ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“AK Parti Gençlik Kolları 81 ilde gıyabi cenaze namazı kılacak”
Gerçekten de ilklerin resepsiyonuydu.
Öyle ki Cumhurbaşkanlığı Sarayına girince, görevlilere tebrik için nerede sıraya gireceğimizi sorduğumda, ”Doğrudan bahçeye geçebilirsiniz. Tebrigat kaldırıldı” karşılığını alınca, “İlklerin resepsiyonu” olduğunu anlamıştım.
Resepsiyon saatinde akşam namazının vakti de girmişti. Sarayın muhteşem camisi orada duruyor dediğinizi duyar gibiyim. Yok. Camiye gitmeye gerek kalmadı. Cumhurbaşkanlığı külliyesinde girişin hemen altında kadınlar ve erkekler için yapılmış iki mescit var. Abdest alma yerleri ve mescit özenle düzenlenmiş. Davetliler burada namazlarını eda ettiler.
CHP’den istifa eden İhsan Özkes de resepsiyondaydı. Camiye doğru yönelmişti. İhsan Hocaya mescitin yerini tarif ettik. Namazını kıldı. Tabi bunlar twit atmadan önceydi.
Resepsiyondaki ilklerden biri davetlilerin uzun kuyruklar oluşturduğu “Tebrigat” faslı yoktu. Hesap ettik, eğer Cumhurbaşkanı 1800 davetli ile tek tek tokalaşsaydı, 2.5 saat ayakta durmak zorunda kalacaktı.
Cumhurbaşkanlığı’ndaki bir resepsiyonda ilk kez Kur’an-ı Kerim okundu. Ruhum dinlendi.
Şehitlerimizin arkasından dua edilir, Kur’an-ı Kerim okunur. Cumhurbaşkanı da onu yaptı. 30 Ağustos adı üstünde Zafer Bayramımız. Şehitlerimiz var. Şimdiye kadar Kur’an-ı Kerim okunmaması bir eksiklikti. Allah’a şükür Türkiye’de çok şey aşıldı. Kur’an okuduğu, namaz kıldığı için subayların ordudan atıldığı bir Türkiye’den, 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonunun Kur’an-ı Kerim okunarak açıldığı bir Türkiye’ye gelindi. Erdoğan, çok şeyi dönüştürdü. Sonunda da resepsiyonları da dönüştürdü. Kur’an tilaveti ile başlayan 30 Ağustos resepsiyonunu da yaşadık.
Bir başka ilk daha vardı.
Cumhurbaşkanı, Başkomutan sıfatıyla yurtdışında görev yapan birliklerimizle tek tek bağlantılar kurdu. Kimi telefonla, kimi görüntülü olarak. Akçakale’de sınır karakolunda nöbet tutan asker, arkasında koskoca bir millet, karşısında Cumhurbaşkanı’nın olduğunu gördü. Cumhurbaşkanı, Türk Silahlı Kuvvetlerine moral veren bir jest yaptı.
Geçen resepsiyonda tarih boyu kurulan Türk devletlerini temsil eden askerler bu resepsiyonda da vardı. Ama biraz geri planda tutulmuştu.
Bu tür davetler bizim için aynı zamanda haber kovaladığımız, kulis almaya çalıştığımız yerler oluyor. Mesleki gayretlerimize tanık olan Sanayi Bakanı Fikri Işık, ”Şimdi hasat zamanı” diye takıldı.
TSK’daki görev değişiminden sonra yeni komutanlar en çok aranılan isimlerdi. Ama Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar her defasında, ”Konuşmayacağız” dedi. İlk dalga giden gazeteciler eli boş dönünce, ikinci bir grup daha şansını denedi. Ama askerler, ”Kapı-duvar” olmuştu. Komutanlar çok ketum çıktı. Konuşmadılar. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı görünce gözlerimiz parladı. MİT Müsteşarı da elimizi boş çevirdi.
Güvenlik bürokrasisinden umduğumuzu bulamadık ama siyasiler sorularımızı cevapladı. Resepsiyonda ilgi odağı olan isimlerden biri: Tuğrul Türkeş’ti. Hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı Tuğrul Beye özel ilgi gösterdiler. Tuğrul Beyle konuştuk. En çok, “AK Parti’ye geçecek misiniz?” sorusuna kızmıştı. ”AK Parti ile koalisyon yapmadım.Ben MHP’liyim” dedi. Edindiğim izlenim Tuğrul Türkeş’in MHP’de mücadeleye soyunacağı yönünde oldu. Babasının partisini kolay kolay terk edeceğe benzemiyor. Türkeş’in vefatından sonra Tuğrul Bey’in MHP’nin başına geçmesine “Banko” gözüyle bakılıyordu. Ama olmadı. Tuğrul Türkeş’in, Bahçeli için kolay bir lokma olmayacağı belli. En azından MHP, seçimlere iç çekişmelerin gölgesinde girecek.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
NAZİF GÜRDOĞAN-YENİŞAFAK
“Bir elde Mesnevi bir elde Mukaddime”
Aydınlanma döneminden bu yana, dünyanın her ülkesinde, kutsal kültürle, seküler kültür arasındaki ilişkiler sorgulanıyor.Aydınlanma rüzgarlarının yol açtığı dalgalanmalar karşısında, bütün dünyada kutsal kültür, seküler kültüre bütünüyle teslim oldu. Türkiye’nin tek parti yönetimi yıllarında olduğu gibi, bütün ülkelerde kutsal kültürün değerleri, ekonomik, siyasal ve kültürel yapıdan, bir bir sökülüp atıldı. Sosyal bilimlerde normatif değerler unutuldu, pozitif değerler kutsandı.
*
Bilginin hiyerarşisinde ilk sırada yer alan kutsal değerlerin, daha sonra gelen seküler değerleri yönlendirmesi ve sınırlandırması gerekirken, aydınlanma dönemiyle, yönlendirme ve sınırlandırma süreci altüst oldu. Bütün bilimlerin normatif alanları, pozitif alanların işgaline uğradı. Her alanda ekonomik ilkeler, etik ilkelerin önüne geçti. Bütün kurum ve kuruluşlar, iktidar alanlarını genişletmek, daha çok kazanmak, daha çok tüketmek için, kutsal değerlere savaş açmayı, onları yok saymayı, en doğal hak olarak gördü.
*
Aydınlanma döneminin mimarları, seküler kültürün saldırıları karşısnda, kutsal kültürün hayat kaynaklarının, tamamen kuruyacağı öngörüsünde bulundu. Bu bağlamda, dünyanın her yanında kutsal değerlerin, uygulanabilir olmadıkları ileri sürülerek, seküler değerler kutsallaştırılmaya çalışıldı. Yirminci yüzyılın sonunda, dünya kutsal değerleri öldüren dönemin sona erdiğini, yeniden kutsal değerlere dönülen bir dönemin başladığını gördü. Aydınlanma döneminin seküler kültürü öldü. Kutsal kültüre dönüş hız kazandı.
*
İnsan aklının dışında bir kaynak tanımayan seküler değerler, zaman içinde geçerliliklerini yitirir ve ölür. İnsan aklının üstünde, ancak dışında olmayan kutsal değerler, zaman içinde geçerliliklerini hiç yitirmedikleri gibi, hiçbir zaman da ölmezler. Kutsal kültürün güneşi batmaz, ışığı sönmez.Yeniden kutsal kültüre dönen dünyanın mimarları, bir elindeMukaddime, bir elinde Mesnevi olan aydınlar olacaktır. Ana akımını kitaplı dinlerin oluşturduğu kutsal kültür, hem fizik hem de metafizik, iki dünyayı birden kucaklayan, iki dünya kültürüdür.
*
Batı’da Max Weber, Daniel Bell, Peter Berger gibi sosyal bilimciler, Aydınlanma dönemiyle başlayan sekülerleşme sürecinin mezar kazıcıları oldular. Dünyada onları izleyen aydınlar, sonuMesnevi ve İbn Haldun’a çıkan yolu, büyük ölçüde genişletti. Mesnevi ve Mukaddime, kutsal kültürle seküler kültürü altın oranda harmanlar ve bütünleştirir. Nasıl insan akıl ve gönül dünyasıyla bir bütünse, kültür de görünen ve görünmeyen dünyasıyla, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
*
Kutsal kültürle seküler kültür arasına, aydınlanma döneminde inşa edilen duvarlar yıkılırsa, iki alanın yasalarının birbirlerini dışlamadıkları gibi, birbirleriyle çatışmadıkları da görülecektir.Bütüncü bir gözle bakıldığında, Mesnevi ile Mukaddime arasında eşsiz bir uyum, eşsiz bir denge, eşsiz bir düzen olduğu açıkca gözlenecektir.
*
Bilginin kaynağındaki hiyerarşiye özen gösterilirse, seküler alanın bilgisi, kutsal alanda bilgeliğe dönüşür. Aydınlatıcı ve bütünleştirici olan, seküler alanın bilgisinden önce, kutsal alanın bilgeliğidir.
Kutsal kültür ölümlü dünya, ölümsüz dünyanın sırlarını taşıyan, bilgelik kaynağıdır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Daha ne kadar alçalacaksınız?”
Hatırlarsanız, bir büyük kampanyayla yeniden sahalara dönüş hazırlıkları yapmışlardı. Bir de video çekip medya mecralarına servis etmişlerdi.
Hayatı durduracaklardı.
Kampanyanın ismi de, “Berkin için hayatı durdur” idi.
Gezi’de hevesi kursağında kalan arkadaşlar, Berkin Elvan üzerinden yeni bir Gezi tertibiyle sahalara dönecek, devrim yapacak, diktatör Erdoğan’a Çavuşesku’nun akıbetini yaşatacaklardı.
Duruma savcılık el koydu…
Daha doğrusu, “Berkin için hayatı durdur” videosunda rol alan sanatçılar hakkında soruşturma açtı.
Hayatı durdur çağrısı yapan sanatçılar zaten “hayatın durdurulacağı gün” olay yerine intikal etmemişlerdi; bir kısmı film çekimini bahane etmişti, bir kısmı önceden verilmiş söz uyarınca nümayiş alanında bulunmadığını söylemişti, bir kısmı da çocuğunun okulunu bahane etmişti.
Hayatı durdurmaya başkaları gidecekti.
Başka çocuklar ölecekti.
Başkalarının evine ateş düşecekti.
Nümayiş alanından kaytararak tıynetlerini ele veren sanatçılar, savcı duruma el koyduktan sonra da “tıynet değiştirme” cihetine gittiler ve “Bilmiyorduk, böyle olacağını hesap edememiştik, çocukların ölmemesi için yaptığımız çağrının terör örgütlerine alan açacağını düşünememiştik” türünden ifadelerle, sorumluluğu başkalarına yıktılar. Bu kadar da “cesur” adamlar…
Berkin adlı kullanışlı ölü üzerinden neler yapılmadı ki…
Binlerce haber…
Binlerce köşe yazısı…
On binlerce, belki yüz binlerce sosyal medya mesajı.
Bir ton yürüyüş, bir ton nümayiş, bir ton gösteri, etkinlik, bienal, sergi…
Bir de savcı öldürdüler… Doğan Medya Grubu’nun “terörist” diyemediği “hak arama eylemindeki masum çocuklar” (ifade sol entelijansiyaya aittir) güpegündüz Çağlayan Adliyesi’ni basarak, Berkin’in intikamı için, Berkin soruşturmasında hayli yol almış bulunan savcı Mehmet Selim Kiraz’ı katlettiler.
Berkin bir çocuktu elbette.
Dolayısıyla, bir “sembol”dü
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET TAŞGETİREN-STAR
“Ya Ak Parti de Hükümete katılmasaydı….”
Bir hafta izin yaptım. Dinlendim ve dinledim. Nabız tuttum. Hükümetin kuruluşunu dışarıdan izledim.
Farkında mısınız bilmiyorum, şu zorunlu seçim hükümetinde bile hiç kimse, Ak Partisiz bir hükümeti aklına getirmedi.
45 gün içinde hükümet kurulamadığı için seçime gitmek anayasal bir zorunluluk haline gelmişti ve ülkeyi seçime götürecek bir hükümet kurulacaktı. Bu hükümetin nerede ise kendine özgü bir siyasal tavrı olması gerekmiyordu. Meclis’ten güven oyu almayacak, Meclis’e bir program sunmayacaktı. Bir görev hükümeti idi ve normalde herhangi bir partiye özel bir sorumluluk da yüklemiyor, sadece sağlıklı bir seçim gerçekleştirmesi bekleniyordu.
CHP katılmadı hükümete, MHP de katılmadı.
Eğer hükümete katılmamak her parti için bir hak idiyse bu hakkı pekala Ak Parti de kullanabilirdi.
Herkes kendi içine sorsun, Ak Parti’nin böyle bir hakkı kullanabileceği ihtimali herhangi birimizin aklına geldi mi?
Tabii ki gelmedi.
Neden gelmedi?
Çünkü “Ak Parti’nin böyle bir sorumsuzluk yapmayacağı, ülkeyi hükümetsiz bırakmayacağı”ndan emin idik.
Peki Ak Parti için sorumsuzluk olarak niteleyeceğimiz “Hükümet kuruluşuna katılmama” tavrı, neden mesela CHP ve MHP için sorumsuzluk olarak görülmeyecek?
Sadece bu psikolojiyi tahlil etmek bile, aslında “Türkiye’yi yönetme sorumluluğu”nun en çok Ak Parti’ye layık görüldüğünün bir işareti olduğu sonucuna varmak için yeterlidir.
Ak Parti’yi iktidarda HDP ile yan yana gösterme hesabı…
MHP en çok bunu tasarladı, CHP de MHP’nin kendisini suçlamasından korktuğu için MHP’yi takip etmeyi siyaset sandı.
Bana göre böylece, her iki parti de adeta “Biz Türkiye siyasetinde olmasak da olur” gibi bir tavra imza atmış oldu.
Ak Parti’nin HDP ile bir koalisyon yapmak istemediğini, 7 Haziran’dan sonra iki partinin milletvekili sayısı güvenoyuna yetiyor olmak hasebiyle böyle bir imkan olduğu halde bunu tercih etmediğini cümle alem biliyor.
Ama siz, dört partinin katılımıyla kurulması anayasal zorunluluk olan bir hükümette Ak Parti ile HDP yan yana geldi diye, bunu vatandaşa götüreceksiniz ve bu “siyasi istismarın daniskası” sayılmayacak, bu, seçmenin aklına hakarettir. Seçmenin aklını böylesine küçümsemek ise bu siyaseti kurgulayanların siyasi basiret derecesini gösteren tipik bir ölçüdür.
Seçmen bu hükümete katılmadıkları için CHP ve MHP’ye fatura keser mi, bunu bilmem. Kesmeyebilir, çünkü onların hükümete katılmaması, böyle bir ihtimal hiç akla gelmediği için çok normal görülebilir.
Ama Ak Parti bu hükümetin kuruluşunda sorumluluk üstlenmeseydi herhalde önüne bir fatura gelirdi. Çünkü vatandaş, seçimlerde yüzde 41 oy vererek tek başına hükümet kurma imkanı sunmadığı halde, hükümeti kurmanın hala Ak Parti’nin sorumluluğunda olduğunu düşünüyor.
Bu ilginç bir vatandaş psikolojisi.
Ak Parti belki de bu psikolojiyi okuduğu için yeni bir seçimi istedi.
Vatandaş uyarısını yaptı, Ak Parti oy kaybıyla bu uyarıyı bedeninde hissetti, -biliyorum, bütün Ak Parti zeminlerinde bu uyarı konuşuluyor- ve şimdi, sanki hiç seçim olmamış da Ak Parti iktidarı devam ediyormuş gibi, Türkiye seçime gidiyor.
Ben bu hükümette HDP’li iki bakanın bulunmasının MHP’nin beklediği gibi Ak Parti’ye bir nakise oluşturacağını düşünmüyorum.
Aslında HDP’nin ısrarla bu hükümette yer almak istemesinin sebebini de doğru tahlil etmek gerekiyor. Bana göre HDP gerçekten bocalıyor. Azıcık siyasi basiret, son PKK – KCK – YDG-H eylemlerinin bir intihar girişimi olduğunu, üstelik bunun HDP’yi de ayaklarından aşağıya çekme anlamına geldiğini görür. Onun için Demirtaş, ne diyeceğini şaşırmış bir aktör durumunda. Bunun sonu çıkmaz. Bunun sonu daha çok “Kürt çocuğu”nun ölüme sürülmesidir. Daha çok Türk – Kürt annenin ağlamasıdır. Çözüm sürecinin hemen öncesindeki dağlarda binlerce Kürt çocuğunun ateşin içine atılmasının tekrarından başka bir şey mi şu kalkışma?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Sağcı-solcu kamplaşması ile siyaset etmek ne kolaymış”
Amerika ile Sovyetler asında Soğuk Savaş varken ve insanlar kendilerini “Sağcı- solcu” ya da rejimler kendilerini “Kapitalist- sosyalist” diye konumlandırırken meğer hayat ne kolaymış… Doktriner ideolojilerin müzeye kaldırılması ile her şey amma da karmaşıklaştı…
Kavga etmek isteyenler ve bu kavgalarını ille de bir kampa yerleştirmek isteyenler, etnik, mezhepsel ve benzer farklılıklar üzerinden kavgalarına zemin aramaya başladılar. Dünün solcuları bugün, dünün sağcılarına taş çıkartacak faşist söylemlerle meydanlardalar.
Anti-Erdoğanizm
Bir de kişilere dönük öfke ve nefrete dayalı söylemler ve eylemlerle siyaset etmeyi “İlkelilik” olarak görenler yok mu? Örneğin bizde “Anti- Erdoğanizm”in bir yansıması HDP ile MHP’nin siyaset pratiğinde aynı söylem ve eylemde birleşmeleri, buna örnek olamaz mı? “Neo-conlar” ile “Kemalistler”in veya “Gülenciler” ile “Laikçiler”in ittifakları da bu örnekler arasında değil mi? Ya da Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ile MHP’nin Erdoğan’a karşı ortak aday çıkartmalarını unutmak mümkün olabilir mi?
Merkez ve çevre
Modernleşme, bir anlamda zamanın da değişimin de hızlanmasıdır… Bunu da yakın düne kadar “Merkez” ve “Çevre” kavramları kapsamında değerlendirilen siyasi partilerin hızlı bir şekilde konum değiştirmeleri ile gördük… Bu açıdan resmi ideoloji ile çelişen AK Parti ve HDP “Çevre partileri” değiller miydi? Ama şimdi kimin merkezde kimin çevrede olduğu belirsiz.
Saflar karıştı
7 Haziran seçim kampanyasındaki söylemleri ile AK Parti bir merkez partisi havası estirmedi mi? Bugüne kadar başarı ile oynadığı “İktidardaki muhalefet” rolünü buzdolabına kaldırıp “Biz devletiz, biz yaparız onlar konuşurlar” söylemine kaymadı mı AK Parti?
HDP ise Erdoğan’a ve AK Parti’ye karşı eski merkez partileri olan CHP ve MHP ile aynı çizgiye girdi… “Çözüm Süreci”ni sonuca ulaştıracak ve “Kürt realitesi”ni kalıcı çözüme kavuşturacak söylemler yerine, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganı ile “Çözüm”ün mimarı Erdoğan”ı hedef aldı…
Uyum kolay değil
Sonuçta şimdi HDP, PKK ile birlikte “Çevre”nin de dışına kaymış durumda… Sınır dışındaki merkezlerde yakınlık aramaktalar… Amerika ile Avrupa arasında ve Pensilvanya ile Tahran arasında bu arayışları sürmekte…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
HAŞMET BABAOĞLU-SABAH
“Onun muhtar arkadaşları var; ya sizin?”
Bıkıncaya kadar anlatmaya çalışacağım…
Halkçılık, nasıl halk olamamaktan kaynaklanıyorsa…
Solculuk da öyle bir şey!
O muazzam mesafe kolay kapanmıyor çünkü.
Bulunduğun yer, yaşadığın hayat ve kafanın içindeki hayaletler “sol”da olmana izin vermiyor; o zaman “solcu” oluyorsun.
Adaleti, merhameti, hak ve hakikat duygusunu yoksul ve mazlum insanların gözünden değerlendirmeye, onların büyük geleneğine göz atmaya hiç niyetin yok; istiyorsun ki, ille de onlar sana katılsın!
Onları fikirle, partiyle, ideolojik kumpasla; olmadı silahla mobilize etmeye çalışıyorsun.
Yani seninki…
Sürekli kendine yalan söyleyen bir tarih.
Acıdan başka hiçbir şeye yol açmayan bir siyaset.
Eğreti bir sosyoloji.
Ve bitmez tükenmez bir mızıldanma.
***
Alın size, en makulünden bir örnek…
Kişisel tarihi zarif sol çalımlarla bezenmiş ve entelektüel literatürümüze yaptığı katkılarla temayüz etmiş bir örnek…
Murat Belge.
Geçen günkü yazısının daha ilk satırlarında aklı sıra dalgasını geçiyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhtar arkadaşlarıyla sık sık toplanıyor; Allah bozmasın aralarında güzel bir uyum var.”
Sonra muhtarların ruh durumunu da tarif ediyor; “Cumhurbaşkanı huzurunda şerefyab olduklarını hissederek herhalde uslu uslu dinliyorlar.”
Belge’ye göre bu arkadaşlık “popülist- faşizan taban örgütlenmesinin bir cephesi”ymiş.
Nasıl tepeden bir bakış!
Nasıl da içerde bir yerlerden fışkırıp su yüzüne çıkıveren bir “Adalar, Moda’lar soylusu” havası!
Öylesine kendine demokratlık ki, insanı demokrasiden soğutur, nitekim soğutuyor da…
***
Dün de yazdım ya…
Dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı böyle bir şey oldu solculuk.
Yerleşik düzen onları hırpalarken sızlanarak taraftar topluyorlar.
Fakat halkla her yüz yüze gelişlerinde içlerindeki seçkinci tiksinti başını çıkartıveriyor.
Efendim, hiç muhtarlardan arkadaş mı olurmuş?
Aslına bakarsanız, bir solcuya esnaftan da, hacıdan hocadan da, hatta “bilinçlenmemiş”işçiden de dost olmaz! Çünkü onların dilini, işini, gücünü bilmez.
Şimdi durup “iyi de halk nerede, bu nasıl sol?” diye sormayın hiç.
Şöyle de cevap verebilirim…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BURHANETTİN DURAN-SABAH
“DAİŞ’in bombalanması kimi sevindirmedi?”
İncirlik’ten kalkan Türkiye jetleri 28-29 Ağustos’ta ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte Suriye’deki DAİŞ hedeflerini bombaladı. Amaç, Azez-Cerablus hattının DAİŞ’ten temizlenerek “güvenli bölge” haline getirilmesi ve Suriyeli muhaliflerin kontrolüne verilmesi.
Türkiye’nin ‘Özgün Kararlılık Harekâtı’na aktif katılımı 22 Temmuz’daki anlaşmadan itibaren bekleniyordu.
Gecikmenin sebebi ABD’nin koordinasyon için yapacağı “teknik düzenlemeler” olarak sunuldu. Meselenin özü, DAİŞ’den temizlenecek bölgede kontrolün kimde olacağıdır.
Türkiye, Türkmenlerin ve ılımlı İslamcı grupların kontrolü ele alabileceğini düşünürken ABD hiçbir İslamcı gruba güvenmemektedir. Uzun süren “teknik” düzenlemenin sebebi ABD’nin kendince aldığı önlemlerle ilgiliydi. Neticede 24 Ağustos’ta teknik belgenin imzalanması ve akabindeki bombalamalarla Türkiye DAİŞ’e yönelik operasyona resmen ve fiilen dahil oldu. Bu yeni gelişme DAİŞ tarafından tahmin edileceği gibi tehditle ve tekfirle karşılandı.
***
Batı medyasında çıkan bazı yazılarda “Türkiye’nin ABD’yi kandırdığı,” DAİŞ bombalamalarını “PKK’ya yönelik operasyonlarını örtmek için kullandığı” vurgulanıyor. New York Times’da Eric Edelman ve The Independent’da Patrick Cockborn imzalı yazılar örnek olarak verilebilir. Her iki yazı da ABD’yi DAİŞ’le mücadelede asıl önemli olan savaşçı gücü, PYD’yi kaybetmekle uyarıyor.
İlki Türkiye’ye uluslararası kuruluşlarda bir tür boykotla “baskı” yapılmasını öneriyor. İkincisi ise ABD’yi İncirlik Üssü’nden vazgeçerek Ürdün, Bahreyn ve Körfez’deki üsleri kullanmaya teşvik ediyor. Obama yönetiminin bu önerileri ciddiye alacağı kanaatinde değilim. Ancak yine de bu hoşnutsuzluğun anlamı üzerinde durmalıyız.
Hoşnutsuzluğun temeli aslında Türkiye ile ABD’nin Suriye politikalarının bir türlü tam örtüşmemesi ile ilgili. Esed rejiminin gitmesi için aktif tutum almayan Obama yönetiminin Suriye politikası ülkeyi “vekalet savaşlarının ve devlet altı grupların coğrafyası” haline dönüştürdü. DAİŞ’in Irak ve Suriye’de geniş bir alanda hâkimiyetini kurması böylesi bir ortamda mümkün oldu. ABD, DAİŞ ile mücadelesinde de “parçalı ve düşük düzeyli” bir politika yürütüyor. Yerel aktörleri (Peşmerge ve PYD) ve bölgesel güçleri (Türkiye ve İran) krize dahil ederek DAİŞ ile mücadeleyi yönetmek istiyor.
Türkiye ise hem Suriye iç savaşına hem de DAİŞ konusuna kendi milli öncelikleri ve zamanlaması ile yaklaştı. Obama yönetiminin söz konusu politikası yakın zamana kadar PYD’nin önünü açtı. Kuzey Suriye’de neredeyse bir PYD kuşağı oluşuyordu. PKK-PYD kontrolünde böyle bir kuşağın oluşması hem Türkiye için hem de Suriye’deki Araplar, Türkmenler ve hatta diğer Kürt gruplar için çok ciddi bir sorun anlamına geliyordu. İncirlik’in kullanımının koalisyon güçlerine açılması ve “güvenli bölge” angajmanı bu gidişatı şimdilik durdurdu.
***
Yine de Türkiye-ABD hattında Kuzey Suriye’ye ilişkin tam netleşmemiş konular var. Azez-Cerablus hattının DAİŞ’ten temizlendikten sonra kime bırakılacağı tartışılmaya devam edecek. Yine ABD, Türkiye’nin PKK’ya yönelik operasyonları yüzünden PYD’nin zayıflamasını ve böylece DAİŞ’le mücadelenin sekteye uğramasını istemiyor. Bunu engellemenin bir yolu PKK’yı ateşkese zorlayarak, Çözüm sürecine geri dönülmesi. Diğer yolu da Türkiye’yi DAİŞ ile mücadeleye daha fazla müdahil etmek. Ve bu da ABD’nin önceliklerine uygun olarak yapılmak istenecek.
İki yıldır iç türbülans yaşayan Türkiye’ye uygulanan baskı ile belki de bunun sağlanacağı düşünülmekte. Halbuki bütün iddialı dış politika söylemlerine rağmen Türkiye, bölgedeki krizlere sıcak müdahalesini oldukça sınırlı tutma eğiliminde. Bir diğer husus da Türkiye’nin DAİŞ ile mücadeleye Suriye’de kendi “milli önceliklerini” hesaba katarak dahil olduğu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Eli ayağı boş değil, tuttuğu iş değil”
“Avara kasnak” gibi dönüp duruyorlar, elleri ayakları boş değil, tuttukları iş değil. Dostlar alışverişte görsün kabilinden işler. 6 ay bir güz gitseler de bir arpa boyu yol katedemezler..
Ne oldu şimdi. Ne yaptıklarını zannediyorlar. Onlar istemese de kabine kuruldu.. MHP aklı işte, boş konulup kabine, HDP’ye teslim edilir mi? Ettiler işte. Neyse ki akl-ı selim ile hareket eden biri çıktı da mahallenin namusunu kurtardı. Keşke Meral Akşener de parti disiplini filan diye, Devlet Bahçeli’ye sadakatinden önce Devlet’e, parti disiplininden önce Anayasal görev ve sorumluluğuna öncelik verseydi..
CHP de, MHP de sonucu işin başından belli bir yolculuğa çıktılar ve sonunda hükümet kuruldu.. “Biz yokuz” dediler ve yok oldular.
Bahçeli hadi görelim, Türkeş’i partiden ihraç etsin.. 80’den 79’a düşer, protokolde Demirtaş’ın arkasında durur.. Yapamaz. Yaparsa bindiği dalı keser.. Öfkeyle kalkan zararla oturur denmiştir. Yanlış hesap sonunda Beştepe’den döner..
Parti tüzüğü, parti disiplini dedikleri şey, Anayasa ve yasalardan üstün bir şey değil ki. Ülkeye ve millete sadakat asıl. Parti ülke için var. Ülke ve millet, parti ve genel başkan için değil. Hukuku, kamu yararını bir kenara bırakarak siyaset yapamazsınız..
Neyse Türkeş kabinede yalnız değil. BBP eski genel başkanı Yalçın Topçu da kabinede yer aldı.
Düşünsenize, Baykal kabineye girseydi, bir zamanlar sağ lider adayları arasında adı geçen İlhan Kesici de kabinede. 28 Şubat’ın dirayetli İçişleri Bakanlarından DYP’den, Merak Akşener de MHP kontenjanından kabinede. Türkeş’i, Topçu’su ile muhteşem bir kabine olurdu.. Alevi Bakanların hepsini HDP’ye vermek yerine AK Parti’den Reha Çamurcu kabinede olamaz mı idi mesela.. Böyle bir kabinede HDP’nin belirleyici bir rolü olabilir mi idi. Şimdi de aslında belirleyici durumda değiller.
Bahçeli’ye sormak gerek, madem kabinede olmuyorsun, Meclise de girme. Orada da HDP var. Meclis komisyonlarına da girme. Türkiye’de de onlar var. İstersen Türkiye’yi de terket!?. Nasıl bir milliyetçilik anlayışı bu. Maksatları üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek anlaşılan.
Neyse şimdiki Bakanlar Kurulu da kötü değil. Zaten bu bir seçim hükümeti. İcracı bir kabine değil. Tarih bu süreçte herkesi oynadığı rolle bir şekilde kaydedecek..
CHP ve MHP’nin parti ve yönetim kadroları bu süreçte oynadıkları olumsuz rolün faturasını ağır bir şekilde ödeyeceklerdir.. Önce millet sandıkta birilerine bu işin hesabını soracak.. Krizden medet umanlar o krizin kurbanı olacaklar..
MHP bu süreçteki rolü ile aslında CHP’den daha kötü bir durumda. Eğer yeni bir seçimden sonra çok zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, faraza bir koalisyon kurulması gerekse, artık ilk akla gelen parti, bugünkü yönetim kadrosu işbaşında olduğu sürece MHP olmayacaktır. Tabi eğer MHP bütün bu olanlardan sonra barajı aşabilirse. Bahçeli bu çıkışı ile kendi giderken gittiği yere partisini de götürmek istiyor anlaşılan..
Yeni kabine 11 AK Parti, 11 bağımsız, 2 HDP, 1 Bağımsız üyeden oluşuyor. AK Parti cephesinde fazla bir değişiklik yok. Başbakan yardımcıları, Cevdet Yılmaz, Yalçın Akdoğan, Numan Kurtulmuş, Tuğrul Türkeş, İçişleri Selami Altınok. Emniyet müdürlüğünden İçişlerine hızlı bir geçiş. “İstanbul’un asayişi berkemalse, Türkiye’nin asayişi de berkemal olur” diye düşünülmüş olsa gerekir. Hayırlı olsun.. Dışişleri Feridun Sinirlioğlu, Adalet Kenan İpek, Nabi Avcı, Mehmet Şimşek, Vecdi Gönül, Nihat Zeybekçi, Mehmet Müezzinoğlu, İdris Güllüce, Veysel Eroğlu görevlerine devam. Çalışma Ahmet Erdem, Ulaştırma Feridun Bilgin, Enerji Ali Rıza Alaboyun, Bilim Teknoloji Fikri Işık, AB Ali Haydar Konca, Gençlik Çağatay Kılıç, Gümrük Cenap Aşçı, Kalkınma Müslüm Doğan, Aile Ayşen Gürcan, Tarım Kudbettin Arzu..
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET ŞEVKET EYGİ-MİLLİ GAZETE
“Bitireni Bitirirler“
2014 yılının son haftalarında, 2015’in baharında mayısta haziranda ve devamında önemli ve vahim hadiseler olacağını defalarca yazmıştım. O zaman birileri bendenizle alay etmiş, bir şeycik olmaz, abartma, her şey yolunda gidiyor demişlerdi.
Son iki sene içinde, memlekete huzur ve barış gelecek ümidiyle terör çıbanını içten içe işlemesine, cerahat toplamasına göz yumuldu. Şimdi çıban patladı.
Vaktiyle, Suriyede iç savaş başlamadan önce biri “Füzeleri fırlattık mı, üç buçuk saat sonra Şam’dayız” demişti. Zehi gaflet!
Terör konusunda çok gafil avlanıldı.
En büyük hatâ bu savaşın bitebileceğini sanmaktı.
PKK terörünün bir Kürt hareketi olduğunu sanmak ölümcül bir hatâdır.
Abdullah Öcalan’ın “Bu savaşı bitirtmezler, bitireni bitirirler” sözünü levha yapıp asmak gerekir.
PKK terörü işinde öyle muazzam paralar dönmektedir ki, bu savaş bitmez.
Terör iktisadî bir sektör olmuştur.
Terör mafyalaşmıştır.
Birileri, kendisinden akıl aldıkları, dünyanın en ünlü anti-terör uzmanının gizli bir Siyonist olduğunu biliyor mu?
Kriptoları bilmeden PKK terörünü anlamanın imkânı yoktur.
Çarpışmalar, çatışmalar, şehitler, cenazeler, uçaklar, Kandiller… Bunlar terör buzdağının su üzerinde görünen yüzde biridir. Suyun altındaki yüzde doksan dokuz gizli kısmını bilen var mı?
Birileri yıllardan beri terörden sebepleniyor. Az paralar değil, milyarlarca dolar.
Acaba bu güne kadar terör konusunda gizli ödenekten ne kadar sarf edildi?
Bu gidişle, bu kafayla, bu strateji ile bu kör topal demokrasiyle, bu düzen ve sistemle terör bitmez, bu savaş bitmez. Bitirmek isteyeni bitirirler.
(İkinci yazı)
ÇİN’DE VE ORTA ASYA’DA MÜSLÜMANLARA YAPILAN ZULÜMLER
Çin hâkimiyetindeki Doğu Türkistan’dan Ramazanda üzücü haberler gelmişti. Oradaki Uygur Türkü kardeşlerimize zulm ediliyormuş. Anlatılan zulümlerde abartı var mıdır, bildirilenlerin ne kadarı doğrudur, ne kadarı yanlıştır? Bu konularda ciddi ve güvenilir araştırmalar yok. Keşke doğru istihbarat, sağlam bilgiler üzerine kurulu raporlar hazırlansa da biz de okuyup bilgilensek.
Doğu Türkistan’da Müslümanlara hiç zulm edilmiyor demek yanlış olur. Zulm, baskı, terör, kan dökme, yıldırma vardır.
Lâkin bâzı sözde bağımsız Orta Asya Cumhuriyetlerinde, Çin’dekinden çok daha ağır ve fecî baskılar olduğunu hiç unutmamalı ve gözden kaçırmamalıyız.
Bir cumhuriyette on sekiz yaşından küçük Müslümanların câmilere gitmesi ve girmesi kanun çıkartılarak yasaklanmış. Korkunç zulüm.
Timur, Osmanlı ülkesinde çok zulm sergilemişti ama Orta Asya’da kendi mülkünde ulemâya, şeyhlere, Müslümanlara zulm etmezdi hattâ bâzısına çok hürmet ederdi.
Çin şu anda ABD’ye kafa tutan bir süper devlet oldu. Onunla baş etmek çok zor. Yapılan zulümleri doğru şekilde öğrendikten sonra, en akıllı ve uygun şekilde protesto etmeliyiz. Çin’i protesto ederken de bazı Orta Asya cumhuriyetlerinde Müslümanlara yapılan ağır, insanlık dışı, vahşi, gaddar zulümleri unutmamalı, göz ardı etmemeli ve yine en uygun şekilde onları da protesto etmeliyiz.
Çin, güçlü bir süper devlet ama dünya çapında kınama, kötüleme, tel’in ve protestolara karşı hassastır. Her devin yumuşak bir tarafı vardır, vurulacaksa oradan vurulması gerekir.
Çin’deki Müslüman sayısı kesin olarak belli değildir. Resmî rakamlara göre yirmi milyondur. Rejimi komünist olan bir ülkede gerçek rakamın düşürülmesini normal karşılamak gerekir. Bendeniz bu konuda çeşitli kaynaklara dayanarak orada yüz yirmi milyon Müslüman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Pekin rejimi Doğu Türkistan’da Uygurlara nisbeten azınlıkta olan bir kısım Kazakları kullanarak Müslümanları baskı altında tutmaktadır.
Çin’de çok câmi vardır, lâkin imamları Müslümanlar değil komünist rejim seçip tâyin etmektedir. Katolik papazlarını da rejim tâyin ediyor. Katoliklerin bir Papa’sı, bir Vatikan’ı olduğu için onlar bunu protesto ediyorlar, “Resmî Çin Papazlarını” kabul etmiyorlar. Müslümanların Halifesi, Hilâfeti olmadığı için dünyadan haberleri yok.
Tek partili kızıl Çin rejimi Müslümanlıkla baş edebilir mi, başa çıkabilir mi? Böyle bir şey mümkinattan değildir. Müslümanlar ekin tarlası gibidir, rüzgârla, fırtınayla eğilir, bükülür, yere serilmiş görünürler ama sonunda yine doğrulurlar.
Çin’de Müslümanlığı Mao rejimi yok edemedi, bugünkü rejim hiç yok edemez.
Emperyalist ve kolonyalist süper güçler sonunda yıkılmaya mahkûmdur. Sovyetler Birliği gibi… İngiliz Sömürge İmparatorluğu gibi… Fransız İmparatorluğu gibi…
Sovyetler Birliği imparatorluğu çökmeden on yıl önce çok güçlü ve yıkılmaz sanılıyordu. Gümbür gümbür yıkıldı. Çin de onun gibi yıkılmaya, çökmeye mahkûmdur. Adâletle hükm etmeyen, zulm eden her rejim yıkılmaya mahkûmdur. Bundan kimsenin zerrece şüphesi olmasın.
ABD de çökecektir. Ne zaman, nasıl çökecek, bunu bilemem ama çökeceğini bilirim.
Açık istihbârat ve strateji kurumlarımız, enstitülerimiz olsa ve Müslüman halkımızı uyarıcı raporlar hazırlansa, halk yığınları aydınlatılsa ne iyi olur.
Meselâ, yüz elli sayfalık bir kitap… İsmi Çin’de Müslümanların durumu. Kitabın yarısı fotoğraf, belge olacak yarısında da sağlam kaynaklara dayalı bilgiler bulunacak. Bol dipnotlu olmayacak, vülgarize bir eser…
Tacikistan’da Müslümanlar… Özbekistan’da Müslümanlar… Birmanya’da Müslümanlar… Ve daha nice konular ve kitaplar…
Hristiyan dünyasında bu konuları inceleyen, bilen, araştıran çok uzmanlar, enstitüler var. Hayli de yayın yapılıyor. Lâkin bizim halkımız bunlara ulaşamıyor. Ulaşsa da kolayca anlayamıyor. Türkiye’de Hilâfet olsaydı böyle kurumlar kurulacak, her konuda ciddî araştırma ve incelemeler yapılacak ve halk aydınlatılacaktı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
on5yirmi5