ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“İki Bahçeli“
İki tarz-ı siyaseti var.
İki Bahçeli var.
Birinin adı Devlet, diğerinin adı Bahçeli.
Siyahla beyaz, geceyle gündüz, sıcakla soğuk ayna şahısta nasıl toplanır derseniz onun adı da MHP lideri Devlet Bahçeli.
Bahçeli hem çözümün adresi hem çözümsüzlüğün.
Türk siyasetine çok önemli katkıları oldu MHP liderinin.
Ayı zamanda siyaseti kilitleyen lider denilince de akla ilk gelen isim, Bahçeli oldu.
Ülkücü hareketin lideri Alparslan Türkeş’in ardından MHP Genel Başkanı oldu Bahçeli.
Türkeş’ten sonra MHP’nin başına geçmesi kolay olmadı.
Kavgalı bir kongrede seçildi.
Ülkü Ocakları Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğulları’nın, “İllegaliteilan ediyorum” diyerek kürsüyü devirdiği kongrenin enkazından çıktı.
MHP’nin başına geçince kendi mührünü vurmayı başardı.
İlk iş olarak ülkücü gençleri sokaktan çekti.
Türk demokrasisine yaptığı en büyük hizmetlerden biri bu oldu.
12 Eylül’de yaşananlardan çok önemli dersler çıkardı Bahçeli.
12 Eylül’den sonra Bedrettin Demirel Paşa, “Şartların olgunlaşması için bekledik ama çok kan aktı” demişti. Akan kanların büyük bölümü ülkücü kanıydı.
Ülkücüleri sokaktan çeken Bahçeli’nin, ”Ülkücülerin elinde silah değil, bilgisayar olmalı” sözü siyasete damgasını vurdu. Bahçeli’nin yapıcı tavrıyla büyüme sürecine geçen MHP, ilk meyvesini 1999 seçimlerinde aldı. Yüzde 18 oy ve 129 milletvekili ile ikinci parti oldu. 28 Şubat’ta askerlerin karşısında Refah Partisi’nin “Diklenmeden dik durmadığını” düşünen seçmen, MHP’nin daha iyi mücadele edeceğini düşünüyordu. “Sorunu ürkekler değil, erkekler çözer” sloganı ön plana çıktı.
Seçim oldu. Başörtüsü sorununu çözmesi ve askerin karşısında erkekçe durması beklenen MHP lideri Bahçeli, ilk ters köşesini orada yaptı. 28 Şubat’la mücadele eden Fazilet Partisi ve DYP’yi kast ederek, “dinlensinler” dedi. Rahşan Ecevit’in, “Eli kanlı katiller” sözüne rağmen Bülent Ecevit’le hükümet kurdu. Ecevit’in karşısında saygısından dolayı sigara bile içmiyordu.
Bahçeli, Ecevit’e karşı hürmetkar MHP’li bakanlara karşı ise şahindi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olan MHP’li bakan Sadi Somuncuoğlu, MHP milletvekillerince engellenip tartaklanmaya kalkışıldı. Kemal Derviş’in özelleştirme politikasına karşı direnen Enis Öksöz azledildi.
MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer’in Başbakan Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatmasıyla birlikte Türkiye tarihin en ağır ekonomik ve siyasi krizi patlak verdi.
DSP’den istifalar patır patır geliyordu. DSP çoğunluğu kaybetmiş, Ecevit Bahçeli’ye, “Birinci parti oldunuz. Başbakan siz olun” diye teklifte bulunmuştu. Ama Ecevit’e olan saygısından dolayı kabul etmedi.
Öcalan’ın idamı konusundaki tavrı, milliyetçi-muhafazakar kesime karşı şahin, Ecevit’e karşı güvercin tutumu ve nihayet ağır ekonomik ve siyasi kriz nedeniyle, MHP gittiği 3 Kasım seçimlerinde hezimete uğradı.
MHP’siz geçen 5 yılın ardından Türkiye, 2007 seçimlerine 367 krizi, Cumhuriyet mitingleri ve 27 Nisan e-muhtırasının yaşattığı siyasi iklimde gidildi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin Meclis’i kilitleyen tutumu nedeniyle sağduyulu seçmen, kilidi açması için MHP’yi üçüncü parti olarak Meclis’e taşıdı.
Ne yapacağı merak edilen Bahçeli, yapıcı muhalefeti tercih etti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis’e girdi ve 367 düşüğünü çözdü. Adına yakışır bir şekilde, “Devlet” gibi hareket etti.
MHP, pozitif muhalefetle birlikte tekrar büyümeye geçti. Başörtüsü yasağını kaldıran düzenlemede AK Parti ile birlikte hareket etti. “411 el kaosa kalktı” manşetlerine rağmen milliyetçi-muhafazakar kesimde takdir topladı.
7 Haziran seçimleri ile halkımız Devlet Bahçeli’nin eline bir kez daha sistemin anahtarını verdi.
MHP lideri, bu süreçte şaşırtma hakkını sık sık kullanacak ve Türkiye’yi bir çözümsüzlüğe doğru sürükleyecekti.
Bahçeli, seçimlerden sonra iktidarı ve muhalefetiyle herkesin hesaplarını alt üst eden bir yol izledi.
7 Haziran’da AK Parti’nin 3 Kasım 2002 tarihinden bu yana devam eden tek başına iktidarı sona ermiş halkımız koalisyonu önermişti.
Koalisyon hükümetinde iki formül ön plana çıkıyordu.
AK Partili ve AK Partisiz koalisyon modeli.
1-CHP-MHP ve HDP’nin içinde yer aldığı muhalefet bloku.
2-AK Parti-MHP ya da AK Parti-CHP hükümeti.
Bahçeli, bir hamle ile önce muhalefet blokunu dağıttı, sonra AK Parti-MHP koalisyonuna kapıları kapattı. AK Parti-CHP ve HDP koalisyonunu önerdi.
Koalisyon formüllerinin kapısına kilit vurdu. Partisini muhalefette konumlandırdı.
Bahçeli’nin tavrı muhalefet blokunu çökertirken AK Parti, bu sayede Meclis başkanlığı seçimini kazanıp, ilk moral üstünlüğü sağladı. Bahçeli, yapıcı tavrıyla AK Partili Meclis Başkanı seçilmesinin yolunu açtı.
Bahçeli ilk hamlesi ile
1-HDP’yi denklem dışına itti.
2-Muhalefet bloku diye bir blokun olmadığını gösterdi.
3-Tüm koalisyon hükümetlerine kapıyı kapattı.
4- “En erken seçim ne zaman olacaksa o zaman seçim olur” çağrısıyla, 7 Haziran gecesi erken seçimi en güçlü seçenek haline getirdi.
Devlet Bahçeli 2 ay süren koalisyon görüşmeleri sırasında, Kılıçdaroğlu’nun başbakanlık önerisini Davutoğlu’nun koalisyon ortaklığı teklifini reddetti. AK Parti son bir umut olarak seçim hükümeti için kapısını çaldı, azınlık hükümeti için destek istedi. Bahçeli, bir kez daha “no” dedi.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
“Ve üst akıl Gayrımilli Kutsal İttifak’ı yarattı…”
Türkiye, kendi sorunları, çelişkileri ile normal bir hayatın akıp gitmesi gereken bir ülke.
Ama öyle olmuyor. Hayatımız doğal, kendi iç dinamiklerine uygun gelişmiyor. Sürekli manipüle edilen bir gündeme sahibiz.
Geçmişte de, ne zaman sivil bir irade taşları yerine oturtmaya çalışsa ve ülkede normalleşme belirtileri yaşansa, görünür/görünmez bir el devreye girer, gündemi olağanüstüleştirirdi.
Mesela 6-7 Eylül 1955 hadiseleri…
Menderes’in “Yeter söz milletin” diyerek iktidara geldiği yılların en kritik orta noktasında yaşandı bu provokasyon. Böyle bir organizasyonu yapabilecek derin güç ile beş yıl sonra darbeyi yapacak irade arasında bir bağ mutlaka olmalıydı değil mi?
Bir ülkede birbirine denk iki derin devlet olur mu? Olmaz.
Rekor oyla seçimleri kazanan ve darbe yetişmese belki sıradakini de kazanacak olan Demokrat Parti, meşru sivil bir yönetim olarak halkçı politikalar uyguluyor, ama ülke normalleşmek yerine gerildikçe geriliyordu.
Menderes döneminde Osmanlı’dan sonra ilk kez Ermeniler manastır niteliğinde bir okul açmış, Haçaduryan Menderes’in ricasıyla Arjantin’den İstanbul’a gelip Patrik olmuştu. Manastır açılması Haçaduryan’ın Menderes’ten ricasıydı.
Türkçe ezanın terk edilip aslına dönülmesi gibi, ülkenin normalleşmesi adına birçok şey yapılıyordu.
Darbeden sonra Patrik Haçaduryan “Menderes’çi olduğu için, cemaate birçok cezalar verildi. Bunlardan birisi, 1934’te ilga edilmiş sivil meclisin çalışmasına izin verilen eğitim, emlak, sağlık gibi alt komisyonlarının yasaklanacak olmasıydı. Sonra vakıf mallarına el koyma pratikleri başladı.
Bir kural olarak normalleşme süreçleri olağanüstüleştiriliyor, anormal süreçler de normalmiş gibi gösteriliyordu.
27 Mayıs tarihinin demokrasi bayramı olarak kutlanması ve ortalığın sıradaki sivil iktidara kadar normalleşmesi gibi…
12 Eylül 1980’e kadar savaş alanı olan ülkenin, Demirel’in dediği üzere, darbeden sonra bir günde normalleşmesi gibi…
Özal’la normalleşmeye başlayan Türkiye’nin, medya sayesinde gerildikçe gerilmesi, Kürt sorununa eğileceği sırada Özal’ın ölmesi ile başlayan o karanlık yılların medyada normal karşılanması gibi…
Görüldüğü üzere bu denklemde, normal ile anormalin yerlerinde bir sorun, ters yüz olmuşluk var.
Seçilmiş bir hükümet ve lider ne zaman ülke hayrına bir şeyler yapıyorsa, ülkedeki olumlu gelişmeler ülkenin felaketine yoruluyor, ters yüz ediliyordu. Güçlü liderler linç ediliyordu.
Ne zaman ki, o sivil lider ve partisi hal edilmeye karar veriliyorsa, ülke karışıyor, ekonomi çöküyor, terör artıyordu. Maksat hasıl olunca da tüm anormallikler ya buharlaşıyor, kalıcı olanlar ise görmezden geliniyor, vak’a-i âdiyeden sayılıyordu.
Bunun sürekli piyasaya sürülen şablon bir mekanizma olduğu çok belli.
6-7 Eylülleri, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını bu noktadan değerlendirmek gerekiyor.
Bu tespitler hedefteki sivil hükümet ve liderlerin hatasız olduğunu ima etmiyor. Mesela Menderes dönemindeki Tahkikat Komisyonları gibi uygulamalar ciddi hataydı. Ama bu hataların kolaylıkla yapılmasını sağlayan acımasız bir baskı kuruluyordu bu zayıf yönetimlerin üzerinde…
Birçoğu da derin devletçe yapılıp hükümetin üzerine atılıyordu. Hükümetler de zaten ne olduğunu anlayamıyor, anlasa bile devlete hakim değilim diyemiyordu.
AK Parti gibi, Menderes, Özal ve Erbakan da hükümet olduklarında aslında devlete ve bürokrasiye hakim değillerdi. Ama hükümet oldukları için devlet de oldukları farz ediliyordu. Hatta belki kendileri de bu konuda yanlış algıya düşerek kendilerini devlet yerine koyabiliyordu.
Sayın Erdoğan, bu sorunun kaynağının devlet sistemi olduğunu, bu sistemin kurulmuş saat gibi, güçlenen sivil yönetimleri yutmaya ayarlandığını anladığı için sistem tartışmasını açtı.
Hangi meşrep ve ideolojiden olursa olsun, bir ülkede hükümet eden gücün gerçek iktidar olabilmesi gerekiyordu. Bu iktidarı ise ancak sistem içinde yine halkın meşruiyetine dayalı, çoğulcu esaslı yasama ve yargı kuvvetlerinin denetleyebilmesini sağlamak durumundaydık.
Hala da öyleyiz.
2013 yılının başından itibaren farklı ve ölümcül şekilde harekete geçen gayrımilli ittifakın asıl amacı, Erdoğan’ın şahsından, AK Parti’nin kendisinden ziyade, bu bağımsızlaşma hamlesini engellemektir.
Bu kadar zıvanadan çıkmalarının nedeni, AK Parti’nin 2013 itibarıyla bunu yapma aşamasına gelmiş olmasıdır. O yüzden üç seçim öncesi tüm güçleri ile harekete geçtiler.
Çünkü Türkiye “elden” gidiyordu.
Bu durum Abdülhamid Han’dan beri değişmemiştir. Abdülhamid’i hal etmeden Osmanlı’yı istendiği gibi parçalayamayacaklarını anlamışlardı. Çünkü tüm hatalarına rağmen o özgün bir liderdi.
Yaşadığımız, 1900’lerin başından farklı değil. Dün olduğu gibi, bugünün neo-İttihatçıları AK Parti’yi hal etmeye çalışıyor. Dün olduğu gibi bugün de medya ve kara propaganda ile toplumsallık yaratıyorlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN-YENİŞAFAK
“Suriyeli çocuklar neden öldü?”
Uygarlığın en temel kültürel derdi , yabancıya ve yabancıyla ne yapılacağıdır. Yabancı sorununu doğuran artık değerin târihidir. Artık-değerin birikim ve dolaşım târihi, sismik etkisi derinleşerek süren bir târihtir. Onun içinde insan toplulukları artık hareketsiz kalamayacak; şu ya da bu sebeple sürüklenerek, itilip kakılarak ya da iradi kararlarla yer değiştirecektir.
Yabancıyla rastlaşmaların geçici ve sınırlı olması sorun değildir; genellikle tahammül eşiklerini zorlamaz ve karşılıklı olarak yumuşatılır. Diğer taraftan rastlaşmalar ve bunun çerçevesinde kurulan ilişkiler “karşılıklı çıkarlara” dayanıyorsa sorunlar minimâl düzeylerde yaşanır. Sorunlar, kalıcı, sınırları ve sonuçları belli olmayan; yerleşik çıkarları zedeleyen etkilere açılıyorsa tablo hızla değişir.
Geleneksel dünyâda yerellikler, yâni her topluluğun kendi içinde ve yabancılara kapalı olduğu yaşayış örüntüleri baskındı. Yabancıların zuhûr ettiği durumlar, dünyânın ticârî merkezlerinde yoğunlaşıyordu. Bu artık değerin dolaşımını, yâni mal ve hizmet akışını sağladığı için berekete yoruluyor; hele ki yerleşik otoritenin kontrolü sağladığı durumlarda hiç sorun olmuyordu. Marjinal gezginler ve hacılar da ayrıca saygı görüyordu. Felâketli olan durumlar ise, göçer toplulukların hayât rutinlerini bozan kıtlıklar ve saldırgan göçlerdi. Yabancılar ile göçerleri savaştıran çok yıkımlı süreçlerdir bunlar. Çoğunlukla, yatışması ve sentezlenmesi uzun süren, karmaşık yeni kültürel melezlenmelere dönüşen sonuçlar doğuran da buydu.
Modern dünyâda, demografik rutinler tamamen değişti ve kapitalist dünyâ işbölümünün mantığına ve işleyişine uygun hâle getirildi. Buna göre birikimin merkezini ya da mahrecini oluşturan topluluklarda yerellik tasfiye edildi. Yerel nüfûslar kültürel köklerinden sökülerek, herkesin birbirine “yabancı” olduğu kentlere yığıldı. Sanâyi Devrimi köksüz orta sınıflar ve köksüzleştirilmiş işçi sınıfının harmanlanmasından başka bir şey değildir.
Herkesin yabancı olduğu bir dünyâda sanâyi disiplinini kurmak son derecede güçtü. Bunun için bireyselleşme ve kişisel çıkar duygusu; kültürel, siyâsal ve ekonomik düzeylerde güzellenerek teşvik edildi. Diğer taraftan,Elias ve Foucault gibi târihçilerin eserlerinde açığa çıkarıldığı üzere, püritan eğitim yoluyla, uysallaştırılmış, evcilleştirilmiş değerler etrafında kitleler dizginleştirildi. Modern medenîlik, temelde yabancı ile başa gelme strateji ve taktiklerinin örgütlendiği kültürel süreçleri ihtivâ eder.
Proleter yeni uluslar olarak tanımlanan yarı-merkez ve çeper dünyâ ise aynı süreci eksikli bir şekilde yaşamıştır. Eksikli birikim süreçleri, işgücünün işbölümünün mantığına oturur. Buna göre, işgücü, mâliyetleri düşük tutma eksesinde “faâl” ve “yedek” olarak ayırımlaştırılır. Sözkonusu ayırım, hem basit piyasa mantığında, hem de küresel olarak böyledir. Buna göre, eksik birikim sürecini yaşayan yarı-merkez ve çeper dünyâda, işgücü mobilizasyonu bastırılır. Bu bastırma mutlak değildir. Sadece kontrol altında tutulur. Nitelikli işgücünün devşirilmesine engel çıkarılmaz; bunun dışında sınırlı geçişlere izin verilir.
Bastırma süreçlerine kültürel destekler sağlanır. Burada merkez kapitalist dünyâ, kendisini kültürel olarak arındırır; saf, temiz ve mükemmel bir insanlık olarak tanımlar. Bu saflık, kendisini lekeleyecek her türlü yabancı kültürel etkilere karşı kıskanç bir şekilde savunulur. Oryantalizm örneğinde olduğu üzere; merkez dışı kültürel dünyâlar ya doğrudan aşağılanarak, ya da egzotizm üzerinden güzellemelere mahkûm edilerek dışlanır.
Tabloda akıl dışı olan, sermâyenin sınırsız dolaşım imkânları sağlanırken emeğin baskılanmasıdır. Finansal işlemlerde hiçbir engel yaşanmazken; insanların dolaşımını baskılayan hudutlar, pasaportlar, vizeler, bu çelişkinin apaçık izlenebileceği düzenlemelerdir. Buralarda insanlık her işlemde biraz daha buharlaştırılır. İnsanlık, eşitlik, adâlet gibi steril merkez dünyânın evrensel olarak sunumladığı değerlerin boşa düşmesi de cabası… Acı olan, artık bu baskılamaların, modern hayâtın basit ve makûl bir gereği olarak zihinlerde olağanlaşmasıdır.
Sûriyeli göçmenlerin başına gelenlerin arkaplânında yatan gerçekler bunlardır. Çocuklar ilk defâ ölmedi. Ama bunu belgeleyen bir fotografta ilk defâ dünyâ kamuoyunun suratına çarptı. Unutmayalım, fotograf dünyâyı belgeler; ama tek başına değiştiremez. Sosyal iletişim ağlarında, elden ele, gözden göze ulaşarak, “ah, vah” ettirerek, zaman içinde unutulup gidecektir. Sûriyeli göçmenlerin mukadderatını, merkez dünyânın dünyâ yedek işgücünü emme kapasitesi belirleyecektir. Eminim, şu aralar kapalı kapılar ardında rasyonel bürokrasi bunun hesaplarıyla meşguldür. Yukarıda muhtasar bir çerçevesini çizdiğimiz ilişkileri dönüştürmektir mahâret.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Meğerse PKK barışı ve uzlaşmayı temsil ediyormuş”
Türkiye’de gerçekleri çarpıtmayı amaçlayan “Algı operasyonları”nın dayandığı mantık çizgisini biliyoruz… Buna göre insanlar gördüklerine değil görmek istediklerine, duyduklarına değil duymak istediklerine inanırlar.
Eğer bu bakış açısı doğru ise Güneydoğu kentlerini ölümlere bombalara, kan ve ateşe mahkûm eden, bu kentteki insanların hayatlarını cehenneme çeviren PKK terörü “Barış”ı temsil ediyor… Ya da devletin yargısını, emniyetini ele geçirmeye çalışan, imamları ile siyasetten pay isteyen FETÖ Örgütü de “Hizmet”i temsil ediyor. Buna karşı başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere seçilmiş iktidar ise, uzlaşmazlığın ve şiddetin temsilcileri…
Aklın çeşitleri
Peki bu algı operasyonları toplum katında etkili mi? Bu noktada Montaigne’in “Başkalarının bilgileriyle bilgili olabiliriz ama başkalarının aklıyla akıllı olamayız” içerikli gözlemini hatırlamamız gerekiyor… Yani bize algı operasyonları ile sunulan bilgilerin içerikleri ne ölçüde çarpıtılmış gerçekleri yansıtsalar da, sonunda bu bilgileri kendi aklımızla değerlendiririz.
Aklıselim
Akılların en sağlıklı olanı da “Halkın aklı”dır… Yani seçmenin kararıdır, kamuoyunun vicdanından çıkan karardır, “Aklıselim” denilen o çizginin düşünceye dönüşmesidir… Türkiye’de bu büyük ve doğru olanı seçmekte hiç yanılmayan aklın, toplumun geleceğin kararttığını hiç görmedim. Bu nedenle her çeşit terörist örgütün ve onları “Barış melekleri” olarak sunanların da, hüsranla bitecek bir yolun yolcuları olduklarını görebiliyorum… Kısacası Türk toplumunun geleceğini Kandil’e ya da Pensilvanya’ya teslim edeceği yanılgısına düşenlere, sadece acıyorum.
Gizli mabet
Dış basında Türkiye’deki gerçekleri anlamaya çalışmak yerine çarpıtılmış gerçeklerden esinlenen yorumları okurken, Ömer Seyfettin’in “Gizli Mabet” hikâyesini hatırlıyorum.
Ömer Seyfettin’in “Gizli Mabet”nde Osmanlı konağına misafir olan yabancı, evin yaşlı hanımının her akşam merdivenin altındaki küçük odaya girip kapıyı kapattığını görür. Bu odanın bir gizli mabet olduğunu ve evin hanımının her akşam burada dua ettiğini düşünür. Oysa burası evin kileridir ve evin hanımı, her akşam reçelleri, turşuları kontrol etmektedir.
Kendinize güvenin
Kıssadan hisse çıkartmayı denersek, siz siz olun, görmek ve duymak istediğinize değil, gördüğünüze ve duyduğunuza inanın… Türkiye’nin sosyo-politik geleceğini BBC’deki veya The Guardian’daki yorumlardan değil, kendi ülkenizin birlikte yaşadığınız insanlarından anlamaya çalışın. Neticede Atatürk sadece “Türk övün ve çalış” dememiş ki… “Türk, övün, çalış, güven” demiş.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Haybe”
Her gün de cumhurbaşkanına küfür ederek sayfa dolmaz ya, postalcı basın ara sıra çarçur haberlerle de gazetecilik yaparmış gibi yapıyor. Bunlardan üç haber derledim, sırayla okuyalım.
Bir: Sevgili kardeşimiz Emrehan Halıcı’nın seçimlere girmeyen, halkın kafasını dinleyebilmesi amacıyla propaganda ve miting de yapmayan gereksiz kuruluşu Elektronik Parti, 7 Haziran seçimlerini “mercek altına almış”… Vayyy…
Hangi partinin kaç sandıkta “sıfır oy” aldığını hesaplamış.
AKP yalnızca bin 373, oysa MHP 7 bin 254, CHP 9 bin 420, HDP de 23 bin 873 sandıkta hiç oy alamamış. Yani AKP “hepsine basıyor”…
Tamam da, bu derin bulgunun kimin ne işine yarayacağını pek anlayamadık.
Çok güzel video oyunları var, “Game of War” falan gibi. Bilimkurgunun içine şövalyeler, prensesler, ejderhalar falan katarak büyümemiş ya da büyümemekte direnen zeki çocukları oyalıyorlar… E-Parti yönetimine, o çok sevdikleri bilgisayarlarının başından kalkmak istemiyorlarsa asıl bu tür eğlenceli saçmalıkları tavsiye ederiz, daha anlamlı şeylerle iştigal etmiş olurlar.
***
İki: İzmir ve Eskişehir belediyeleri kardeşmiş… İzmir zaman zaman Eskişehir’e araç ve gereç yardımında bulunuyormuş. Hayırlı olsun.
Eskişehir belediye reisi Yılmaz Büyükerşen de, İzmirli kardeşi Aziz Kocaoğlu’nun bu yardımının altında kalmamak için “zarif bir jest” yapmış.
Ne yapmış, o da tutmuş lületaşından pipo mu göndermiş?
Hayır, göndere göndere balmumundan Atatürk heykeli göndermiş. Balmumu heykel, İzmir belediye binasının girişine konmuş. 9 Eylül’de açılışı varmış, o gün İzmirli vatandaşlar da bu heykeli görebileceklermiş.
Boylarının kaç santim uzayacağını öğrenmek ister, belediyeciler o sıcakta heykelin erimesine sebep olurlarsa da kıyameti koparırız ha, ona göre!
***
Üç: CHP barış yürüyüşü düzenlemiş. Galata Köprüsü’nde.
Etkinliğin adı, çok yaratıcı bir şekilde “yurtta barış cihanda barış”…
Niçin “sulh” kelimesini sadeleştiriyorlar da “cihan” kelimesine dokunmuyorlar, bu da merak konusudur.
Gürsel Tekin etkinlik münasebetiyle “beyaz” giyinmiş. Katılan diğer ağır toplardan Sezgin Tanrıkulu, Dursun Çiçek, Barış Yarkadaş ve de Bihlun Tamaylıgil’in ne renk giyindiklerini öğrenemedik. İçlerinde “açık siklamen” giyen var mı, bilemiyoruz.
El ele tutuşup “barış zinciri” oluşturmuşlar. Güvercin ve balon uçurmuşlar.
Eylemin arkası da gelecekmiş, ona göre ayağınızı denk alınız.
Beyazlı Tekin, bir de konuşma yapmış.
Demiş ki: “Bütün bu savaşın sebebi küresel dünya ve onun iş ortağı olan bugünkü iktidardır!”
Balon uçurmuşlar dedik ya.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Bu da oldu: Asker terörle mücadele etmesin!”
27 Mayıs ve 28 Şubat’ın “ilerici asker”, “gerici polis” edebiyatını yeniden hortlattılar.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, terörle mücadele eden güvenlik birimlerini “Saray’ın ordusu” diye tanımlıyor. PKK’nın katlettiği siviller de, bu durumda, Sarayın bendeleri oluyor.
Hayır, henüz “ilerici-gerici” tasnifi yapmıyor. Buna şimdilik aklı kesmiyor.
Bütün derdi, PKK’yı “hukuksuzluklara” karşı savaşan (öyle ya, Erdoğan darbeyle gelip Beştepe’ye kurulmuştu) meşru “halk güçleri” ilan etmek… Doğan Medya Grubu’nun memurları ve kendisine liberal süsü veren çakallar da bu “kabul”ün üzerine balıklama atlıyor.
Demirtaş’ın akledemediğini, eli kanlı terörist Duran Kalkan akletti. Bir beyanatında aynen şöyle dedi: “Bizim sorunumuz Türk polisiyle. Türk ordusu aradan çekilsin. Onlarla bir meselemiz yok.”
Duran Kalkan böyle der de, Ankara Barosu durumdan vazife çıkarmaz mı?
Hemen Danıştay’a koşmuşlar…
Başbakan Ahmet Davutoğlu, “artan terör saldırıları sonrası 81 ilde ‘devlet otoritesini pekiştirmek için’ Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyulan her yerde görevlendirilme” talimatını vermişti.
Baro, bu genelgenin iptal edilmesini istiyor.
Danıştay, Ankara Barosu’nun başvurusunu dikkate alır da, Başbakanlık genelgesini iptal ederse, Duran Kalkan’ın istediği şey olacak. Terörle mücadelede polis yalnız kalacak.
Fakat bir sorun var:
Sadece polis öldüren bir silah icat edilmedi. Yola mayın döşediğinizde, bundan asker de etkilenebilir/etkileniyor. İlerici Ankara Barosu ve Duran Kalkan bunun garantisini verebiliyor mu? “Sadece polis ölecek” diyebiliyor mu?
Dahası, Ankara Barosu’nun bu müthiş yargı atağını Doğan Medya Grubu’nun memurları ve kendilerine “liberal” süsü veren modernist çakallar nasıl karşılıyor?
HAMİŞ:
Gazetecilikte “fikri takip” önemlidir… Bir haber yapıyorsanız, bir iddiada bulunuyorsanız, bir gerçeği faş ettiğinizi düşünüyorsanız, iddianızın ya da haberinizin takipçisi olacaksınız…
Bugün gazetesi, Akçakale gümrük kapısından IŞİD’e silah gönderildiğini belgeledi.
Üzerinde YPG yazan güya zırhlı araçlar…
Havan topu namluları…
Hareket halinde birtakım insanlar…
Gazete, haberini, bu görüntüler (fotoğraflar) eşliğinde verdi.
Bu fotoğraflara bakarak, biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, gümrük kapısını kullanarak, IŞİD’e (asıl ismiyle DAEŞ’e) silah gönderdiğine ikna olacaktık.
Fakat bir şey oldu…
Gazete, bırakın “fikri takip” yapmayı, haberine sahip bile çıkmadı.
Sebebi şu olabilir mi?
Haber yalandı…
Bunu, Bugün gazetesinin “masa başı” ekibi de biliyordu.
Patronaj da biliyordu…
Haberi sündürüp, “Bakın işte, gördünüz mü? Köşeye sıkıştıklarını anladılar, gazetelere operasyon yapıyorlar” diyen ahlaksız müntesipler de biliyordu.
Herkesin yalan olduğunu bildiği bir haberi ısrarla manşete çekmenin amacı şuydu: Paralel örgütün finans kaynağı olduğu iddia edilen holdinge yönelik operasyonu itibarsızlaştırmak, gerçeği karartmak.
Bunu da biliyorlardı…
Nitekim öyle yaptılar: Yalan olduğu herkesin malumu o fotoğrafları gazetelerine yönelik operasyonun gerekçesi olarak sundular ve bu ahlaksızlığı devam ettiriyorlar.
Madem yaptığınız haber birilerini ürküttü, niçin haberinize sahip çıkmıyorsunuz?
Niçin fikri takip yapıp, “Türkiye-DAEŞ işbirliğini” detaylandırmıyorsunuz?
Niçin faş ettiğiniz gerçeklerin üzerine gitmiyorsunuz?
DAEŞ’e gönderildiği öne sürülen zırhlının üzerinde neden bir başka örgütün ismi yazıyor?
İlk bakışta “su borusu” olduğu anlaşılan o borular, nasıl havan topuna dönüşüyor?
Hareket halindeki o insanlar kim?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ARDAN ZENTÜRK-STAR
“İnsanlık” 2013’te sonlandı, farkında değilsiniz…
Minik Aylan’ın Bodrum sahilindeki cesedi karşısında travma yaşanıyor, düne kadar, “ne işi var bu kadar Suriyeli’nin buralarda” diyenler bile ortalığa dökülmüş durumdalar.
Geçiniz…
Ya, yaşamakta olduğunu çağın gerçeklerinden kopuk bir şaşkınsınız, ya da, günü birlik çıkarlar doğrultusunda koşturan omurgasız bir iki yüzlü…
Adına sosyal medya mesajlarınızda “insanlık” dediğiniz kavram, aslında, 21 Ağustos 2013 günü sabaha karşı, Şam’ın Ghuta banliyösünde sonlandı, sizler, o kavramın hala varlığını koruduğunu sanıyorsunuz.
İnsanlığı Obama-Putin bitirdi…
İnsanlığı sonlandıran gelişmenin başlangıç noktası, Beşar Esed’in ordusunun 21 Ağustos 2013’te kimyasal silah kullanarak 1.729 masum kadın ve çocuğu, bebeği öldürmesidir.
Baas’çı bir diktatörden beklenen bir katliamdı, Irak’taki benzeri Saddam da aynı işi Halepçe’de yapmıştı. Hepimiz açısından “son”, Ghuta katliamından sonra Moskova-Washington hattında yaşanılan gelişmeyle başladı. Dünya, “tek süper güç” Amerika’nın “kırmızı çizgileri” geçildiği için Beşar’a gereken cevabı vereceğini düşünüyordu, Obama, Putin’in diplomatik önerisini kabul ederek, o masum çocukların cesetleri üzerinden Suriye’yi “kimyasal silahtan arındırma” manevrasını başlattı.
Yan yana dizilmiş yüzlerce çocuğun cesetleri unutuldu, İsrail’in güvenliği açısından daha önemli görülen “Beşar’ı kimyasaldan arındırma” diplomasisi devreye girdi, Beşar kaldı, söylenene göre kimyasallarını verdi, şimdi, çocukların üzerine klor gazı atmakla yetiniyor!..
Bakın, tam iki yıl önce bu sütunda ne demişim:
“Yaşanılan süreç, meselenin özünü kaçırmamıza neden oluyor. Eğer, bütün mesele, Baas rejiminin elindeki kimyasal silahlara el koymaksa, bu, 100 bin insanın ölümüne değer miydi? (Not: Şimdi ölü sayısı 300 bin, anladınız siz beni…) Bütün bu kan gölünün sonucunda dünya açısından “rahatlatıcı” tek sonuç, “kimyasalsız Baas” olacak ve bu ülkede süren savaş devam edecekse dünyanın geleceği açısından durum vahimdir. Rusya’nın öne sürdüğü, ABD’nin de önemsediği formül, Baas rejiminin elini yıkamasından ve katliamlarına başka silahlarla devam etmesinden başka bir anlam ifade etmiyor. Bu arada, dünya, “demokrasi dışı” rejimlere sahip iki büyük gücün, Rusya ve Çin’in desteğinde varlığını koruyan, bir başka “demokrasi dışı” güç İran’ın giderek kontrol altına aldığı Baas rejimi ile baş başa kalıyor.”(STAR, 13.Eylül.2013, Dünya sistemi çöküyor!..)
Aylan’ın gerçek katilini bulmak mı istiyorsunuz, söyleyeyim: Vladimir Putin ve Barack Obama. Beşar’ın kimyasal katliamını ört-bas ettikleri gün,Aylan gibi binlerce çocuğun da ölüm fermanını imzalamış oldular. Tabii destekçileri de var: İran, Çin, İsrail, bugün mülteci çaresizliği yaşayan Avrup, bir de bizim Baasçılar…
Aşağılık ihanet süreci…
İnsanlığın sonlandığı son 2 yıl bizim için de ihanet süreci oldu…
Kimyasal kullanmış diktatörün elini sıkanları gördük. Diktatörün medyada borazanlığını yaptılar. İran’ın Suriye’yi işgal planını görmezden gelip, kendi ülkesini “Sünnici” diye suçlayanlarla karşılaştık. İşi DAEŞ’i destekliyor algı operasyonlarına vardıran ihanet şebekeleriyle de tanıştık. Kırmızı ışıkta mendil satmaya çalışan Suriyeli mülteciden iğrenen Beyaz Türk kafaların yorumlarıyla da…
Yetmedi… Kalaşnikofu bir sazın arkasına saklayanlarla buluştuk…
Dün, TSK’nın şerefli bir komutanını tek başına “terör örgütü lideri” suçlamasıyla mahkum edenlerin bugün, yurt dışına kaçtıklarına şahit olduk. Gerilla kamplarını dolaşıp, sakın silah bırakmayın çocuklar diyenleri gördük…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AZİZ ÜSTEL-STAR
“İslam korkusunun kökeninde yatan üç tarih: 1453-1478-1492”
Neyi hatırlatır size 1453? İstanbul’un fethini elbette. Ve Avrupa’da akıllara ziyan bir korku fıertınasının esmeye başlamasını. Din adamları, hükümdarlar, yerel yöneticiler arasında uçuşan felaket haberleri korkunun hepten büyümesine yol açmıştı. Konstantinopolis’den kaçanlar dividi kağıda vuruyor, bu “felaket” haberini iyice abartarak daha da uzaklara yayıyordu. Bütün Hıristiyan dünyası ruhsal bunalımdaydı. Ruteno Kardinali Isidora şehirden kaçabilmesini “balinanın karnından kurtulan Yunus gibi Tanrı da beni dinsizlerin ve gaddar kafirlerin elinden kurtardı”, gibisinden ipe sapa gelmez mektuplar yağdırıyordu hemen herkese. Ve sürdürüyordu: “ Hatta Tanrı bile yüz çevirdi. Bu kente bir zamanlar dinsizler ve gaddar kafirler tarafından Konstantinopolis denilirken şimdi berbat kaderin bir cilvesi sonucu Türkopolis deniliyor ve ben bunun anısına nehirler dolusu gözyaşı akıtıyorum!”
Konstantinopolis fethedilmişti. Bundan sonraki durak neresiydi? Avrupa’nın en büyük korkusu olan Roma’yı yitirme olasılığı hiç de uzak değildi. Fatih’in Batı Roma İmparatorluğu’nun başkentinde de gözü olduğunu bütün Hıristiyan dünyası biliyordu. Bunu büyük torunu Kanuni Sultan Süleyman, bir sonraki yüz yılda kendine hedef seçecek ama çok sık dile getirmeyecekti. Fransız sarayına gelen Venedik elçisine Francois I “Süleyman hep ‘Roma da Roma’ diyor elçi efendi!” diye kaygısını dile getirecekti.
Şimdi, 1204 Latin istilasında İstanbul’un Katolik Haçlılar’ca talan edilip sayısız ganimetin sırtlanıp götürülmesine rağmen sadece 1453 ve Fatih’in izin verdiği üç günlük yağmanın Hıristiyan Avrupa’nın belleğinden hala silinememesinin asıl nedeni İslam mıdır dersiniz?
Gelelim 1478’e yani Engizisyona: Tarihe “Katolik Hükümdarlar” olarak geçecek, gerçek anlamda kökten dinci ve fanatik Kastilya Kraliçesi İsabel’le Aragon Kralı Ferdinand, 18 Ekim 1469’da evlendi. Bu ikili 1478’de Papa IV. Sixtus’un izniyle Engizisyon’u kurguladı. Ve İspanya’da yüzyılardır yan yana yaşayan Katolikler, Müslümanlar ve Yahudiler arasına nifak tohumları ekildi. Artık sıra kitlesel kovulmalara gelmişti.
Ve 1492’de Kristof Kolomp’un öncülüğünde İspanyol’lar yeni dünyaya yayılmaya başlar; arkaları sıra engizisyon da gelir! Aynı yıl Endülüs’deki son Müslümanlar, Katolik Hükümdarlara boyun eğer. Yahudiler İber Yarımadasından kovulur.
Granadanın düşmesinin ardından 1499’da ayaklanan Müslümanlar yatıştırılamaz. Kardinal Cisneros’un sert yöntemleri kısa sürede büyük tepki görür. Ayaklanma ancak 1501’de, güçlükle bastırılır, bu da İsabel’le Ferdinand’ın 1501’de Granada’da, 1502’de de Kastilya’da salt Müslümanlar için bir yasa çıkartmasına neden olur: Sürgün ya da Din Değiştirme! Bu ikisinden birini kabul etmezlerse, üçüncü seçenek toplu ölümdür! Pek çok Müslüman kendini Kuzey Afrika sahillerine atarken, kimileri toplu vaftizlerle Hıristiyan olursa da gizlice namaz kılmayı, Kuran okumayı sürdürür. Eski Hıristiyanlar bu Yeni ve de Sözde Hıristiyanlara kucak açmayacaktır. Bu yasaların ve Hıristiyan Hükümdarların gaddarlığı yanıtsız kalmaz. Kuzey Afrika’ya göç edenlerin içinden Barbaros Hayreddin Paşa salt İspanyol kıyılarını talan edip gemileri altınla doldurmakla kalmaz yüzlerce Müslüman’ı da Tunus ve Cezayir sahillerine taşır…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
FATİME ÖZKAN-STAR
“PKK siyasi çözümden korktuğu için saldırıyor“
Silah bırakıp sınır dışına çıkacağı sözünü dünyayı şahit tutarak veren PKK, Temmuz ortasında Kandil talimatıyla yeniden silaha sarıldı. Öcalan’ın sözünün Kandil’de hükmü yok mu? AK Parti-Erdoğan düşmanlığından PKK dostu olan çevrelerin yürüttüğü algı operasyonunun aksine PKK hangi ülkeye güvenerek Türkiye’ye savaş açtı? HDP 80 vekile rağmen Kandil karşısında neden bu kadar güçsüz? 1996-99 arasında PKK ile devlet arasında “arabuluculuk” yapan, PKK’yı, PKK’yı etkileyen aktörleri-faktörleri ve süreçleri iyi bilen “Balıkçı” lakaplı İlhami Işık ile konuştuk.
IŞIK: Türkiye’de demokrasi, hak ve özgürlükler ne zaman genişlese, Kürtler’in TBMM’de temsili güçlense PKK “devrimci halk savaşı” başlatıyor. Şiddetin, ölümlerin sebebi PKK’dır. İran’ın güdümüne giren Kandil’e karşı HDP’nin tek çaresi ‘silahsızlanın’ diyen Öcalan’dır.
– PKK 11 Temmuz’da ateşkesi neden bitirdi ve 14 Temmuz’da KCK eş başkanı Bese Hozat’ın imzasıyla, 2012 yazındaki gibi yeniden bir devrimci halk savaşını başlattı?
Kurulduğu günden beri PKK’nin izlediği stratejiyi irdelediğimizde siyaseten gelebileceği en yüksek seviyede iken devletin ya da iktidarın ne yaptığından bağımsız olarak tekrar silaha sarılması ve “devrimci halk savaşı” denilen ucubeyi hayata geçirmesi hiç şaşırtıcı değil. Türkler ve Kürtler açısından hiç bir mantığı olmayan, meşruluğunu yitirmiş bu yöntem PKK için pekâlâ savunulacak bir yöntemdir. Kürt ve Kürtlerin hakları adına mücadele ettiğini söylüyorsa da her zaman birinci önceliği örgütün güçlenmesi büyümesi ve söz sahibi olmasıdır. PKK güçlenmek adına Kürtlerin bütün hak ve özgürlüklerini feda edebilecek bir anlayışa sahip olmuştur ve hep öyle davranmıştır.
1991’de Meclis’e girip savaş başlattılar
– Evet ama silahlı Kürt siyasi hareketi, yirmi yılı aşkın süredir bir siyasi partisi varken, 7 Haziran seçimlerinde 80 vekil yüzde 13 oy almış iken neden bu yüksek temsille yetinmiyor?
Bu da yeni değildir. 1991’de Kürtlerin Mecliste temsiliyle yüz yıllık inkârın boşa çıkması durumu yaşanacakken, halkın Emek Partisi ve SHP ittifakıyla iktidar ortağı olma, Kürtlerin tüm taleplerini de siyasi yöntemlerle çözüme götürme durumu yaşanacakken PKK 1 yıl sonra, soğuk savaşın bittiği bir dönemde tıpkı şimdi olduğu gibi silahlı ayaklanma çağrısı yaptı. Botan Behdinan Savaş Hükümeti’ni ilan etti ve binlerce insanin 91 nevrozundan başlayarak katledilmesine sebep oldu. Düşünebiliyor musunuz HEP üzerinden hükümet ortağı olan PKK, bölgede savaş hükümeti kuruyor! Bu stratejinin hiç mantığı, meşruiyeti olabilir mi?
Mevzi kazanmak için öldürüyorlar
– Neden yaptı peki bunu PKK?
Irak’ta körfez müdahalesi olmuştu muazzam lojistik ve alan kazanımı ortaya çıkmıştı. Irak’ta yaşanan boşluğu örgüt çıkarı adına doldurmak, örgüt kazanımlarını birinci öncelik haline getirmek. Ve Türkiye’de Kürtlerin Meclisteki temsilini bir çırpıda yok etme anlayışı. Bugün olduğu gibi bahaneler de hazırdı. Dünyanın en ilkel devletinin bile buna şiddetle karşılık vereceğini bile bile silahlı ayaklanma çağrısı yap, sonra olanlardan devlet sorumlu de. Ölümleri başlatan PKK’dir. PKK örgüt çıkarı adına ilan ettiği ayaklanma çağrısını devletin zaruri şiddet kullanması durumu ile ustaca gizledi. Kimse de ona “sen ayaklanma çağrısı yapmasaydın, devlet şiddet kullanma bahanesi elde edemezdi” diye soramadı ve Türkiye tarihinin en karanlık dönemi olan 1993-1996 sürecine girilmiş oldu. Hem de Mecliste bir efsaneye dönüşen Leyla Zana’lar var iken. Siyasi yöntemlerle sorun çözme imkânı açık iken. Uluslararası koşullar da namüsait iken. PKK’nın kör şiddetini devletin ondan beter kör şiddeti ile gizleyen, oluşan mağduriyetle daha fazla kazanım elde eden bir PKK ile karşı karşıyayız. Ölüm şiddet ve öldürme PKK’nin Irak’ta mevzi kazanmak adına gerekli yegâne ihtiyacıydı ve stratejisini buna göre inşa etti.
Türkiye’ye İsrail ile aynı gün saldırdılar
– 2015 yazında yaşadığımız da bu mudur?
Öncesi var. 2004’de de 1991’in bıktırıcı dejavusuyla karşı karşıya kaldık. Yine yer Irak. Bu defa sadece müdahale değil, işgalle yerle bir edilmiş bir devlet ve büyük bir alan boşluğu. ABD’nin Irak’tan sonra sıra Suriye de dediği günler. PKK’nin arayıp da bulamadığı. Türkiye AB yolunda. Muhafazakârlar iktidarda. 1 Mart teskeresi reddedilmiş. PKK’nin sevdiği klasik kodlamayla askerler hem AB sürecinden, hem ABD’nin muhafazakârların varlığından rahatsız, darbe gerçekleşme ihtimali var. PKK için Türkiye’nin demokratikleşme süreci ve Kürtlerin bu süreçte haklarına kavuşma ihtimali kendisi için hiç öncelikli olmadı. Irak’taki kazanımlarını korumak adına en iyi bildiği şey olan şiddete başvurdu. İnsanın söylerken bile olmaz dediği yıllara geliyoruz. Oslo’da görüşmeler yapılıyor ama PKK için bu yeterli olmuyor. “One minute” ile başlayan kavga insanı daha derin düşüncelere itiyor. İsrail ile kavga klasik anlayışa göre mevcut iktidarın gidici olduğunun işareti olarak görüldüğünden dolayı PKK, Mavi Marmara ile aynı gün İskenderun’a saldırıyor! Keza 2011’de İmralı görüşmelerinde son noktaya gelinmişken İran’ın müdahalesiyle 14 Temmuz’da Silvan’a saldırıyor.
PKK’nın İran ile ilişkileri doruğa çıktı
– Bugüne gelirsek, terör neden başladı?
Bakalım. Seçimden zaferle çıkmışsınız. Dünyada PYD’nin IŞİD’e karşı mücadelesinden ötürü meşru hale gelmişsiniz, Türkiye toplumu barış-çözüm adına size 80 milletvekili kazandırmış. Yüzde 10 barajını asmışsınız ve isteseniz hükümet ortağı oluyorsunuz. Yani devleti yöneteceksiniz ama devletin yanlışları var diye “devrimci halk savaşı” başlatacaksınız. Bunun bir izahı, mantığı var mı? PKK için var. Suriye’de alan hâkimiyeti kazanmış, İran ile ilişkilerini doruğa çıkarmış. Türkiye’deki tüm kazanımlarını, sorunun siyasi yolla çözülmesi imkanını kendisine örgütsel güç anlamında birinci öncelik görmüyor. Esas kazanım Rojava’dır hesabıyla devrimci halk savaşı başlattı. PKK’nın gizlediği esas gerçek bu. Türkiye’deki kazanım, onu şiddetten arındıracak olduğu için savaş başlatıyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
UFUK ULUTAŞ-AKŞAM
“İkiyüzlülük bedava”
Dillerine barış kelimesini pelesenk edenler öldürüyor, savaştan kaçan Suriyelilere cüzzamlı muamelesi yapıp zenofobinin dibine vuranlar ise minik Aylan üzerinden vicdan kasıyor. Evet, bugünlerde dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ikiyüzlülük bedavadan gidiyor. Yazdıkları zenofobik, mülteci karşıtı yazıların mürekkebi kurumamışken veya sarf ettikleri popülist “Suriyelileri geri göndereceğiz” vaatleri hâlâ kulaklarımızdayken kendilerini vicdan konusunda ders verme pozisyonunda gören kerameti kendilerinden menkul aydınlar, popülizmi hümanizme tercih eden siyaset simsarları ortalıkta cirit atıyor. Diğer tarafta ise kamu yararına dernek statüsünde gördükleri PKK’ya sırtılarını ve PKK’lı teröristlerin tabutlarına omuzlarını dayayan HDP’liler ise, terörizmi içselleştirmiş siyasal çevreleri dışında kimseye inandırıcı gelmeyen tonda barış “isterük” diyerek zekalarımızı terörize ediyor.
Minik Aylan, Esed zulmünden kaçarken hayatını kaybeden sayısız Suriyeliden sadece birisi. On binlercesi ise Esed’in kimyasal silahlarıyla, varil bombalarıyla, işkenceleriyle, savaş uçaklarıyla hayatını kaybetti. Fırınlarda, pazar yerinde, evlerinde, harabeye dönmüş sokaklarında Esed’in ölüm makinesinin kurbanı oldular. Binlercesi de Batı’ya iltica etme uğraşı içerisindeyken derme çatma botlarda hayatını kaybedip, insanlığımız gibi karaya vurdular.
Beş senedir Suriyelileri mülteciliğe icbar eden şartların baş sorumlusu Esed ve avanesine karşı çıkan, destek için soluğu Şam’da Esed’in sarayında alan siyasetçilerden Suriyeli sığınmacılara yönelik PEGIDA zihniyetini aratmayacak tonda haberler yapan medyaya kadar herkes birden mültecilerin hamisi kesildi. Yetmedi Esed zulmüne karşı mücadele eden gruplara destek için giden TIR’lara terör iftirasıyla operasyon yapan paraleller bile cürümlerini örtme gayretinde Aylan’ın faturasını bu konuda en büyük gayreti gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kesmeye çalıştılar. Oysa bu konuda Cumhurbaşkanı söylenebilecek en insani cümleyi Aylan’ın babasına etti: “Keşke o denizlere açılmasaydınız da sizi misafir etmeye devam etseydik”. Beş senede Avrupa’ya ulaşan 200,000 civarındaki sığınmacıya kriz gözüyle bakan Avrupa’ya beş senedir 2 milyon sığınmacıya ev sahipliği yapan, iki günde 200,000’i aşkın sığınmacı kabul eden Türkiye’nin Cumhurbaşkanının ders niteliğindeki bu sözünü kimse unutmamalı.
Asker sivil, doktor hamile kadın dinlemeden Türkiye insanını terörize eden PKK’ya hâlâ yere izmarit atmayan çiçek çocuk muamelesi çeken HDP, AK Parti düşmanlıkları sebebiyle PKK ile ittifaka giren Kemalist, paralel, ulusalcı yandaşlar ise yaklaşan seçimlerde kullanmak için “barış” kelimesini iğdiş ettiler. Barıştan anladıkları ise PKK’nın silahlanmaya devam ettiği, “özyönetim” hayalini yaşattığı, seçim sandıklarının içine deste deste HDP’ye verilmiş oy pusulaları koyduğu, PKK’nın sapık ideolojisine uymayan Kürtleri öldürdüğü, “işgalci” olarak gördükleri güvenlik güçlerine karşı “direniş” hakkını kullandığı, kısaca devletin Doğu ve Güneydoğu’yu PKK’ya teslim ettiği bir düzlem. Barış diyerek öldürüyorlar, barış diyerek terörizmi meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Darbeci baro ‘canlı kalkan’ oldu“
2011’de Güneydoğu’da artan terör saldırılarına karşı bayraklı eylemleriyle gündem oluşturan Ankara Barosu’nda ilginç bir değişim yaşanıyor. Baro, düne kadar elinden düşürmediği Türk bayrağını bir tarafa bırakarak, PKK’ya yönelik askeri operasyonların önünü almak için adeta ‘canlı kalkan’ oldu. Baro yöneticileri, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun,
“81 ilde terör saldırılarına karşı
tedbirlerin artırılması amacıyla askerlerin ihtiyaç duyulan her yerde görevlendirilmesi” için yayımladığı genelgenin iptalini istedi. Başvuruyu “Fişleme” iddiasıyla gerekçelendirse de Baro’nun girişiminin savunulacak bir yanı yok.
Ankara Barosu’nun PKK’dan yana tavır almasının aslında bir önemi yok. İster DHKP-C’li, ister MLKP-L’i, ister PKK’lı, isterlerse de Gülenci olabilirler. Üzerinde durmak istediğim konu daha çok bu tür meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşu ve derneklerin bugüne kadar gözümüzden kaçan işlevi. Bu örgütlerin
asıl işlevi devleti kontrol etmek; bizdeki sivil toplum, paralel yapıların yan kuruluşu işlevi görüyor.
Arşivi tararken rast geldiğim bir fotoğraf dikkat çekiciydi; 2011 yılına ait olan fotoğrafta Ankara Barosu, Çukurca’da gerçekleşen terör saldırısına karşı bayraklı eylem gerçekleştiriyor. Peki geçen sürede Ankara Barosu’nu elindeki bayrakları yere atıp PKK bayrakları almaya yönelten gelişme neydi? Bir baro kısa sürede nasıl bu kadar değişebilir? Bu değişim iki üç yöneticisinin gitmesi veya gelmesiyle mümkün değil herhalde. Barolar da diğer çok sayıdaki meslek örgütü ve sivil toplum kuruluşu gibi devlet içi güç mücadelesine göre hareket eden bir yapı. Devlet içindeki çatışmanın uzantısı veya tarafı konumundalar her zaman. Ama bugüne kadar nedense seçilmişlerin tarafına hiç adım atmadılar, hep devlete hâkim olmaya çalışan paralel yapılarla ortak hareket ettiler. Darbe kışkırtıcılığı ve Kürt düşmanlığı yaparken, birdenbire PKK yandaşı olup çıkmaları da AK Parti’ye karşı oluşturulan “kutsal ittifak” ile ilgili. Eski Türkiye’nin muktedirleri ve arkasındaki uluslararası güç,
AK Parti’yi zayıflatabilmek için Kürt kartını masaya sürerek PKK ile ittifak yaptı. Cemaat’in, Doğan grubunun, Cumhuriyet’in, Nişantaşı’nın, sanatçıların, Beyaz Türklerin düne kadar “bölücü terör örgütü”, “bebek katili” olarak markalaştırdığı bir örgütü şimdi yüceltme yarışına girmelerinin sebebi bu değişiklik veya
yeni ittifak ilişkisi. Binalarına dev Türk bayrakları asılı olan Nişantaşı
ve Cihangir’in bugün PKK sempatizanı olacağına kim inanabilirdi?
“Türkiye Türklerindir” sloganıyla gazete çıkaran medya patronunun kanallarında, gazete ve web sitelerinde terör propagandası yapılmasına izin vermesi normal mi? Bazı sanatçılar bile öyle; birkaç sene öncesine kadar gördüğü her kameraya 10. yıl marşını faşist bir ruhla okuyan, Ahmet Kaya’yı linç eden, Kürt düşmanlığı yapan sanatçılar 7 Haziran’da “Oyum PKK’ya -pardon HDP’ye- moduna geçti. Bu değişim gerçekten nasıl mümkün oldu?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
VEDAT BİLGİN-AKŞAM
“Aydınlar neredesiniz!”
Hangi aydınlar mı? Haklı bir soru. Rahmetli Attila İlhan ‘Hangi’ başlıklı bir seri kitap yayımlamıştı, ‘Hangi Batı’yla başlayan bu dizinin içinde doğrudan adı bu olmasa da aydın meselesi, onun hep odak noktasında yer almıştı.
Aydınları ele geçirilmiş, kaybedilmiş bir ülkenin işinin zor olduğu ortadadır; sömürge olmuş veya Batılılaşma operasyonuna maruz kalmış (ki buna gönüllü sömürge durumu demeyi tercih ediyorum) ülkelerin vaziyeti ortadır. Bu durum tespiti bir çaresizlik ifadesi sayılmamalıdır, çare vardır ve ‘tarih boşuna yaşanmış bir şey değildir’. Söylemem odur ki ; aydınlar neredesiniz diye seslenildiğinde, bu sorunun muhatabı olanlar bir blok olarak karşımıza çıkmazlar; çünkü onlar farklı yerlerdedirler.
Kategorizasyonumun resmi aydınlar, poseydo aydınlar, organik aydınlar veya yerli aydınlar şeklinde olduğunu sık sık paylaşıyorum. Şüphesiz bunlara başkaları da eklenebilir. Aydın grupları farklılaştıkça onların durdukları yerin, adına tavır koyduklarının da farklılaşmasının kaçınılmaz olması anlaşılabilir bir haldir.
Bana aydınını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim
Türkiye’de zaman zaman ‘Aydınlar Bildirisi’ diye kamuoyuna yansıyan bildiriler olmuştur. Bunların içinde tarihi bakımdan önemli olanlar olduğu gibi, sadece bir grubun tepkisini ifade eden ve nispi olarak sadece o kesimle sınırlı kalanlar da vardır ve bunların sayısı bir hayli fazladır.
Son zamanlarda kamuoyuna yansıyan iki aydın bildirisi oldu. İçeride ve dışarıda yürütülen kampanya ve bütün medyatik desteğe rağmen her ikisinin de etkisiz kalması, yankı bulmaması, bunların sadece inandırıcılıktan uzak olmasıyla açıklanamaz. Bu mesele bildirileri yayımlayanların ülkeye, kendi halkına, tarihine, kısaca kimliğine bakışıyla da ilgili bir konudur.
Türkiye’nin terörü bitirerek toplumsal barışı kendi imkânlarıyla kurma projesine karşı terör örgütünün Kandil’deki şefleri bir stratejiye dayalı olarak (elbette ki Suriye konjonktürüne bağlı olarak) saldırıya geçtiklerinde, barış projesini kana buladıklarında, bunu ‘devrimci halk savaşı’ gibi basmakalıp sloganlarla açıkça ortaya koydukları halde, tüm bunları yok sayıp, duymazdan gelerek; bu saldırıya Türkiye’nin verdiği cevabı kınayan ‘aydınları’ hatırlıyorsunuzdur! İkisi eksik üçü fazla aynı aydınlar grubu, son olarak, bir işadamı ve onun şirketlerine karşı Mali Suçları Araştırma Kurulu’nun faaliyetleri çerçevesinde sürdürülen operasyonları ‘demokrasiye darbe’ diye niteleyen bildiri yayımladılar.
Bir devin kapanışı
İşin ilginç tarafı, katliam yaparak toplumsal barış projesini engelleyen terör yapılanmasını savunanlar ağza alınamayacak aşağılık bir dille başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devleti suçlarken, ortada milyar dolarlık yolsuzluk iddiaları bulunan soruşturmayı ‘demokrasi’ kapsamına sokarak yine aynı mercilere saldırmaktadırlar. Bunlar arasında yer alan ve onu aşkın sene önce Uzanlar’a yapılan operasyonu alkışlayanlar, şimdi daha işin başında neden soruşturmayı sürdüren savcıların önünü kesmeye çalışmaktadırlar?
Sorun, ne terör örgütünün yeni bölge konjonktürünü fırsata dönüştürmek üzere İran ve Suriye destekli Türkiye’ye dönük saldırıları başlattığını bilmemekle, ne de büyük bir ekonomik yolsuzluk meselesiyle ilgili yürütülen operasyonun mahiyetiyle ilgilidir. Resmi aydınların ve poseydo aydınların ittifakı Türkiye’deki iktidarın değişimine gösterilen tepki üzerinedir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET DOĞAN-VAHDET
“Bu Kanlı Tiyatro Nereye Kadar?”
Sahnede silah var ve kuralı herkes bilir: Sahnede silah varsa o patlar!
Türkiye silaha rağmen “demokratik çözüm” diyebilen tek örnek. Terör dünyanın birçok ülkesinde var ve zaman zaman barış ve çözüm arayışları görülüyor; bütün çözümlerde silahın bir yana bırakılması esas. Türkiye’de öyle olmadı. Çözüm süreci başladığında terör örgütünün silahlı unsurlarının sınır dışına çıkarılması üzerinde anlaşmaya varılmıştı. Bu anlaşma hiç bir zaman uygulanmadı. Uygulamayan taraf bunu bildiği gibi, uygulamaya göre tavır belirlemesi gereken hükümet de bunu çok iyi biliyordu.
Terör örgütünün barış veya demokratik çözüm sürecini fırsata tahvil ettiğinin çok sayıda belirtisi vardı ve bu Mısır’daki sağır sultanın dahi malumu idi. Silahlı unsurlar sınır dışına çıkarılamadığı gibi, süreci kullanarak dağ yapılanması yanında şehir yapılanmasının gelişmesine de fırsat verildi. Gencecik çocuklar dağa götürüldü, böylece kurbanlık kuzu yeni bir kadro oluşturuldu.
Devlet, hükümet kendini güçlü gördüğü anda, süreci bitirir! Dünyanın her yerinde böyle olmuştur. Türkiye’de aksi oldu. Terör örgütü kendini öylesine güçlü gördü ki, kibre kapıldı ve süreci bitirdi. Hem de üfürükten bir bahane ile: Askeri baraj ve askerî yollar yapılıyor! Terör örgütü barışı sona erdirdikten sonra devletin buna bir karşılık vermesi kaçınılmazdı.
Elbette törör örgütünün bunu da hesapladığı aşikâr. Bu durumda halkı işin içine katarak büyük bir ayaklanma, “halk savaşı” başlatmak umulmuş olmalıdır.
Bölgeden her gün şehid haberleri geliyor. Tabiî olarak terörist kayıpları da var. Arada sivil halktan da ölenler oluyor…Şu ana kadar halkın işin içine karıştığına dair ciddi bir emare yok…
Terörün böyle bir ortamda varacağı yer ne olabilir?
Devlete diz çöktürmek mi?
Türkiye demokratik bir devlet olmasa idi, bu kanlı oyun bu kadar uzun sürmezdi. Nitekim İran, kendi teröristlerini bildik metodlarla kolaylıkla yola getiriyor. Türkiye demokrasi içinde kalarak, insan haklarına riayet ederek gayri nizami unsurlara karşı nizami bir karşılık veriyor. Bu kirli savaş böylece ne kadar sürebilir ki?
Dünyanın her yerinde teröre destek olmak büyük suçtur. Fakat Türkiye’de böyle bir suç olmadığı görülüyor. Terörün parelel partisinin yöneticileri terörü öven, teröristleri yücelten, ölülerine sahip çıkan tavırlarıyla Türkiye’nin demokratik hayatını zehirlemekten başka bir şey yapmıyorlar. Bir eliyle askere ateş eden örgüt, diğer eliyle devlet nimetlerini devşiriyor, devlet koruması altında istediği yerde propaganda yapabiliyor.
Türkiye gerçekten demokratiklikte örnek aldığı ülkeleri kat kat aşmış bir devlet. Benzer durumlar İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da veya ABD’de görülse, bu ülkelerinin tepkilerinin Türkiye kadar yumuşak olmayacağı kesindir. Çok daha hafif olaylar karşısında dahi bu ülkelerin gösterdiği şiddetli tepkiler hekesin malumu.
Bu kanlı tiyatroya son vermeliyiz. Bunun en kolay yolu, bölge halkının teröre dur demesidir. Bugüne kadar yaygın olmamakla beraber böyle tepkiler ortaya konulmuştur. Bunun umumileşmesi, yaygınlaşması sonucu belirler. Bunun için, daha doğrusu halkın bezginliğinin işba noktasına gelmesi için zamana ihtiyaç var.
Halk terör örgütünün yönetimini seçebilir mi?
Bu ihtimali varit görmüyoruz. Türkiye’de demokratik düzenin sağladığı rahatlık içinde yaşamaya alışmış, belli bir refaha erişmiş olan halkın baskıcı ve totaliter bir yönetimi reddedeceğini düşünüyoruz.
Elbette “bu ihtimal hiç mümkün değildir” demiyoruz. Etnikçilikden ötürü böyle bir yönetime razı olunabilir! Ama bunun bölge halkı ile sınırlı kalmayan acı sonuçları olacağını asla akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Türkiye her şeye rağmen, etnik ayırımı sistemleştiren bir ülke olmamıştır. En kötü zamanlarında bile hür türlü etnik menşeden vatandaşlar yönetimde yer almış, her türlü tahsil kademesinde okumuş ve ülkenin istediği yerine yerleşebilmiş, mal mülk ve iş güç sahibi olabilmiştir. Güneydoğu halkının seçimi, bütün bunların tersine çevrilmesini gerektirecek kadar olumsuz bir noktaya varamaz. Bu yüzden terör örgütünün halkı işin içine katarak bölgeye hakim olması, ihtimallerin en zayıfı.
Bu durumda, kanlı oyunu seyrederken rol kesen demokrasiden, barıştan, özgürlüklerden bahseden siyasi uzantıların tahrikâr tutumlarının bir hukuki sonucu olmalıdır. Eğer 1 kasım seçimleri onların defterini dürmekle sonuçlanmazsa, bu sonucun çok da geçikmeyeceğini tahmin edebiliriz.
İsmini anarak sütunlarımızı kirletmek istemediğimiz “eş başkan”, bir Avrupa ülkesinde şu anda çok sayıda memleket evladının katline yol açan “demokratik özerklik”i öyle masum bir ifadeyle anlatıyor ki, bulunduğumuz şehirlerda özerklik hendekleri açasımız geliyor!
Silahlı güçler kanlı bir oyun sahnelerken, eş başkan komedyenlikte büyük başarı sağlıyor. Ne diyor bakın: “Biz sadece Kürtler’e özerklik istemiyoruz. Türk seçmene de özerklik vaat ediyoruz”. Tek adam sistemi yerine, yerinden yönetim modeli istiyorlarmış. Türkiye için en uygun birlikte yaşama modeli özerklikmiş. Bu “Herkesin yönetime katılabileceği, bölünmeden, parçalanmadan bir arada demokratikleşmenin sağlanabileceği, çağdaş bir model” imiş. Peki bu kadar muhteşem bir modeli benimsetmek için ille de silah kullanmak mı gerekiyor?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Paralel yapı kaybetti”
Paralel yapı inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybetti. Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur. Kırık plak gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorlar..Düşmanımın düşmanı benim dostumdur anlayışı ile, AK Parti’ye karşı herkesle işbirliğine hazırlar.. CHP, MHP, HDP farketmez. Ya da İsrail, ABD, İngiltere, Vatikan, Almanya, Esed, Sisi de olabilir bu..
Dokundukları kimseye itibar ve şans getirmiyorlar.. CHP için de, MHP için de, HDP için de bu böyle. Kimle işbirliği yaparlarsa onlara bir uğursuzluk bulaşıyor sanki.
Kendi TV’leri, gazeteleri hep aynı şeyi söyleyip durduğu için kendi tabanları bile bıkmış olmalı ki, kendileri bile kapı önlerine bırakılan gazetelerini alıp okuma zahmetine katlanmıyorlar.
Sosyal medyadaki adamları terbiyesiz, ahlaksız, ağzı bozuk tipler. Hakaret, iftira, tehdit, başka bir şey yok. Şecaat arzettiklerini zannederken içlerinde gizledikleri ikinci kişilikleri dışa vuruyorlar sanki.. Öfkeleri akıllarından büyük olduğu için, bu işin muhataplarından çok kendilerine zarar verdiğini bile bilmiyorlar.. O hoşgörü, diyalog hikayesi de böylece bitmiş oluyor.
Bu arada; sanki Abdullah Gül üzerinde yoğunlaşıyorlar.. Fehmi Koru da AK Parti’deki kongre sürecinde sanki Paralelin paralelinde durumdan vazife çıkartma çabasında.. O da Gülen gibi dünyanın en büyük gücü olarak gördükleri, ABD, İsrail ve batıya karşı çıkmak yerine onun sınırlarını çizdiği çerçeve dışına çıkmadan, batıyı karşılarına alarak değil, arkalarına ve yanlarına alarak yola devam etmek istiyorlar.. Hayallerini tartışmasız bir otorite olarak gördükleri batılı kavram ve kurumlarla ifade etmeye çalışıyorlar. AK Parti içinde yeni bir liderlik, yeni bir kadrolaşma ve yeni bir politik kimlik inşası için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar..
Gül’ün çevresinde bu tip bir sürü adam var. İyi de tek başına Gül milletvekili olsa ne yapacak.. Partideki bu kafadaki kriptoya uyan paraleller tasfiye edilecek.. Dahası Gül’ün AK Parti’nin aday kadrosuna kendi ekibini taşıması da mümkün değil. Zaten herkeste böyle bir ön kabul ve tedirginlik varken, bu işin başarılması imkansız. Birileri Gül’ü mayınlı tarlada top oynamaya çağırıyor çünkü. Gül de AK Parti’ye zarar verecek, kendi itibar ve kariyerine zarar verecek, başarı şansı olmayan paralel bir komploya niçin figüran olsun ki.. Paralelcilerin Gül’ü düşündüklerini hiç sanmıyorum.. Eğer Gül’ün çıkışı Erdoğan ve AK Parti’ye zarar vereceğine dair kanaat belirtirlerse Gül’ün zararını hiç hesaba katacaklarını sanmıyorum. Birilerinin Gül aşkı Gül sevgisinden değil, Erdoğan nefretindendir. Yılların politikacısı Gül’ün bunu görmemesi mümkün değil. Sanırım çevresindeki ikiyüzlü, kripto bir takım kişileri daha yakından teşhis etmek için bu konularda konuşmuyor..
3 dönem konusunda paralelciler parti içinde yeterli tepkiyi örgütleyemediler.. Erdoğan için demediklerini bırakmadılar ama o konuda da başarılı olamadılar.. Seçimlerin yenilenmesi, AK Parti’nin içindeki kriptoları temizlemesi için bir fırsata dönüşmesi de artı bir kazanç.
Gül’ün bu şartlarda kongrede ayrı bir baş çekmesi beklenmiyor.. Hele seçim öncesi böyle bir çıkışın ne anlama geleceği çok açık. Onun için Gül üzerinde hesap yapanların hesabı ciddiye alınmaya değmez..
Gül önemli bir figür, Gül kendi yol haritası ve ekibini yeniden kurana kadar birileri onun adı üzerinden spekülasyonlar üretmeye devam edecek. Bu da kendi adı etrafındaki spekülasyonları hep gündemde tutacak.. En basit söylentinin, bazen de tehlikeli gerçeklerden daha tehlikeli olabileceğini hatırlatalım bu vesile ile..
Gül’ün etrafı siyasetin cinleri ile dolu. Onları toplamak zor değil. Bala üşüşen karıncalar gibi gelirler ama onları dağıtmak çok zor.
Gideceği yeri bilmeyen kaptana hiçbir rüzgâr fayda sağlamaz bu arada.. Birileri kalkan trene atlamak için bekliyor.. Bunlarda vefa yoktur.. Onlar her zaman kazanan takımı tutarlar.. Gelen ağaları, giden paşalarıdır.. Kral öldüğü gün yeni kralı alkışlamak için en önde onları görürsünüz.
Paralelciler bakalım bu durumda kimi piyasaya sürecekler.. Kimse yenilecek ata oynamak istemeyeceğine göre, bundan sonra kendilerine yeni adaylar bulmaları zor.
Bu merhalede, AK Partililer hem mevcut paralelcileri tasfiye etmeli hem de yeni kripto paralelcilerin partiye sızmalarının önüne geçmeli yoksa tek başına iktidar olmalarına rağmen kripto isimler, kaseti ve dosyası olanları da yanlarına alıp tek başına iktidar şansını tersyüz edebilirler.. Kaseti, dosyası olanları da liste dışı bırakın yoksa, başınıza gelmedik bela kalmaz…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
On5yirmi5