ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK
“Ölüm ve siyaset”
Bu durumlarda nasıl yazılır?
Dağlıca’da ülkendeki terör ve şiddet tarihin en vahim anlarından birisi yaşandı. Alçakça, ölüm sayısı hesaplanmış, 500 kilo plastik patlayıcı kullanan bir pusu sonucunda, insanın duyduğu sayıyı yazmayı eli varmıyor, 16 asker öldü, şehit oldu önceki gece.
Böyle anlar öfkenin, duygunun dorukta olduğu anlardır. Şiddetin alçaklığı sadece sabır taşırmaz, çaresizliği besler. Çaresizliğin tahrik ettiği, elde bıraktığı da sadece şiddettir.
Böyle durumlarda ne yazılır?
Siyasetten söz etmek bile tepki çeker.
Ancak telaffuz edecek başka kelime yok, sarılacak başka simit yok.
Zihinler askerileşiyor, sert milliyetçi tepki ve refleksler şiddeti bir kez daha siyasi değer haline getiriyor.
Siyaset karşısında ölümcüllüğü ifade eden bu tutum, aynı zamanda çıkış aradığımız sorunun özüne, “şiddet meselesi”ne, “şiddet-siyaset ilişkisi”ne işaret eder.
Bugün karşı karşıya kaldığımız ana mesele budur.
Devlete, siyasi iktidara siyasi süreci yürütemediği, kopuştaki sorumluluğu için tepki duyarsınız. Ama tüm öyküyü, meseleyi anlatmaz.
Mesele aynı zamanda şiddeti bir siyaset aracı olarak kullananların meselesidir.
Mesele, önemli bir yanıyla Kürt sorunu olmaktan daha çok Kürt aktörlerin, Kürt örgütlerinin, Kürt partilerinin isteklerini ve taleplerini hangi yolla elde etmeye giriştikleri sorunudur.
Sorun, benimsenen yolun, yani şiddetin istek ve talep gerçekleştirme ötesinde, bir işlev taşıyıp taşımadığı sorunudur.
Sorun, şiddetin bir kamusal alan kurma ve o alanı denetleme görevi görüp görmediği, siyasi alan askeri alan arasında özdeşliği üretip üretmediği sorunudur.
Evet, Kürt sorununun çözümünde asli güç, hareket etmesi, inisiyatif alması, siyasi alan açması ve siyasi araçlar üretmesi gereken güç öncelikle devlettir.
Ancak bugün üreyen, tüm ülkeyi, siyaseti ve zihinleri kuşatan şiddet, devletin bu tutumundan hareketle açıklanamaz.
Kürt hareketinin şiddeti tepkisel, savunmacı ya da türev şiddet değildir. Sık vurguladığımız gibi stratejik ve kurucu şiddettir.
Şiddeti üreten, Kürt sorununu şiddet merkezli bir hale dönüştüren Kürt siyasi hareketinin izlediği “kurma” stratejisi, “kurucu iktidar” anlayışıdır…
Peki bu tablo karşısında siyasi iktidara düşen nedir?
Kararlılık, önlem, devlet gücünü göstermek…
Bunlara tamam, ama, önlemleri ve çözümü sadece asayiş tedbirlerine indirgeyen sürdürülebilir hiçbir güvenlik stratejisi bulunmadığına göre, bu, her şeyden önce, şiddetle baş edecek bir siyaset ve strateji üretme meselesidir.
Kanaat önderlerinin, aydınların önüne dev bir mesele duruyor, yıllardır duruyor.
Bu mesele ise, taraf olmayı, düz nedensellikleri bir kenara iten ilkesel şiddet karşıtı bir tutum ve duruş üretebilmek meselesidir.
Tavır alırken mağdura, kimliğe değil, önce duruma, talepler ve araçları kuşatan meşruiyete yönelmektir…
Siyaseti ve toplumu ileri-geri, haklı-haksız, biz-onlar, tarihsel, toplumsal ve ekonomik asimetriler arasındaki bir güç mücadalesi olarak algılamaktan uzak durmak…
Haklı-haksız, zorunlu-keyfi, meşru-gayrimeşru, doğru-yanlış milliyetçilik ya da kimlik tanımlarından ve faydacılıktan kaçınmak…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
SALİH TUNA-YENİŞAFAK
“PKK’nın uçakları olsaydı bunları bildiri olarak atardı“
Savaş ortamında orduların “düşman” bellediği mevzilere uçaklardan bildiri atması en klasik psikolojik harp yöntemlerindendir.
Bu bildirilerde karşıt “güçlerin” savaşma azmini kırmak, hülasa, bozgunculuk çıkartmak hedeflenir.
“Türkiye Türklerindir” sloganıyla yayın yapan Aydın Doğan’ın organından, paralelcilerin Can Dündar üzerinden kapattığıCumhuriyet’e kadar bir yığın medya PKK adına işte bu hedefe vuruyor.
Hedefe, yani Mehmetçiğe!
Kardeşlerim, PKK dağda pusudadır, bunlar ovada.
Tuğyan çıkartmak, bozgunculuk yapmak, en aşağılık, en sinsi yöntemlerle Mehmetçiğin moralini bozmak istiyorlar.
Bunun için “Niçin ölüyoruz” manşetini atıyorlar ve bunun için Mehmetçiğin bir şahıs veya makam için savaştığını propaganda ediyorlar.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, “Ben size ölmeyi emrediyorum” dediğinde, “mütareke medyası” bile bunlar kadar adileşmemişti.
En azından, hiçbir şehidin ağzından yalan mektup üretmemişlerdi.
Bakınız…
ABD kendi topraklarından kaç bin kilometre ötedeki Irak’ı işgal ederken kaybettiği askerlerinin ardından Amerika medyası, “Askerlerimiz Beyaz Saray veya Bush uğruna öldü” demedi. Kaldı ki, Irak, ABD topraklarına saldırmamıştı. ABD asker veya polisine pusu kuran herhangi bir Irak örgütü de yoktu.
Halbuki…
Bu ülkenin askeri, ABD askeri gibi başka ülkeleri işgal ederken değil, kendi öz vatanının güvenliğini savunurken katlediliyor.
Peki bu ülkede yayın yapan haysiyet yoksunu merkez medya ne yapıyor?
Ne yapacak, Mehmetçiği katledenler yerine, bu ülkenin cumhurbaşkanına saldırıyor.
Bunların fikir ağalarını biliyorsunuz…
Milli çözüm sürecinde de barışa karşı çıkmışlar, dağlara koşup, “AKP size ne verdi de silah bırakıyorsunuz” demişler, Kandil’dekilerin önüne yatıp “aman silah bırakmayın” yollu ağlamışlardı. Bütün bu kepazelikler, nihayetinde “Mehmetçiği öldürmeye devam edin” demekti.
Nitekim, bölge konjonktürünü iyi okumakla övünen PKK da hazır ABD tarafından “Kara gücümüz” diyerek sırtı sıvazlanmışken, harekete geçti.
Merkez medya o günden bu güne en sinsi yöntemlerle, PKK’nın propagandasını yapıyor.
Bütün dünyanın terör örgütü olarak tanıdığı PKK’nın propagandasını yapmak, “ne güzel pusu kuruyorsunuz, aferin” demek değildir.
PKK’nın hedef seçtiği makama ve lidere ateş etmek, bu uğurda iftiranın en pespayesini atmak, Mehmetçiğin azmini kıracak her türlü tezviri üretmektir.
Hiçbir ülkenin merkez medyası kendi askerini arkadan böyle kahpece süngülemez.
Hiçbir ülkenin merkez medyası, kendi askerinin arkasındaki millet desteğini bozguna uğratmaya çalışmaz.
Şayet bugün PKK terör örgütünün elinde uçak olsaydı, propaganda yapmak için ayrıca bildiri yazıp atmasına gerek duymazdı.
Aydın Doğan’ın Hürriyet’ini, Demirtaş’ın demeçlerini, paralelcilerin Sözcü’sünü, Taraf’ını, Cumhuriyet’ini, ve mülâanecilerin şehidimizin ağzından uydurduğu mektubu atmaları yeter de artardı.
PKK terör örgütünün uçağı yok ama, Aydın Doğan’ın Mehmetçiğe karşı psikolojik harp mesabesindeki bozguncu manşetlerini memleketin dört bir yanına yayan dağıtım ağı, haber ajansı, CNN Türk’ü falan var.
Köşe yazısınının tamamını okumak için tıklayınız
ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK
“Sabır taşı olsa çatlar…”
Herkesin son derece dikkatli olması gereken; hassas mı hassas bir dönemden geçiyoruz…
“Sabır taşı olsa çatlar!” sözünü Anglosakson ve Frankofon dillerine çevirmeniz olası değildir…
Şehit olan Kurmay Yarbay İlker Çelikcan Harp Akademileri’nde öğrencimdi… Kederimi tarif etmem mümkün değildir…
Ulusal Yas ilan edilmesi düşünülüyormuş. Milli Birlik ve Beraberlik Günü ilan etmek daha doğru olur…
Bir ara gözüm (Eş)Başkan Selahattin Demirtaş’ın Twitter hesabından yollanan Dağlıca Açıklaması’na takıldı. Aynen alıyorum:
“Öldürmenin gerekçesi olamaz, insanlarımızı ölüme sürmenin de. Her gün hepimizi kahreden ölüm haberleri kaderimiz de olamaz.
Dün Dağlıca’da yitirdiğimiz kardeşlerimize, Cizre’de yitirdiğimiz küçük çocuklarımıza Allahtan rahmet, yakınlarına ve halkımıza başsağlığı diliyorum.
Halkın yoksul çocuklarına sadece ölümü reva gören, annelerin barış düşüne kan sıçratan savaş politikalarına teslim olmayacağız.
Kin ve nefret kusmak yerine bu felaket tezgâhından çıkışın yollarını hep birlikte bulmak zorundayız.
Koşullar ne kadar zor olursa olsun Barış’ta ve kardeşlikte ısrar etmek dışında her yol bizleri insanlığımızdan uzaklaştırır, acılarımızı derinleştirir. Allah hepimize sabır ve akılla davranma dirayeti nasip etsin. Hepimizin başı sağ olsun.”
80 milletvekili ile Meclise girecek kadar hayli geniş bir millî sol ittifakı sağlamış olan HDP’nin tarihî bir fırsatı nasıl bozuk para gibi harcamış olduğu konusunda kafalarında hâlâ tereddütleri olanlar varsa, yukarıdaki açıklamanın satır aralarını okumaları onlara çok yardımcı olacaktır…
Bir de Silahlı Kuvvetler bünyesinden çok yakın bir dostumun yolladığı e-posta mesajını buraya almak istiyorum… Onun da satır aralarına bakılmalı…
Gerçekliğin (realite) tam tersine hakikat hiçbir zaman ayan beyan ortada olmazmış zaten, değil mi? Satır aralarında görülebilirmiş ancak… O da görebilene:
“Terör ve terörist konusunda Komutan/Lider olarak hep dikkat ettiğimiz bir hususu paylaşmak istedim. Teröristle mücadele edenler için ‘Şehit vermeden nasıl operasyon icra ederim?’ sorusu planlamanın temel kriterlerinden biridir.
Esas olan ise ‘Aklın akılla mücadelesidir’. Alınan tedbirlerin her zaman geçici koruyucular olduğu unutulmamalıdır. (Çelik başlık, çelik yelek, zırhlı araç, sürat vb.) Örneğin zırhlı araçlar, 50-100 Kg’lık c4 patlayıcıya karşı koruma sağlıyorsa, terörist 400 Kg. c4 kullanabilir (Dağlıca’da olduğu gibi). Bu nedenle de teröristle mücadelede Komutanın liderlik vasfı ön plana çıkar. Kanla öğrenilmiş bilgi ve deneyimin aktarılması hem ustalık işi, hem de çok hassas konudur.
Şehit olmak en yüce onurdur… O halde Komutanın unutmaması gereken önemli hususlar ise şöyle sıralanabilir:
1. Terör ile Devlet mücadele eder, (Hükümetler gelir, gider ama devlet kalır. Yani bu konuda Hükümet politikası değil Devlet politikası gerekir.)
2. Terorist ile Polis, Jandarma, Asker ve devletin diğerkurumları topyekûn mücadele ederler. (Jandarma ve Polis terörle mücadeleye yeterli gelmez ise Asker devreye girer. Onun için Jandarma hem polis ile beraber hem asker ile beraber mücadele eder. Çünkü askerdir ama savaşmak için savaş çıkmasını beklemeyen bir asker…)
Birinci bölüm hata yaparsa ikinci bölümdekiler Şehit olur.
İkinci bölümdekiler hata yaparsa yine ikinci bölümdekiler Şehit olur.
İkinci bölümdekiler hatalarından ders aldıkça, tecrübe kazandıkça daha az Şehit olurlar, ama yine de Şehit olurlar.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
NAZİF GÜRDOĞAN-YENİŞAFAK
“Amerika’nın çivisini çıkardığı Ortadoğu’da göç çilesi”
Ortadoğu bin yıldan bu yana, onlarca farklı din, mezhep ve etnik kökenden insanlara kapılarını açmış, yerin altı kadar yerin üstü de, zengin olan bir coğrafyadır. Peygamberler ülkesi Ortadoğu, son yıllarda Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler arasındaki yıkıcı iktidar çatışmalarının ağırlık merkezi oldu. Mekke sözlü, Medine yüzlü Kudüs, Ortadoğu’nun, “Yunus izli Mevlana çizgili” birlikte yaşama kentidir. Kudüs’te çatışma olursa, Ortadoğu’da uzlaşma olmaz. Bağdat ağlarsa Şam gülmez.
*
Türklerin, Ortadoğu’dan çekilmesiyle, bozulan uyum ve düzeni, Bölge ve Avrupa ülkeleri yeniden kurmakta büyük bir başarısızlığa uğradı.Amerika’nın Irak’ı işgali, Ortadoğu’nun kalbine, iki yanı keskin bir kılıç gibi saplandı. Amerika dünyanın bütün denizlerini denetim altında tutan, uçak ve savaş gemileriyle, “Ortadoğu Cenneti”ne çevirdi. Türklerin 1517’den 1917’ye kadar özenle korudukları “Ortadoğu Barışı” buharlaştı. Emevilerin, Abbasilerin, Osmanlıların şehirleri yakıldı yıkıldı.
*
Ortadoğu’da Amerikalılar, İsrailliler öldürmeye, Filistinliler, Iraklılar, Suriyeliler, Lübnanlılar, Yemenliler, ölmeye doymuyor. “Birkaç aya kalmaz, yönetimler değişir, çatışmalar biter” deniliyordu. Yıllar geçti, Ortadoğu’da ne savaşlar bitti, ne de ölümler. Petrol denizi üzerinde yüzen Ortadoğu ülkeleri, dünyadan petrol ithal eden ülkeler konumuna düştü. Göçmen olmak zorunda kalan Filistinli ŞairMahmut Derviş’in, “Soruşturma” şiirinde vurguladığı gibi: Yine de Ortadoğu “Çılgın bir dünyanın sarsamadığı / Çağların ötesinde/ Zamanın ötesinde” kökleri olan, gizemli bir “Yeryüzü Cenneti”dir.
*
Ortadoğu’nun dayatmacı yönetimlerinin, gösteriş düşkünü, yetersiz ve yeteneksiz yöneticilerinin başlattıkları savaşlar, büyük göçlere yol açtı. Kanlı iç savaşların yaşandığı Ortadoğu ülkelerinden komşu ülkelere ve Avrupa ülkelerine yönelen, sonu gelmeyen göç dalgaları, bütün dünyanın gündeminde ilk sırayı aldı. Avrupa ülkelerinin bencilliği yüzünden, Akdeniz’de dünyanın en büyük göçmen mezarlığı oluştu. Gelecek kuşaklar, geriye dönüp baktıklarında, son iki yüzyılın en dehşet verici kan dökücüleri olarak, Amerikalı ve Avrupalısıyla Batı dünyasını görecekler.
*
Araplar Avrupa topraklarına yeni ayak basmıyorlar. İspanya’ya 711 yılında geldiler, 1492 yılına kadar yüzyıllarca Avrupa topraklarında yaşadılar. Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın bütün açıklığıyla ortaya koyduğu gibi, “İbn Rüşd”, Avrupa’nın her ülkesinde, “Avrupa’yı aydınlatan düşünür” olarak kabul edilir. Prof. Dr Philip K.Hitti, İbn Haldun’u Avrupa’da Alplerin “Mont Blanc”ı, Asya’da Himalayaların “Everest”i olarak görür. Avrupa’da düşünce adına ne varsa, hepsiEndülüs’ten ödünç alındı.
*
Ortadoğu’dan Avrupa’ya göçlerle, yeni bir ödeşme dönemi başladı. Ortadoğu ve Avrupa arasında karşılıklı ziyaretler yapıldı. Geçmişte silahla gelenler, silahla geri gittiler. Müslüman ve Hristiyan mahallelerinin birbirine karıştığı dünyada Avrupa’nın, kapılarını Ortadoğulu göçmenlere kapaması büyük nankörlük olur. Kaldı ki, her Avrupa ülkesinde zaten bir Ortadoğu var.
*
İnsanın nasıl bir gözü ağlarken, bir gözü gülmezse, sınırların altüst olduğu bir dünyada da, bir ülke ağlarken, bir ülke gülmez.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“1 Kasım seçimleri mutlaka yapılacaktır”
ATV ve A Haber ortak yayınında arkadaşımız Melih Altınok’un sorularına cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “1 Kasım seçimleri, Yüksek Seçim Kurulu’nun belirlediği takvim uyarınca mutlaka yapılacaktır” şeklindeki açıklaması, acaba birilerini rahatsız etmiş midir? Örneğin bu “Birileri” siyasi geleceklerini PKK terörünün bölge seçmeni üzerindeki baskıcı ağırlığına endeksleyenler olamaz mı?
Bu vesile ile siyasete dönük “Beklentiler”i bu beklentileri oluşturan nedenleri ve odakları daha ciddi biçimde tahlil ettikten sonra oluşturmanın daha doğru olacağını artık görmemiz gerekiyor… Bunu yapmadığımız takdirde hayal kırıklıkları ve beklenmeyen sonuçlarla şimdi olduğu gibi karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Neye niyet neye kısmet
Örneğin 7 Haziran seçimlerine girerken toplumdaki yaygın beklenti HDP’nin seçim barajını aşıp TBMM’ye girmesi yönünde değil miydi? Böylece Kürt seçmenler TBMM’de daha etkin biçimde temsil edilecekler ve “Açılım Süreci” eskisinden daha kararlı biçimde nihai sonuca ulaşabilecekti.
HDP barajı geçti ama sonuç beklenenden çok farklı oldu. Meşru siyasetin bir öğesi olan ve arkasında seçmen desteği bulunan HDP’nin bir anda yüzünü Ankara’ya değil Kandil’e döndürdüğüne tanık olduk… HDP’nin sözcüleri PKK’nın sözcüleriymiş gibi konuşmaya başladılar. Ve tırmandırılan teröre bu kesim bir türlü karşı çıkamadı, teröre “Terör” diyemediler…
HDP’nin beklentisi
Toplumun barışa, uzlaşmaya ve çözüme dönük beklentileri böylece havaya uçuruldu.
Ve şimdi HDP sözcüleri Güneydoğu’daki terör eylemlerini bahane ederek 1 Kasım seçimlerinin yapılabilmesinin zorluğundan ve seçim güvenliğinin tehlikede olduğundan söz ediyorlar. Kısacası şimdi gündemde onların 1 Kasım seçimlerinin yapılamamasına dönük beklentileri var… Bu beklentiler muhtemelen HDP’lilerin 7 Haziran’da aldıkları sonucun tekrar edilemeyeceğinden ötürü ürküntü duymalarından kaynaklanmakta olabilir.
Rehavet bitti
Bu da çok doğaldır… Çünkü devlet “Açılım Süreci”nden kaynaklanan rehavetinden nihayet sıyrılmıştır. Sandıklardaki kayıtlı seçmen sayısından fazla HDP’ye çıkan oylar, sanki bölgede tek parti seçime katılmış gibi oy dağılımı olması, “Seçim güvenliği” kavramına da başka bir boyut getirmiştir… Bu arada HDP’ye verilen “Ödünç oylar”ın sahiplerinin de yaşananlardan ders almış olmaları muhtemeldir.
Kısacası seçimin yapılamaması beklentisi içinde bulunanların sayı ile kendilerine gelmeleri gerekiyor. Çünkü sonunda devlet kendine gelmiştir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
EMRE AKÖZ-SABAH
“Örgütün taktiği: Ulaşımı kesmek”
Dün bu satırları yazarken, Genelkurmay Başkanlığı Dağlıca’daki şehit sayısına ilişkin bir açıklama yapmamıştı.
Diyeceksiniz ki: “Ha bir şehit, ha yirmi bir şehit… Hepsi vahim değil mi?”
Elbette öyle…
Ancak arada şöyle bir fark var: Bir askerimiz çatışma sırasında şehit olduğunda, olayın anlaşılır bir yönü var.
Buna karşılık, çok sayıda askerimiz kısacık bir zaman diliminde şehit düştüğünde, insan ister istemez “Nasıl oluyor da oluyor” diyerek sorumlu aramaya başlıyor.
Çözüm Süreci sırasında, Ankara bölgede gerçekten sağlam kalekollar (kale gibi güvenli karakollar) inşa etmiş… PKK da “Kalekol yapmayı bırakmazsanız, sizin niyetinizin başka olduğuna karar vereceğiz” demişti.
Gelişmeleri bilmeyen birisi, bunun samimi bir itiraz olduğunu sanır. Halbuki Çözüm Sürecine en azından bu haliyle inanmayan PKK… Aynı anda silah ve patlayıcı depoluyor; ateşkesten önce verdiği kayıpları, yeni Kürt gençlerle kapatmaya çalışıyordu.
Çözüm Sürecine kuşkuyla yaklaşan bir başka aktör de orduydu… Geçen 30 yılda PKK’yı iyi tanımış olan Silahlı Kuvvetler, örgüt komutanlarının “kendilerini garantiye almadan” Çözüme “evet” demeyeceklerini gayet iyi biliyordu.
Öyle görünüyor ki PKK’nın strateji ve taktiklerine vakıf olmalarına karşın… Bir noktayı ya atladılar ya da yeteri kadar önlem almadılar. Şöyle:
Eskiden PKK sınır karakollarına saldırırdı. Hatta bunu iyi silahlanmış 100-150 militanla yaptığı için, “terör örgütü” nitelemesi, teknik açıdan çok yetersiz bir tabirdi.
Şimdilerde taktik değiştirdi:
Kalekollara saldırmak yerine onların kontrol etmesi gereken çevreyle bağlantısını kesmeye çalışıyor.
Amacı askerin, karakola gelmesini engellemek; içeri girdiğinde ise çıkmamasını sağlamak…
Yani örgüt, karakolları adeta birer hapishaneye çevirme hevesinde. Sebebi basit: Karakoldan çıkmadığında asker işlevsiz kalır.
Bu hal devam ederse, ordu saldırı ağırlığını hava kuvvetlerine kaydıracaktır ki sanırım örgüt o durumda daha az zayiat vereceğini öngörüyor. Asimetrik savaş yapan militana karşı uçakla saldırmak, sineği öldürmek için balyoz kullanmaya benziyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BURHANETTİN DURAN-SABAH
“Bir terör örgütü daha ne ister?”
Dünyamızda terör, hayatın, istenmeyen ama kaçınılamayan bir parçası. İster etnik ayrılıkçı ister dinci- aşırı kökenli olsun, terör birçok devletin gündeminin ilk sırasında.
Demokratik ülkeler terörle mücadele ederken hukuk devleti sınırları dışına çıkmamaya özen gösterirler. Bu özeni gösterebilmenin olmazsa olmaz şartı kamuoyunun terörü lanetlemede birleşmesidir. İktidarda hangi partinin olduğuna bakılmaksızın devletin terörle mücadelesine muhalefet de medya da destek verir.
Batı Avrupa ve ABD medyasının terör konusunda ne kadar “devletlü” olabildiklerine 11 Eylül’den Charlie Hebdo saldırısına kadar birçok olayda tanık olduk. Uluslararası güçlerin terör örgütlerine yaptıkları açık ya da örtülü yardımları kesmek ya da sınırlandırmak da bu iç dayanışma sayesinde mümkün olur.
***
Bugün PKK terörü ile mücadele eden Türkiye’de çok kritik bir durumla karşı karşıyayız. PKK’nın Suriye iç savaşından beslenmesinden, Kuzey Suriye’de kurduğu “kantonlardan,” uluslararası medyada DAİŞ karşısında savaşan güç olarak meşrulaştırılmasından, İran ve Almanya’dan destek görmesinden bahsetmiyorum.
El Hak, bunların hepsi PKK ile mücadeleyi zorlaştıran boyutlar. Ancak daha sıkıntılı ve farklı bir süreçten geçtiğimiz kanaatindeyim:
İç kamuoyunun teröre yaklaşımındaki bölünme ülkemizi tehlikeli bir sarmala sürüklüyor.
İki yıldır yaşadığımız siyasi kutuplaşma terörle mücadeleyi gittikçe rayından çıkarıyor. Dağlıca saldırısının Doğan ve Gülen medyasında verilme şekli, hele sosyal medya paylaşımları demokratik bir ülke medyasından hayli uzakta.
1 Kasım seçimlerine odaklanan muhalefetin terörü kınamak yerine cumhurbaşkanını ve AK Parti’yi “terörün sebebi” olarak göstermesi demokratik eleştiri hakkının kullanılması ile açıklanamaz. Türkiye’de muhalefet, bir akıl tutulması yaşıyor. Muhalifleri, AK Parti’yi çözüm sürecini iyi yönetememekle eleştirmiyor, “dökülen kanın müsebbibi” olmakla, “seçim için savaş çıkarmakla” suçluyorlar.
Mevcut durum, PKK’nın “devletle değil AK Parti hükümeti ile savaşıyoruz” söyleminin muhalefeti tamamen kuşattığı anlamına geliyor. Bu efsunlu kuşatma gerçekten çılgınca bir hal aldı. Kimi zaman “Nazi Almanya’sı 2015” benzetmesi ile kendini gösteriyor. Bazen de “minik Aylan’ın, ya da şehit polisin katili sizsiniz” suçlaması ile.
Demokratik rekabetin sınırları dışına taşan bu suçlamalar bir iktidar kavgasının tezahürü elbet. Ancak hedef artık sadece AK Parti değil, Türkiye’nin terörle mücadele kapasitesi ve meşruiyeti. Acilen bunun farkına varılmalı.
Güvenlik güçlerinin teknik donanımı, istihbaratı ve stratejileri terörle mücadelede kuşkusuz kritik öneme sahip. Lakin muhalefet aşırı sert söylemleriyle terörle mücadelenin demokratik meşruiyetini tarumar ediyor. PKK’nın AK Parti’nin “hakkından geldiğini” düşünenler Türkiye’nin menfaatlerini de hedef aldıklarını gözden kaçırıyorlar. Demem o ki, PKK terörü meşrulaştırmakta herhalde hiçbir dönemde bugünkü kadar rahat bir ortam bulmadı.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“ETA ve IRA Dağlıca’yı da üstlenmedi! Ne olacak şimdi?”
Haber eski ama bir zihniyeti deşifre etmesi açısından önemli ve oldukça yeni… “Eski” dediğime bakmayın, üç-dört gün kadar önce Doğan Akın’ın “T24” sitesinde okumuştum.
Önce başlığı hatırlayalım: “Mardin’de yola döşenen patlayıcı infilak ettirildi, dört polis hayatını kaybetti!”
Dileyen, internetten, arama motorlarını devreye sokarak haberin aslına ulaşabilir.
Neymiş?
Mardin’in Dargeçit ilçesinde, yola döşenen mayının infilak ettirilmesi sonucu bir emniyet amiri ve üç polis memuru hayatını kaybetmiş.
Site, “şehit” ifadesini kullanmıyor.
Bunun inançlarla ilgili bir tercih olduğu düşünülebilir. Şöyle söylenebilir: “T24 sakinleri, görevi başında öldürülen insanlar için bu ifadeyi kullanmıyor. Belki de şehit sözcüğünü alerjik buluyorlardır. İnanç meselesi. Saygı duyalım.”
Fakat saygı duyamıyoruz.
Bunun inançlarla ilgili bir tercih olduğunu da düşünmüyoruz.
Daha doğrusu düşünemiyoruz.
Çünkü aynı arkadaşlar (bazı haberlerinde ve yorumlarında), içinde “şehit” geçen cümleler kuruyorlar/kurabiliyorlar… “Basın şehidi filanca” gibi…
Demek ki “şehit” sözcüğüyle bir alıp veremedikleri yok.
Şehitliği sadece askere ya da polise yakıştırmıyorlar.
Bu kısmı geçelim. Hangi meslek grubundan insanları “şehit” ilan edeceklerine biz karar verecek değiliz. Sonuçta (inançlarla değilse de) tercihlerle ilgili bir durum. “İdeolojik tercih”ten bahsediyorum… Mümkündür. Geçelim ve asıl bombaya gelelim.
Haberin başlığına (özellikle “fiil” bildiren ifadeye) bir kez daha dikkatinizi çekmek istiyorum: “Mardin’de yola döşenen patlayıcı infilak ettirildi, dört polis hayatını kaybetti!”
Burada üzerinde duracağımız konu, “ettirildi” fiili.
Başlık, “PKK’nın yola döşediği mayın patladı, dört polis hayatını kaybetti!” biçiminde düzenlenseydi, bu yazıya gerek kalmayacaktı.
Fakat arkadaşlarımız, “PKK” ifadesini kullanmaktan hoşlanmıyor. Metinde geçse bile, başlığa çıkarmamaya özen gösteriyor. Metindeki kullanımında da problemler var ama oraya sonra geleceğiz.
Başlığın bize söylediği şey şu:
Birileri (bir gizli el), yola patlayıcı döşüyor. Sonra bu patlayıcıyı infilak “ettiriliyor…” Ve polislerimiz hayatını kaybediyor. Patlayıcıyı döşeyen eli bilmediğimiz için, doğal olarak “infilak ettiren” eli de bilmiyoruz. Çünkü “T24” bu işi PKK’nın yaptığını söylemiyor/söylemek istemiyor. Bu ifadeyi (yukarıda da söylediğim gibi) başlığa da çıkarmak istemiyor. Bunun yerine “alıntılar” kullanıyor. Doğan Haber Ajansı ve Anadolu Ajansı’nın geçtiği bilgileri paylaşıyor. Nesnel gazetecilik yapıyor. Mesela, “Saldırıyı PKK’nın yaptığı belirtilirken…” diye bir ifade kullanıyor. (Bunu, DHA ve AA “belirtmiş…” Kendileri belirtemiyorlar!)
Nesnel gazetecilik devreye girmeyiversin… Peşinden şöyle bir cümle geliyor: “PKK’ya yakın internet sitelerinde ise saldırı henüz üstlenilmedi.”
PKK üstlenmediğine göre, saldırıyı hangi örgüt yapmış olabilir?
ETA ya da IRA olabilir mi?
Neden olmasın!
Fakat küçük bir düzeltme yapmamız gerekiyor: Evet, ETA ve IRA da “ayrılık” fikrini savunan örgütler; yakın zamana kadar yola patlayıcı döşemek, karakol basmak, şehirlerde bomba patlatmak, köprü ve menfez uçurmak, sivil öldürmek, dağa adam kaldırmak gibi eylemler yapıyorlardı ama bu iş için daha çok İrlanda ve İspanya vahalarını kullanıyorlardı. Dolayısıyla, ETA ve IRA uzak ihtimal gibi görünüyor. Ayrıca, “bu örgütlere yakın internet sitelerinde” saldırı henüz üstlenilmedi.(ETA ve IRA, Dağlıca saldırısını da üstlenmedi.)
Başka bir örgüt olabilir mi?
Mesela PKK?
PKK’nın “eylem sahası” olarak Türkiye’yi seçtiğini düşünürsek, bu işi PKK’nın yapmış olma ihtimali, “daha güçlü bir ihtimal” olarak belirmiyor mu?
Efendim?
Olabilir mi?
O zaman ne diye “ettirildi” gibi tuhaf ifadeler kullanarak hem Türkçenizi hem ahlakınızı bozuyorsunuz? “Bu işi PKK yapmıştır” demek çok mu zor?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ÖZAY ŞENDİR-STAR
“1 ile 20 arasındaki fark”
Bu hasta mantığı Soma’da da görmüştük. Toprak altında 302 madenci can vermiş, o hastalıklı kafa halen “ölü sayısı daha fazla açıklamıyorlar” diyordu. Ölen insanların sayısı arttıkça acının katlanacağını düşünen bir grup var Türkiye’de.
Dağlıca’da gerçekleştirilen alçak saldırının ardından durmadan rakamlar üfürüyorlar. O hastalıklı mantığa göre Pazar sabahı Diyarbakır’da verilen 2 şehit çok önemli bir sayı değil.
Abaküsle saymayı öğrensek ya da bir matematik işlemi yapıyor olsak sayılar arasındaki farkları konuşalım. Oysa yaşamdan söz ediyoruz. Şehit söz konusu olduğunda bir bile yeterince büyük bir sayı ama nedense anlamak istemiyorlar…
***
Dün gece Türkiye-Hollanda maçının son 20 dakikasında yayılmaya başladı acı haber. Sabah verilen 2 şehidin haberi bu sonucun gölgesinde kalır diye düşünmüştüm bir ara.
Sonra acı haber geldi, haber kanalları yayınlarını Dağlıca olayına kaydırdı, maç falan kalmadı kimsenin aklında.
Haberturk Tv’de bilmem hangi iki ülkenin maçının yayını devam etti, bence kesmeleri gerekirdi, kimsenin maç görecek hali yoktu. Ankara muhabirleri hemen görev başına geçtiler haliyle.
Başbakan Davutoğlu’yla beraber Konya’ya giden Ankara temsilcilerinin telefonları işledi durdu. Çoğuna kaç şehit diye soruldu, yazık, rakamlara göre acı duyma eğilimi bu…
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Atv-A Haber ortak yayınında Melih Altınok’un sorularını yanıtladı. Sosyal medya etkileşimi en fazla olan televizyon programı oldu bu Türkiye’nin.
En acısı söylenen onlarca önemli analiz cümlesini bırakıp da hala şehit sayısı merakını gideremeyenlerin durumuydu.
Bir de 400 vekil tartışması başlatıldı. Programda “çarpıtma var” denilerek aynı yere 3 kere açıklık getirilmek durumunda kalındı Üzücü olduğu kadar garip de bir gece oldu. Eskiden en azından acılarda buluşabilen insanlardık biz, ne oldu bize böyle?
***
Hoş ne olduğu belli aslında… Milli maçlar neden Konya’da oynandı? Zira İstanbul’daki taraftalar için kendi tuttukları takımlar Milli Takım’dan daha önemli hale geldi, bırakın desteği köstek olmaya başladı taraftar.
Türkiye bu değildi, bu olmamalı zaten… Şehit sayısına göre üzüntü baremi olmaz, olamaz…
Herkes şehit sayısını konuşuyordu bu yazıyı yazarken, daha rakam belli değildi. Oysa her bir şehit önce kendi ocağına sonra tüm ocaklara ateş düşürür.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
CEREN KENAR-TÜRKİYE
“Benim için öldürme”
Dağlıca’dan korkunç haberler gelirken, PKK’nın pususu sonucu bu ülkenin gençlerinin ölüm haberleri düşerken medyada, muazzam bir manipülasyonla gündem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemediği sözler oldu.
Hürriyet, Zaman, Cumhuriyet gibi gazetelerin girişimi ile bir anda gündem değişti. Yalan olduğu anında kanıtlanan ifadeler gerçek muamelesi gördü.
Şehitlerin acısı, katili bir anda gizlendi.
Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu bile saldırıyı kınarken, PKK’nın ismini değil, Erdoğan’ı zikretti.
Bu bir akıl tutulması değil. Bu bir seçim kampanyası. PKK ile mesafe koymayan, liderinin Türkiye ordusunu tehdit ettiği, milletvekillerinin militanlarına sevkiyat yaptığı, yardım ettiği bir partinin seçim kampanyası. HDP’nin imajını koruma çabası.
Savaşın günahını, vahşi şiddetin yıkımını bir siyasetçiye yıkarak, HDP’yi, PKK’yı bu korkunç tabloda aklama çabası.
Böyle bir ortamda PKK niye silah bıraksın? Katliamlarından sorumlu tutulmazken, işlediği cinayetler konuşulmazken PKK mevcut yapısını değiştirmeye neden çalışsın? O öldürürken, Cumhurbaşkanı suçlanırken PKK neden öldürmeye son versin?
Yükünü hiç hissetmedikleri, bedelini ödemedikleri bir savaş konusunda Cihangir çoktan kararını vermiş görünüyor.
Dün küçümsedikleri, desteklemedikleri bir barış sürecini PKK’nın sabote etmesi ile rahat bir nefes almışlar gibi sanki. Dün barış süreci üzerinden vurdukları AK Parti’ye bugün PKK’nin ihlal ettiği ateşkesin sona ermesi ile çatışma ortamı üzerinden vuruyorlar.
Peki ya savaşı her gün hisseden Kürtler? Çatışma ortamını herkesten çok hisseden Kürtler? Onlar ne düşünüyor?
Kürt çocuklarına savaşçı olmayı reva gören, bölgede barış ve huzur getiren bir süreci ihlal eden, siyaset düşmanı gaddar bir örgüt hakkında ne düşünüyor Kürtler?
Elbette Kürtler diye yekpare bir grup yok, PKK ve HDP konusunda farklı görüşler mevcut.
Lakin Kürtler sloganı “Türkiye Türklerindir” olan, çözüm süreci nedeniyle AK Parti ile yollarını ayıran siyasi grupların manipülasyonunda mı arayacak kendi geleceklerini?
TRT Kurdi’nin dün özel yayınında gazeteci İbrahim Yörük, Şırnak’ta halkın sokakta olduğunu ve Dağlıca’daki saldırıyı protesto ettiklerini söylüyordu.
Diyarbakır Suriçi’nde mülakat yapan AL Jazeera ekibine mahalle sakinleri “İki polisi kapımın önünde öldürdüler. Ciğerim yanıyor, bu vatanın evlatları birer birer yere düşüyor.” diyor.
Şırnak’ta PKK’nın kaçırmaya çalıştığı asker ve ailesini, araya girip Şırnaklı ahali PKK’dan kurtarıyor.
Ne askerî operasyonların, ne de çözüm sürecinin silah bıraktıramadığı PKK’ya silah bıraktırabilecek yegane güç Kürtler.
Askeri vesayeti yenmek için on yıllar boyunca mücadele eden Türkiyeliler gibi, şimdi Kürtlerin de kendi askeri vesayetleri ile yüzleşmesi elzem.
Kürt siyasi hareketini askeri vesayetin PR kurumundan, Kürtler’in Demokrat Parti geleneğine dönüştürebilecek bir mücadelenin başlaması şart.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT
“Kim, kime, niçin saldırıyor!“
Bu saldırı Türkiye’ye.. Tetikçinin kim olduğu çok önemli değil. Saldırganı tanıyoruz.. Dün soğuk savaşın savaşan tarafları, aynı ülkenin çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerinden efendilerine iktidar ve servet üretiyorlardı, bugün kardeş olup ittifak kurdular, Sağ’ı, Sol’u, milliyetçi ya da dinci geçineni, Erdoğan ve AK Parti üzerinden Türkiye’yi vurmaya çalışıyorlar.. Hedefleri Türkiye’yi Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Yemen’e, Ukrayna’ya, Afganistan’a çevirmek..
Siyasetteki ve ekonomideki belirsizlik, bölgede yaşanan sıcak olaylar birilerinin iştahını kabartmış olmalı.
Saldırganların arkasında İsrail’in şahinleri var, ABD’nin Neoconları var, Esed, Sisi, Tapınakçılar, İngiliz, Fransız, Alman, Vatikan, kimi ararsan varlar.. Zaten tek başına Almanya varsa Amerikan, İngiliz, Fransız, Rusya, Vatikan, İsrail orada var demektir. Daha önce de yazdım, Almanya işgal altında bir ülke.. Orada Amerikan, İngiliz, Fransız derin devletlerinin kripto kadroları var. Köln, daha doğrusu Kuzey Ren Vestfalya, Strasbourg ya da Fransa’nın Alsas Leoren bölgesi gibi özel bir bölge. Bu bölgeler Vatikan’ın kontrat bölgeleri.. Almanya Yahudilere mahkum bir ülke öte yandan. Doğu Almanya’yla birleşirken aslında başka bir mirası daha devraldı. Bütün bu karmaşık yapının gerisinde zincire mahkûm bir Almanya var ayrıca..
Geçen gün Kandil’e yapılan hava operasyonunda bir Alman ajanı öldürüldü.. Suriye’de, Irakta, PKK kamplarında MOSSAD’a bağlı ya da Esed’in muhaberatına bağlı, Yunan, Alman, İngiliz, Fransız bir sürü ajan var. Kimi gazeteci kılığında sözde sivil toplum örgütü temsilcisi. Kimi silah sağlıyor, kimi istihbarat, kimi lojistik sağlıyor, kimi eğitim veriyor..
PKK artık büyük ölçüde taşeron bir örgüt. Yabancı ülke istihbaratlarının kullandığı bir terör örgütü. DAEŞ’in içinde de, PKK ya da PYD’de de bunlar var.. Bir yandan etnik, öte yandan ideolojik, beri yandan din temelli mezhebi bir çatışmanın temellerini atmaya çalışıyorlar.. Batılılar yangına körükle gidiyorlar..
PKK artık bir Kürt hareketi değil. Kürtleri öldürüyor ya da ölüme sürüklüyor. Yakın gelecekte Apo’dan da ayrılırlar.. HDP de dağılır.
Bunlar Türkiye’de büyük bir bölümü korucu olan Zaza’larla da savaşıyorlar.. Yarın Barzani ile de savaşırlar.. Dindar Kürtlerle de savaşırlar.. Şimdiki terör saldırılarında da yine Kürtleri vuruyorlar, işyerlerine zarar veriyorlar.. Belediye otobüsü, ambulans bakmıyorlar ki.. Asker dediğin de yine Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü karışık değil mi? Türk dediğinin ortağı, komşusu, gelini, damadı kim..
Kör bir terör saldırısının ardından gelen askeri operasyonlarda ölenler kim. Onların halası, amcası, teyzesi, gelinleri, damatları kim bakın bakalım. PKK sadece Türklere değil, Kürtlere de kötülük ediyor..
Bu saldırılar sadece İsrail’i, İslam düşmanlarını sevindiriyor..
Bu iş en çok Kürtlere zarar veriyor.. İnsanlar evlerinden, işlerinden oluyor. Tarlalarını ekemiyor, sürülerini otlatamıyor.. Çocuklarını okutamıyor. Yazık değil mi? Bütün bunlar niçin? 90’lı yıllarda yaşananlar geride kaldı. Ama birileri o günlere geri dönmek istiyor. Bugün gelinen nokta, 90’larda hayal bile edilemezdi.. Dünün mazlumları sanki bugünün zalimleri oldular..
Hele de bir oğlu dağda, bir oğlu askerde ananın halini düşünün, damadı Kürt, gelini Türk ya da Arap bir babayı düşünün.. Bu fitne ateşine odun taşıyanların elleri kurusun..
Karanlığın en koyu anı, aydınlığa en yakın olduğu zamandır. Zulm ile abad olunmaz.. Zulmün kemali, zeval vaktini gösterir..
Bu kirli ve kanlı oyun artık bitmeli.. Derin devleti, Tapınakçıları, Paralel yapısı, DAEŞ’i ya da PKK’sı ve onun uzantıları ile medya, mafya, sermaye, siyaset, bürokrasi ve STK içindeki ajanları ile deşifre oldular.. Topyekûn saldırıyorlar.. Bu biraz da korku ve çaresizliklerinden kaynaklanıyor. Deşifre oldular.. Bu süreci bir fırsat olarak değerlendirmek istiyorlar.. Ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar, ama işte en fazla yapabildikleri bu.. Millet bu karanlık çevrelere prim vermiyor, bunların yalanlarına inanmıyor, bunların peşlerine takılmıyor…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız