklifini) elinin tersiyle iterek ülkeyi yeniden seçime mecbur bırakan Bahçeli, bu kaotik tablo kendi eseri değilmiş gibi, seçim kararı alan Erdoğan’a şarlıyor.
CHP’yle ortaklığa hayır…
HDP’nin destek vereceği koalisyon hükümetine hayır…
Kendi Başbakanlığında kurulacak üçlü koalisyona hayır…
İkili koalisyona hayır…
AK Parti’yle ortaklığa hayır…
Azınlık hükümetine hayır…
Çoğunluk hükümetine (Meclis’te grubu bulunan bütün partilerin katılacağı çoğunluk hükümetine) hayır…
Seçim hükümetine hayır…
Neye “evet” o zaman?
Hem ülkeyi yeniden seçime icbar eden bir siyasi tutum takınacaksın, hem seçimden şekvacı olacaksın… Hem dışarıda kalarak rasyonel zemini bulunmayan ve olmayacak hükümet formüllerini özendireceksin, hem rasyonel zemini bulunan ve olabilecek hükümet formüllerinden kaçacaksın…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ORHAN MİROĞLU-STAR
“Şiddet, terör, ‘Bebek’te özerklik’ ve HDP’nin üç bakanı!“
PKK ve HDP liderleri arasında belli belirsiz bir tartışma başlamış gibi görünüyor. HDP eş genel başkanının, koşulsuz ateşkes çağrısına Kandil’den farklı cevaplar geliyor: Kıymetli bir çağrı diyen de var ‘HDP barış için bir şey yapmadı ki’ deyip, ‘böyle bir çağrı onun vazifesi değil’ diyen de.
HDP daha ne yapsın, kendi siyasi ve legal mirasına uygun siyaset yapmaya çalışıyor, yüze yakın belediye yönetiyor, 80 milletvekiline sahip, Öcalan’ın mesajlarını Kandil’e taşıdı, oradan gelen mesajları Türkiye’yle paylaştı ama silahlı mücadelenin gölgesinde siyaset yaptığının da hep farkındaydı.
Peki Kandil HDP’nin fakında mı ona verdiği değeri nasıl ölçeceğiz ya da böyle bir değer var mı?
Listelerin belirlenmesi söz konusu olduğunda PKK, evet HDP’nin farkına varıyor ama HDP’yi rahat bırakmak, onun siyaset yapma koşullarını zorlaştırmamak bakımından HDP’ye hiçbir faydası yok.
Türkiye’de HDP için siyasetin imkanları, alanı genişlesin diye bu kadar çaba gösterilirken, bir yandan da apayrı bir siyasi frekansta şiddet ve terör devam ediyor.
Hiç düşündünüz mü, PKK’nin uyguladığı şiddetin dün ve bugün gerçek muhatabı, mağduru ve zarar göreni belki de HDP’dir.
Bugüne bakalım. Demirtaş’ın ifade ettiği gibi üç bakanlık HDP’ye verilen altı milyonun hakkıdır ve bu hakkı HDP’nin reddetmeyip kullanacak olması da elbette olumludur. Peki bu hakkın kullanılabildiği bir dönemde polise ve askere kurşun sıkmanın akılla izanla izah edilebilir bir yanı var mıdır?
Hangi devlet ve hangi demokratik sistem, kendisine topyekun savaş ilan etmiş bir hareketin siyasi kolunu devletin zirvesine taşır? Bu demokrasinin ve Türkiye’nin gücüdür.
Bir yandan da yaşananlar, tarihin en garip ironisi aslında. HDP’nin kazandığı ve resmiyette yönetir göründüğü belediyeler ve o belediyelerin başkanları, birkaç yüzü geçmeyen gruplarla medyanın karşısına geçiyor ve özerklik ilan ediyorlar. Özerkliği korumak için de dağlarda ve şehirlerde mevzilenen öz savunma güçleri herhalde, araçları yakıyorlar, insanları dağlara kaçırıyorlar ve asker ve polislere tuzak kurup her gün birkaç polis ve askeri şehit ediyorlar. Camilerden ve tören alanlarından Kürtçe ve Türkçe yükselen ağıtlar yeri göğü inletiyor..
Soru şu: Bunca tecrübe ve acıya rağmen PKK bu savaşı nasıl sürdürüyor?
Silahı ve şiddeti meşru kılacak makul bir gerekçe yok. O halde, Uluslararası ittifaklar, dağlardaki bir kaç bin kişinin başvurduğu şiddet ve terör, Türkiye gibi siyasi terör ve şiddeti çoktan geride bırakmış bir ülkede hala nasıl sürdürülebiliyor? Benim bu soruya cevabım şudur: Türk siyasi toplumunu, her nasılsa medyası, sivil toplumu, aydını ve akademisyenleriyle PKK’ya ‘ortak’ ettiler.
Bu ortaklığı siz, teröre ve şiddete tanınan tolerans olarak da okuyabilirsiniz. İddia ediyorum, bu kesimler içinde bu tolerans sona ersin, PKK bu çatışmalı süreci bir gün bile sürdüremez. Ama ortada bir ayda, verilmiş yüze yakın şehit var. Özerklik ilanları var. Özerklik ilan edilen merkezleri, HDP’li belediyeler yönetiyor ama özerkliği ilan eden KCK! Gelin de çıkın işin içinden.
Selahattin Demirtaş, aslında ateşkes çağrısından önce Kandil’e seslense ve ‘Ey Kandil, HDP’li belediyelerime dokunma!’ dese daha iyi olacak.
PKK’ya, Türk siyasi toplumu, aydınları ve medyası içinde tanınan tolerans, şiddeti meşrulaştırma ve bu manada içsel bir ortaklık yaşama hali, tehlikeli boyutlara geldi. HDP’yi de tehdit ediyor. HDP’nin 1. Parti olduğu İstanbul/Bebek sakinleri, çıkıp da Bebek’te biz de özerklik istiyoruz deseler vallaha şaşmam! Artistlerimiz, mankenlerimiz, gezi gençleri herhalde İstanbul’un göbeğinde ilan edilecek özerkliği korumak için de Erdoğan ve AK Parti mevzubahisse sıraya girerler, PKK’ya da gerek kalmaz!
PKK’yı yönetenler bu ilan edilmemiş ama özü itibariyle, inanılmaz bir şekilde toplumun çeşitli kesimlerinin içselleştirdiği ‘siyasi ortaklığın’ farkında. Bu ‘siyasi ortaklık’ ve bu tolerans sona ermeden, PKK, şiddete dayalı teori ve stratejilerini terk etmeyecek.
Kısa kısa birkaç not:
1- Celal Kara, A Haber’de yayınlanan ‘Sivil Düşünce’ ekibinden ve benden davacı olmuş. 20 bin lira tazminat istiyor. Dediğimiz şu: Bir savcı adliyenin önüne çıkıp bildiri okuyamaz! Celal Kara şimdi kimbilir nerede ama biz buradayız. İnsanları dava edebilmek için, bu ülkede kalabilmek ve bir tebligat adresine sahip olmak gerekir. Davacının Türkiye’yi apar topar terk etmesi nedeniyle Adil yargının koşulu yok bu davada ama ironik bir dava olduğu açık. Aklıma her şey gelirdi de Türkiye’den kaçan bir savcının davalısı olacağım hiç gelmezdi.
2- Sayın Tuğrul Türkeş, bence Türk milliyetçiliği adına tarihi bir adım attı. Bu adımdan sonra MHP’de ve Türk milliyetçiliğinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çoktan yaşanması gereken bir kırılma noktası..
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
Okyanus üzerinde uçan bir kelebeğin kanat hareketlerinin kasırganın yönünü değiştirebileceğini varsayan “Karmaşıklık Teorileri”nin, global ekonomi alanında doğrulandığına tanık olmaktayız… Komünist Çin’deki parasal hareketlerin, kapitalist ekonomilerin borsalarını çökertmesi buna bir örnek değil mi?
Başka açıdan bakarsak, dünya gerçekten küçük bir köy gibi… Kimse “Bu benim iç meselem” diyerek siyasal, ekonomik veya sosyal sorunlarını dış dünyanın objektiflerinden kaçıramıyor. Yunanistan’ın ekonomik iflası Berlin’i de sarsıyor. Siyasal İslam’ın terörizme dönüşmesi, Paris-Brüksel seferini yapan hızlı treni de vuruyor…
İç mesele yok artık
Ve hem bölgedeki hem dünyadaki gelişmeler, Türkiye’yi şu ya da bu şekilde mutlaka etkiliyor. “Arap Baharı”nın Suriye’de iç savaşa dönüşmesi ve Irak’taki hem etnik hem de mezhepsel bölünmeler, Türkiye’ye yalnızca canını kurtarmak için gelen milyonlarca sığınmacı ile yansımadı ki. Yıllardır kararlılıkla sürdürülen “Açılım Süreci” de, tırmandırılan PKK terörü ile buzdolabına kaldırıldı.
Kısacası 1 Kasım seçiminin sonuçlarını sade bizler merak içinde bekliyor olmayacağız. Arap dünyası da, İran da, İsrail de, ABD ve Avrupa da bu sonuca çeşitli açılardan kilitlenmiş olacak.
Kavga ve nefret üretimi
Burada şaşırtıcı olan, “Kamuoyu oluşturan odaklar” diye bildiğimiz kesim ve kişilerin, içe ve kendilerine aşırı dönük olmasıdır.
Bazı siyasi partilerin küçük hesaplarla büyük tabloyu görmezden gelmeleri, bazı yorumcuların kişilere dönük saplantıları ile akıl yolundan çıkıp kavga ve nefret üretmeleri, gerçekten şaşırtıcıdır.
Aslında geçmişte de buna benzer durumları yaşamamış bir toplum değiliz. Murat Bardakçı’nın kitaplaştırdığı günlüklerinde, o dönemde yani 1913’te Sadrazam olan Mahmut Şevket Paşa, Bulgarlar Edirne’yi almak üzereyken bile, İstanbul’dakilerin sadece birbirlerinin kuyusunu kazmakla iştigal ettiklerini anlatır…
Siyasi meczupluk mu?
Bu akıl dışı davranışları “Siyasi meczupluk” olarak niteleyerek önemsememek de belki mümkündür. Ama geçmişteki benzer davranışlar bir İmparatorluğu çökertti. Cumhuriyet dönemi, askeri darbelerle geçti… Uzlaşmak ve gerçeklerle uyumlu yaşamak yerine, kendimizden farklı olanları yasaklamayı, ya da tasfiye etmeyi seçmedik mi? Demokrasinin farklılıkların birlikte yaşamasını sağlayan rejim olduğu gerçeğini kabullenmek yerine, demokratik rekabeti ölüm kalım savaşına dönüştürmedik mi?
Daha ötesi var mı yani? 20’nci yüzyılın ikinci yarısında başbakanları, bakanları asıp, öldürmedik mi?
Yani biraz akıl, biraz vicdan biraz da hoşgörü gerekiyor hepimize… Bunlardan nasibi olmayanların terörle, komplolarla, algı operasyonları ile içeriden ve dışarıdan ülkemizin dirliğini ve bütünlüğünü hedef aldıklarını görmüyor muyuz?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EMRE AKÖZ-SABAH
“İlginç bir PKK taktiği”
Siyaset, silahla yapılır mı? Değil mi ki “Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir”… Bal gibi yapılır. PKK’nın 1980’lerden beri yaptığı tam da bu değil mi?
Örgüt yöneticilerinden Duran Kalkan’ın söylediklerini okuduğumda gülsem mi, ağlasam mı şaşırdım.
Kalkan’ın militanlara yaptığı çağrı özetle şöyle: “Kesinlikle, operasyona çıkmayan, gerillaya ve halka saldırmayan, siyasi yönetimle ilgilenmeyen, vatanı korumak adına sınırda, karakolunda duran askerlere dönük saldırı yapmayın. Yapan olursa biz bunu suç sayarız.”
Bu çağrının gündelik hayatta iki karşılığı şu: İlki, “Hücum etmedikleri sürece askerlere saldırmayın” diyor ki bu zaten apaçık. Daha önemli olan ikinci noktanın ise üstü kapalı: Dolaylı olarak, “Askere değil, polise saldırın” demiş oluyor.
Polis doğrudan İçişleri Bakanlığı’na, yani Hükümete bağlı… Ordunun ise operasyonlarda yarı-özerk bir durumu var. İcabında Hükümete “Öyle değil, böyle yapalım” diyebiliyor.
Kalkan aynı zamanda, “Kentlere ağırlık verin” demiş oluyor. Çünkü asker, hava ve kır ağırlıklı… Kentleri ise polis tutuyor.
Washington ile Ankara’nın IŞİD bağlamında teknik düzeyde de anlaştığını geçen gün Dışişleri Bakanı duyurdu.
Asker, önümüzdeki günlerde IŞİD ile çok uğraşacak. Duran Kalkan, “Askerin durumunu güçleştirmeyin ki IŞİD ile rahat mücadele edebilsin” demiş oluyor satır arasında.
PKK’nın bu ve benzeri hedef ayarlamaları (“ona ateş etme, buna ateş et”) sivil siyaset ile ordu arasındaki ahengin bozulmasını amaçlıyor. Bir başka önemli nokta da demecin, ABD stratejisi ile uyumlu olması.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM
“Erken seçim stratejileri belirlenirken“
Erken seçimin ana temasını PKK’ya karşı mücadele ve hükümetin bu konuda izlediği politikanın oluşturacağı anlaşılıyor.
Muhalefetin stratejisi belli: Savaşa karşı Barış Bloku!
AK Parti çözüm diye çırpınırken, yani tam iki yıldır, süreci baltalamak için her yolu deneyen siyasi partilerin ve grupçukların topu, şimdi birdenbire “siyasi çözümcü” oluverdiler. Öcalan silhların miadını doldurduğunu söylediğinde büyük bir panik içinde PKK’nın çıtayı alçak tuttuğunu, aslında daha fazlasını koparabileceğini; Öcalan’ın AK Parti’yle müzakereye başlamasının Kürtlere ihanet olduğunu; zaten Türkiye’ye demokrasi gelmeden Kürt sorununun da çözülmeyeceğini; dolayısıyla Çözüm Süreci denen şeyin beyhude bir çaba olduğunu yazıp çiziyor, Öcalan’a bu minvalde mektuplar yazıyorlardı.
Şimdi ise hükümeti, “beyhude” dedikleri o Çözüm Süreci’ni bozmakla ve tek başına iktidara gelmek için barışçı çözümden vazgeçip silaha sarılmakla suçluyor, terör saldırılarına açıktan destek oluyorlar.
Özetle, “Barışan PKK’” dan nefret ediyorlardı; şimdi “Savaşan PKK’yı çok seviyorlar.
* * *
Muhalefetin stratejisi belli dedik. Peki AK Parti’nin stratejisi ne olmalı?
Elbette ve herşeyden önce, Çözüm Süreci’ni AK Parti’nin bozduğu şeklindeki büyük tezviratı çökertmek; sürecin gerçek hikayesini geniş kitlelere anlatmak ve kendilerine “Barış Bloku” diyenlerin iki yüzlülüğünü teşhir etmek! Yurt içinde ve dışında yürütülen bu algı operasyonuna karşı başarılı bir kampanya yürütmek… Ayrıca, buzdolabındaki sürecin çözülüp yeniden canlandırılmasının hangi koşullarda ve ne yolla mümkün olacağını da halka en açık ve net biçimde anlatmak.
Bu işin olmazsa olmazı, ama yeterli değil…
Benim kanımca, bu defaki seçim kampanyasında Ak Parti hedefine HDP’yi değil, şiddetin ana kaynağı olan PKK’yı oturtmalı; mücadelesini HDP’den çok, doğrudan elinde silah olan terör örgütü üzerinde yoğunlaştırmalı.
HDP elbette kendisinden bekleneni yapmadığı için eleştirilecektir. Ama PKK dururken HDP’yi baş düşman yapmak, hele hele baraj altında bırakmak gibi hedefler koymak, AK Parti’nin tek derdinin Başkanlık Sistemi’ne geçmek olduğu gibi bir kanaat uyandırır ki, bu da özellikle bölgede AK Parti’nin samimiyeti konusunda kuşku uyandırır.
AK Parti HDP’nin ikili karakterini hiçbir zaman unutmamalıdır. Evet, HDP bir yandan terör örgütünün yasal platformdaki uzantısıdır. Ama bir yandan da Kürt sorununun siyasi platformda çözülmesini isteyen milyonlarca Kürtten oy alan bir kitle partisidir. Bu partiyi baraj altı bırakma politikası, ister istemez Kürtlere siyaset yollarının tıkanması çabası olarak görülür ve bu da şiddeti çözüm olarak sunanları güçlendirir.
Kaldı ki, HDP’yi baraj altında bırakma çabalarının bu partiyi büyütmekten ve gerçek gücünün ötesinde “Hormonlu bir HDP” yaratmaktan başka bir işe yaramadığını son seçimlerde gördük.
Dolayısıyla, AK Parti’nin yapacağı en akıllı hareket barajın kaldırılmasına öncülük ederek siyasetin normalleşmesine bir katkı daha yapmak ve böylece barajın seçmen tercihleri üzerindeki deforme edici etkisini de ortadan kaldırmaktır.
Şu gerçeği artık kabul etmek durumundayız ki, bugünün politik ortamında başkanlık sisteminin bugünkünden daha iyi ya da kötü bir sistem olmasının bir önemi kalmamıştır. Bu sistemin objektif bir biçimde tartışılıp değerlendirilmesi de mümkün değildir.
Başkanlık Sistemi artık – ister üzülelim, ister sevinelim – geniş bir kesim tarafından her hangi bir sistem tartışması olarak değil, sistemin otoriterleşmesinin sembolü olarak algılanmakta ve öyle tepki verilmektedir. Hatta bu algının etkilerinin AK Parti seçmenlerine kadar uzandığını, artık muhafazakar tabanda önemli bir kesimin de “AK Parti dışı seçmeni daha çok korkutarak mevcut cepheleşmeyi daha da sertleştireceği” kaygısıyla bir sistem değişikliğinden uzak durulmasını ister hale geldiğini söyleyebiliriz.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız