ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK
“Yeter artık Edi bese Assez! That’s enough Basta! Das is genug”
İspanya’ya gittiğimde ilk işim Madrid tren istasyonuna gitmek oldu.
İspanya da bizim gibi yıllarca terörle ve darbelerle boğuşan bir ülke.
Ama onlarda bizden farklı bir şey var.
O sır İspanya sokaklarında saklı.
O sır İspanya Parlamentosu’nda saklı
O sır Madrid tren istasyonunda saklı.
Albay Tejero darbe yapıp, İspanya Parlamentosunu basınca, Kral’ın çağrısı, El Pais Gazetesinin özel baskı yaparak halkı parlamentoya sahip çıkmaya çağırması ve İspanyol halkının duyarlılığı sonucunda halk Parlamento binasının etrafında toplanmıştı.
Halkın demokrasiye sahip çıkması üzerine Albay Tejero teslim olmak zorunda kalmış ve o tarihten bu yana İspanya’da kimse darbe yapmayı aklına getirmemişti.
Ayrılıkçı ETA terör örgütü Madrid tren istasyonunda 11 Mart 2004’de 191 kişinin öldüğü 800 kişinin yaralandığı eylemi gerçekleştirdiğinde büyük bir zafer elde ettiğine inanıyordu.
Ancak Madrid tren istasyonuna konulan bombalar İspanyolların yüreğinde patladı.
Tarih 13 Mart 2004’ü gösteriyordu.
2 milyonu başkent Madrid’te olmak üzere 12 milyon İspanyol ülke genelinde teröre karşı yürüdü.
ETA’nın bu durumda terörle mücadeleyi sonlandırdığını açıklamaktan başka çaresi kalmamıştı.
İspanya’da sessiz milyonların gücü önce demokrasiyi kurtardı sonra terörü sonlandırdı.
12 kişinin yaşamını yitirdiği Charlie Hebdo baskınından 4 gün sonraydı.
Paris sokaklarında her dilden, her dinden, her renkten, her milletten 1.5 milyon insan teröre karşı yürüdü.
Elele kol kola.
En ön safta Hollande’ın, Merkel’in, Cameron’ın, Başbakan Davutoğlu’nun yer aldığı 50 ülkeden liderler yürüdü, arkalarından ise milyonlar…
İnsanlık bir şeyi keşfetti.
Terörle mücadelede en etkili yöntemin tanklar, toplar, savaş uçakları ve bombalar olmadığını gördü.
Terörle mücadelede en büyük güç, sessiz milyonların sesiydi.
Milyonlar Fransızca, ”Assez! ”, İngilizce, ”That’s enough”, İspanyolca, “Basta!”, Almanca, “Das is genug” dediler.
“Yeter artık”
Yarın biz de PKK terörüne karşı Türkçe” Yeter artık ” Kürtçe, ”Edi bese” diyeceğiz.
Bir dilde daha sesleneceğiz.
O da anaların gözyaşlarının dili olacak.
Anaların gözyaşı karşısında sönmeyen hiçbir ateş yok.
30 yıldır terörle mücadele ediyoruz.
40 bin canımız, milyarlarca dolar paramız daha da önemlisi kardeşliğimiz gitti.
20 Temmuz’dan bu yana 114 şehidimiz var.
Her güne yeni bir şehit haberiyle uyanıyor, her gece acıyla yatıyoruz.
PKK ile mücadelede çok şeyi yaptık ama bir şeyi yapamadık.
Sessiz milyonlar olarak sokaklara dökülüp teröre dur diyemedik.
İşte yarın saat 16.30’da Ankara’da Sıhhiye’de teröre dur demek için yürüyeceğiz.
TOBB’un öncülüğünde 14 sivil toplum kuruluşunun düzenlediği teröre karşı yürüyüşte yerimizi alacağız.
Biz Türküz, biz Kürtüz, biz Sünniyiz, biz Aleviyiz.
Biz şehit ailesiyiz, biz yüreği yaralı anneyiz, evladını kaybetmiş babayız.
Hülasa biz hep birlikte Türkiye’yiz.
Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun dediği gibi:
“Gün komşuna sarılma günü. Gün Türk’ün Kürd’e, Kürd’ünTürk’e, Alevi’nin Sünni’ye, Sünni’nin Alevi’ye el uzatma günüdür. Gün bir olma, iri olma, diri olma günüdür”
İstiyoruz ki bu ülkede tek bir damla kan dökülmesin.
İstiyoruz ki bu ülkede bayrağa sarılı şehit cenazeleri gelmesin.
Türk’ün çocuğu askerde şehit düşmesin.
Kürdün çocuğu dağlarda ölmesin.
Şehit ailelerinin evlerinden Türkçe, Kürtçe ağıtlar yükselmesin.
Anaların yüreği yanmasın
Onun için, “bayrağımızı alıp” gideceğiz.
Bilinmeli bu bayrak Kürde karşı sallanmayacak.
Çünkü o bayrak rengini hem Türk’ün, hem Kürd’ün kanından alıyor.
Hiçbir partinin, kuruluşun, derneğin, siyasi görüşün bayrağı, sloganı olmayacak.
Teröre karşı yürüyüşte en çok dikkat edilmesi gereken nokta, bu yürüyüşün Kürtlere karşı bir yürüyüşe dönüştürülmemesi olmalı.
Çünkü biz Kürt-Türk ele ele yürüyeceğiz.
Çünkü ölen bizim çocuklarımız.
O nedenle 30 yıldır evlatlarını terörü kurban veren bizler, bir 30 yıl daha terör belasıyla boğuşmamak için, ”Yeter artık” dileyeceğiz.
Bu geç kalmış bir yürüyüş.
Belki 80’lerde yapsaydık bunu 90’lar cehennemi yaşanmayacaktı.
90’larda yapsaydık bu günlerde şehit cenazeleri kaldırıyor olmazdık.
Geç de olsa yarın sizi meydanlara bekliyoruz.
Hani Nemrut, putları ilah edinmediği İbrahim Halil Peygamberi mancınıkla ateşe atmıştı ya…. Nemrut o kadar ateş yığmıştı ki, hayvanlar ateşten korkmuş kaçmıştı.
Bu sırada bir karınca ağzında bir damla suyla telaşlı bir şekilde alevleri göklere yükselen ateşe doğru yaklaşıyormuş.
“Nereye gidiyorsun” diye sormuşlar.
“Nemrut Hazreti İbrahim’i ateşe atacakmış. O ateşi söndürmeye gidiyorum” karşılığını vermiş.
“O ateş çok büyük. Senin bir damla suyun onu söndüremez”demişler.
Karınca yorgun bacaklarının üstünde doğrulmuş.
Köşe yazısının tamamını okumak tıklayınız
FATMA BARBAROSOĞLU-YENİŞAFAK
“Merhamet borsası ve Cüneyt Özdemir’in ekran dili”
Pazar akşamı CNN Türk’te Cüneyt Özdemir’in Almanya’nın Suriyeli mültecilere “kucak” açışını haberleştiren dosyasını dinliyorum.
Durup durup da birden kucak açan (çok değil iki gün sonra kucaklarını nasıl kapattıklarının haberini okuyacaktık) Almanya’yı Cüneyt Özdemir övmelere doyamıyor. Özdemir o kadar kamp gördüm bu kadar temizini, nezihini görmedim diyerek Almanya güzellemesi yaparken; Türkiye asıllı Alman milletvekilleri, gayet soğukkanlı ve eleştirel bir mesafe ile duruma el koyuyorlar.
Cüneyt Özdemir sunumu ile, mültecilere “misafir” odasını açan Merkel’i yere göğe koyamazken Almanya vatandaşları gayet gerçekçi bir dil ile gelenlere niye kucak açıldığını anlatıyorlar.
Almanya mülteci pazarında “seçim” yapmaktadır: “Okumuşlar bize, cahiller Türkiye’ye.”
Ama siz haberin diline inanmak istiyorsunuz değil mi?
Aylan bebeğin bedeni kıyıya vurunca, Alman kamuoyu ayağa kalkınca…
Kamuoyu vicdanının devlet politikalarını ayağa kaldırma gücüne ben dahi inanmak isterdim. Ama mülteciler üzerinden kurulmuş olan merhamet borsası inancıma engel.
Almanya gibi gelecek 50 yılını hasarsız geçirmek üzere en titiz çalışmaları yapan, Avrupa liderliğine yürüyen bir ülke hiç niyeti yokken bir gün bir bebeğin bedeni sahile çıkınca almış olduğu kararlardan vazgeçmez!!!!
Aylan bebeğe kadar ne bebekler, ne çocuklar öldü.
Aylan bebeğin cansız bedeni fotografik bir “şölen”e dönüştürülüp “başkasının acısı” seyredilir, paylaşılır hale gelince mi merhametiniz kabardı!
Aylan bebeğin cennete uçan ruhu ile merhametinizin kabardığına İnanmak isterdim. Aşk ile şevk ile inanmak isterdim.
Ama nasıl spekülatörler “doların ayarı” için bir hikaye beklentisi içine girip kasalarını dolduruyorsa, Almanya’nın göçmen politikası da Suriyeli genç diplomalıları çiçeklerle karşılamak için bir hikaye bekliyordu.
Aylan bebeğin hafızalardan silinmeyecek fotoğrafı “beklenen hikaye”den fazlasına sahipti.
Doğum oranı gittikçe düşen Almanya genç ve eğitimli Suriyelileri ülkesine çiçeklerle kabul ederken bir taraftan damarlarında donma tehlikesi geçiren kanına can pompalama girişiminde bulunmuş oldu diğer taraftan II.Dünya Savaşı’ndaki imajını “en medeni,en sorumluluk sahibi Avrupa ülkesi” imajı üzerinden restore etmiş oldu.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK
Yeni yalanımız “PKK, HDP’ye zarar veriyor”
Evet, bu seçimlerin favori aldatmacası da bu kampanya olacak. Oysa bu da “HDP barajı geçemezse musluklardan kan akacak” kurgusundan daha farklı değil.
Aynı zamanda bir siyasetçi olarak HDP’nin barajı geçip geçmemesi zerre kadar umurumda değil.
7 Haziran’dan önce de siyasi rekabet veya çıkarılacak vekil açısından da umurumda değildi.
Benim için HDP’nin hangi ittifakın içinde yer alacağı önemliydi. Çünkü bu Türkiye’nin geleceğini ilgilendiriyordu.
3 Ocak 2013 tarihinde kamuoyuna ilan edilen Çözüm Süreci’nde, PKK’nın tavrı karşısında, HDP kendisine şiddetten arınmış bir siyasi alan yaratmak için samimi bir kıpırdanma içinde olsaydı dahi, bu Türkiye için çok değerli bir imkan olurdu.
HDP üzerindeki PKK etkisi, bu işin kolay olmadığına dair gerekçeler üretmek çok anlamlı değil.
Bu gerekçeleri hepimiz biliyor ve gerekli avansı sağlıyor, gerçekçiliği de muhafaza ediyorduk. Uzun yıllar şiddetle yoğrulmuş bir ortamdan, Gerry Adams’ların, Gandilerin çıkmayacağını öngörmüştük.
Beklenen, ufak bir farklılaşma belirtisi, iyiniyetle yapılan, PKK tarafından hemen değersizleştirilen, ama bizlerin gönlünü fethedecek, desteğimizi alacak bir kıpırtıydı.
6-8 Ekim ayaklanma çağrısına kadar, ümidimi muhafaza etmeye çalıştım. Ama HDP, eşbaşkanlar ve parti, 6-8 Ekim çağrısını yaparak, her krizi derinleştirmeye çalışarak, sürekli yalan ve iftiralara başvurarak yerleştikleri yeri, gerçek niyetlerini açıkça belli ettiler.
Açıkçası, bu HDP beni hiç ümitlendirmediği gibi, korkutuyor da. PKK ile farklılaşacağına, şiddete karşı siyaseti güçlendireceklerine dair hiçbir ümidim yok.
Ama bu sadece HDP’nin olumlu anlamda pozisyon almayı becerememesi, buna hazır olmaması veya bu rolü reddetmesi ile sınırlı değil.
HDP, atıl kalmıyor, bilakis, oldukça proaktif ve kararlı bir şekilde siyaset alanında kendisine değil, PKK’ya yer açıyor. Şiddeti, ülkedeki iktidar kavgasının merkezinde bir kaldıraç olarak gördüğü gibi, aldığı medya desteği ile Batı ve Doğu’da şiddeti meşru bir politik araç olarak normalleştiriyor.
Ben 7 Haziran öncesinde, tercihini böyle yapmış bir HDP’nin, Meclis’e giremezse değil, girerse çatışmaların başlayacağını ifade etmiştim.
Eski oligarşi ve paralel medya, dış destek ve MHP dahil muhalefetin korumasında, HDP üzerinden Çözüm Süreci’nin barış, birlik özü zehirlenerek, şiddet AK Parti’yi hal etmenin meşru bir aracı olarak normalleştirildi.
Öyle oldu ki, seçmenler barış söylemiyle Batı’da, baraj ve zor yoluyla Doğu’da kandırıldı, oysa alınan oylar HDP’ye değil, PKK’ya gitti.
Çözüm Süreci’nin HDP’nin 80 vekil çıkardığı bir ortamda PKK tarafından bitirilmesinin bu ülkede hiçbir gerekçesi yokken, 22 Temmuz’da çatışmaları/infazları başlattı. Ülkede şiddet yoluyla kaos yaratmanın düğmesine bastı. HDP de siyasi alanı kırma görevini üstlendi.
Eski merkez oligarşi ve paralel medyasının desteği ile barışı Sayın Erdoğan’ın bitirdiği kampanyasını yaptılar. Kürtlerin bağrına bastığı, en çok sevgi saygı duymaları gereken Erdoğan’ı şeytanlaştırdılar. Bir yandan Hürriyet “400 vekil verilseydi Dağlıca olmazdı” yalanını üretirken, cemaatin Nokta’sı Sayın Cumhurbaşkanı’nı şehitler önünde selfi çekerken montajlayacak kadar alçaklaştı.
Kılıçdaroğlu, Bahçeli ve HDP eşbaşkanlarından bir tanesi bile çıkıp, “Bu kadar da olmaz” demediği gibi, bu iftiraların üzerine atladılar.
Hepimizin saygı duyduğu Leyla Zana içinde Cizre yalanlarının da yer aldığı, “Bursa’da ne varsa Cizre’de o olsun, iki taraf da silahları sustursun” diye sade suya tirit açıklamalar yaptı.
Hasan Cemal’i, Cengiz Çandar’ı başta bilumum jiletçi ve jiletçi olmaya aday “aydın” tiplemesi, HDP’yi PKK algısından korumak için algı operasyonu başlattı. Sanki ortada barışı savunan, PKK’ya direnen bir HDP var da biz haksızlık yapıyoruz.
Keşke olsaydı, o zaman barışı savunan HDP’ye saldıracaklar, bizler ise savunacaktık. Emin olun.
Demirtaş oyların düştüğünü görünce emanet oy sahiplerine dönük “Bodrum Cizre’den uzak değil” tehdidini üretti. Bu “musluklardan kan akacak” tehdidinin beyaz Türklere uyarlanmış versiyonudur.
Karşımızda “HDP’ye giden oyların meyvelerini verdiğini söyleyen ve HDP’ye oy isteyen KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın sözleri var.
Böyle günlerde abuk sabuk çağrılar yapan, sureti haktan görünüp gerçeği eğip büken değil, bu tabloyu doğru okuyan ve korkmadan bunu dillendiren aydın ve siyasetçilere ihtiyaç var.
PKK bölgeyi kantonlaştırıp, hükümeti düşürüp, Cumhurbaşkanı’nı yalnızlaştırabilseydi, bu cevvallikleri göstermeyeceklerdi.
Ama şimdi hızla PKK’ya yardım gitmesi, aynı anda da HDP’nin seçimler için makyajlanması gerekiyor.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AHMET KEKEÇ-STAR
“Madem öyle, Erdoğan’ın tuzağına düşmeyin!”
Malum cemaat dergisinin rezil kapağı da elbette aynı tezi işliyordu: “Erdoğan 400 milletvekili istediği için bu kadar insan ölüyor.”
Erdoğan 400 milletvekili istemeden önce de aynı şeyleri yazıp çiziyorlardı, “Ne yapsak da çözüm sürecini akamete uğratsak, ne yapsak da yeniden çatışma sürecini başlatsak?” diye her türlü melanet senaryosuna balıklama atlıyorlardı.
Hep böyleydiler…
Birileri dağlara vurmuştu: “Sakın silah bırakmayın” diyordu.
Biricik özelliği Wolfowitz’e mikrofonluk yapmak olan zat, Kürtlerle Türkleri kardeş kılan vasata saldırıyordu.
Doğan Medya Grubu, çözüm sürecini itibarsızlaştırmak için neredeyse şapkadan tavşan çıkarıyordu.
Kürt kanaat önderlerinin “şiddeti tecrit eden” açıklamalarına rağmen bile, bir kısım Beyaz Türk, PKK terörünü “anlayışla” karşılayan yazılar yazıyordu.
Maksat, sivil siyaseti sıkıştırmaktı…
Demokratik açılımlar bu kesimi mutlu etmedi çünkü.
Olağanüstü Hal’in kaldırılmasından ve “haklar” temelindeki iyileştirmelerden de mutlu olmadılar.
Hep mutsuzdular…
Devlet Kürtçe televizyon kanalı açar. Mutsuz olurlar.
Kürt dili “yasak” olmaktan çıkarılır… Mutsuz olurlar.
Üniversitelerde lisans düzeyinde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü açılır… Mutsuz olurlar.
Kürtçe şarkı söylemenin bile ağır yaptırımlara bağlandığı sol ve sağ hükümetler döneminden, her şeyin rahatlıkla konuşulabildiği, her fikrin kendisine ifade kanalı bulabildiği, sivil hükümet dönemine geçilir… Mutsuz olurlar.
Bu mutsuzlardan biri, “Kürt sorununu çözelim derken, bir Türk sorunu yaratmayalım” demişti.
Hani, HDP’nin (o dönemki BDP’nin) seçim otobüsünde zılgıt çekerken yakalanan hanımefendi.
Bir ara, hükümetin duble yollarla bölgeye şiddet götüreceğini öne sürmüştü. Sıkı PKK’cı bir görüntü veriyordu. Ne zaman ki müzakereler başladı, çözüm umudu belirdi, HDP’nin isteği üzerine İmralı devreye sokuldu, HDP otobüsünden inip “Türkiye Türkleridir” otobüsüne bindi ve “Kürtlere verilen hakların istikbalde bir Türk sorununa yol açacağı” düşüncesini seslendirmeye başladı. Bugünlerde yeniden HDP otobüsünde görüyoruz onu ve hiç şaşırmıyoruz. Aynı otobüsün müdavimleriyle birlikte, bu kez, “Erdoğan’ın 400 milletvekili hırsı terör gailesini başımıza serdi” tezini işliyor ve bu düşünceye taraftarlar bulmaya çalışıyor.
O zaman soralım bu “400”cü taifesine:
Erdoğan istediği için mi Bese Hozat “Devrimci halk savaşı başlamıştır” çağrısı yaptı?
Erdoğan istediği için mi Demirtaş militanlarını sokağa döküp 53 Kürt vatandaşını katlettirdi?
Erdoğan istediği için mi kentler silah deposu haline getirildi?
Erdoğan istediği için mi uykudaki polisler kurşunlandı?
Erdoğan istiyor diye mi yollara mayınlar döşeniyor?
Erdoğan istiyor diye mi insanlar “iç savaşın kanlı cehennemine” çağrılıyor?
Efendim, yeniden çatışma süreci Erdoğan’ın 400 milletvekili hedefine hizmet ediyor. Ne kadar çok şehit gelirse, AKP o kadar oyunu artırır. 400 milletvekili PKK’nın sonu demektir. Bu tuzağa düşmeyelim…
Düşmeyin o zaman.
Erdoğan’ın elindeki (sizin tabirinizle) “savaş oyuncağını” alın.
Birimlerinize, birliklerinize, militanlarınıza “Biraz sakin olun, asker ve polis öldürmeyin, sivilleri taramayın, yol kesmeyin, dağa adam kaldırmayın, haraç toplamayın” çağrısı yapın.
Koşulsuz ateşkes isteyin ve “savaşçılarınızı” silah bırakmaya zorlayın.
Ki, Erdoğan 400 milletvekili hedefine ulaşamasın, PKK da yok olmaktan kurtulsun.
Şu aşamada gerillaya silah
bıraktıramayız…
Niye?
Sözümüz geçmez.
Sözünüzün geçmeyecekse, ne diye HDP’yi yüksek oy oranıyla parlamentoya
taşıdınız?
Ne diye insanları terörize ettiniz?
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
AZİZ ÜSTEL-STAR
“Hedef ülke Türkiye (III) Türkiye parçalanacak!”
ABD’deki İsrail uzantılarının Türkiye’nin Güneydoğusu’nu kapsayan bir Kürt devleti peşinde olduğu su götürmez bir gerçektir. Ancak Türkiye’yi parçalama senaryoları salt Güneydoğu’yla sınırlı değildir. Hesapta tüm Türkiye’yi kapsayan bir federasyon modeli durmaktadır. Federasyonun bir adım ötesiyse tam anlamıyla bir dağılmadır.
ABD Dışişleri Bakanlığının uzun dönem politikalarına yön veren İstihbarat ve Araştırma Bölümü’nün (INR) CIA’yla ortak hazırladığı, “ÇOK GİZLİ” damgalı rapor Yunan İstihbarat Birimi KYP’ye yakınlığıyla bilinen Stohos gazetesinde yayınlandı. Rapor Türkiye’nin Kürt sorununun çözmek için federasyondan başka çaresi olmadığını vurguluyordu. Federasyonlaşmış Türkiye’de uluslararası kimliğe sahip olacak, nüfusu 10 milyonu geçmeyecek İstanbul Federasyonu çok etkili bir konuma yerleştirilecekti.
Stohos Gazetesi’nde yayınlanan haberin başlığıysa ilginçti: “Türkiye’nin bölgesel bir güç olmaması için tek çözüm: FEDERASYON!” Haber şöyle devam ediyordu: “Türkiye Cumhuriyeti, Yugoslavya modelinde olduğunca Federasyona dönüştürülecek. Federasyon tasarısının ana unsuruysa Kürtler!”
Dış Politika konularında uzman gazeteci Özcan Buze “İstanbul’un başkent olmamasıyla federasyon tasarısı daha kolay gerçekleşebilir” diyor. “Eğer İstanbul başkent olsa ülkenin geri kalanını koparmak hiç de kolay olmayacak. İstanbul’un özel statüye sahip bir devletçiğe (eyalete, kantona) dönüşmesini birçok ülke destekleyecektir. Örneğin Yunanistan gerek ulusalcı gerekse dini nedenlerle bu formülün en büyük destekçisi olacaktır. Hele de ABD ‘İstanbul’u Güney Avrupa, Orta Doğu hatta Afrika’nın finans merkezi yapacağız’ dedi mi, İstanbul sermayesi özel statüyü de, İstanbul’un Türkiye Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını da hemen kabullenir.”
Ancak üzerinde nedense durulmayan, Türkiye’nin orta ve alt gelir grupları üzerinde çok büyük etkisi tartışılmaz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve TSK’nın sergileyeceği duruştur. Ayrıca Anadolu sermayesinin bu bölünmeye sıcak bakmayacağı da kesindir. Dahası “Kürtler” diyerek cumhuriyetin Kürt kökenli yurttaşlarını aynı kefeye koymak da mümkün değildir ve Kürtlerin çok büyük bir bölümü ülkenin parçalanmasına karşı çıkacaktır, çıkmaktadır da.
Stohos Gazetesinde yayınlanan raporu hazırlayanların başında İsrail bağlantısı kanıtlanmış, Yahudi Geroge Harris var. Harris ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye Masası sorumlusu. Raporda imzası olan bir başka kişiyse Türkiye eski Büyük Elçisi Morton Abramowitz. Washington çevreleri, Harris-Abramowitz ikilisinin her fırsatta Türkiye’nin bölüneceğini gündeme getirdiklerini söylüyor.
Kürt sorununun gerçek mimarı
Abramowitz, ABD’nin Türkiye eski Büyük Elçisi, CIA, FBI, SIA, DIA gibi ABD istihbarat birimleri arasında koordinasyonu sağlayan kişidir. Aynı zamanda Committe 208’in de üyesi. Bu komite ABD’nin üçüncü dünya ülkelerindeki eylemlerini yakından izliyor. Darbe yanlıları ya da terör örgütleriyle ilişki kuruyor, onlara maddi destek sağlıyor. Şimdilerdeyse İran, Irak ve Türkiye’deki Kürt ayrılıkçı hareketine yön veriyor, eksiklerini gideriyor, gerek ABD gerekse de İsrail üzerinden.
Abramowitz, Haziran 1994’te bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya bazı milletvekillerinin yanı sıra PKK terör örgütünün temsilcileri de çağrılmıştı. Milletvekilleri PKK’lıların geleceğini bilmiyorlardı. Bu “raslantı” Türkiye Cumhuriyeti’yle PKK arasında “müzakerelerin” başlangıcı olacaktı. Yani Abramowitz gibi Türk dostu (?!) MOSSAD ajanlarının arabulucuğuyla Türkiye-PKK’yla masaya oturacak, Güneydoğu Anadolu’yu terk etmeye zorlanacak böylece de Türkiye topraklarını da içine alacak Kürt devletinin temeli atılacaktı. PKK’lıların geleceğini öğrenen Türk milletvekilleri Washington’a gitmeyince toplantı iptal edildi. ABD’nin niyeti bellidir. “Büyük ağabey” ve “uzlaştırıcı” rolü oynayarak Türkiye’nin bölünmesine çanak tutmaktır. Abramowitz gibi İsrail-MOSSAD beyin takımının görevi İsrail’in Vadedilmiş Topraklarının Kuzey sınırını, yani Fırat’ın doğusunu İsrail egemenliğine açmaktır.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
BERİL DEDEOĞLU-STAR
“Schengen Bölgesinin mültecilerle sınavı”
AB Komisyonu, 120 bin göçmenin üye ülkelere belirli kotalar halinde zorunlu olarak yerleştirilmesi kararı almıştı. Bu karara uyan ülke sayısı beklenenin altında kalmış, Slovakya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan ise zaten bu karara uymayacaklarını bildirmişlerdi.
Söz konusu karar, AB Konseyi kararı olmadığı için hukuki olarak üyelerin “ulusal” gerekçelerle uymama hakları bulunuyor. Ancak bu denli yaşamsal bir konuda her devletin ayrı bir uygulamada bulunması, AB’nin ortaklık politikaları açısından tehlikeli bir sürece işaret ediyor. Üstelik, karara uymayacağını başında belirten devletlerin diğerlerinin yanında daha dürüst kaldıkları bazı durumlar da söz konusu. Ülkesine mülteci alıyor gibi görünüp sınırına ulaşanları komşu ülkelere yönlendirenler, sınır hatlarında bin bir zorluk çıkartıp insanlık dışı uygulamalarla göçmenleri vazgeçirmeye çalışanlar, botlarının batmasını sağlayanlar var.
Almanya, her AB ülkesinin kotalar oranında mülteci kabul etmesini öneren ülke olduğundan, ilk kabul ilanını yapıp işleme başlayan ülke olmuştu. Ancak diğer üye ülkeler mülteci kabulünde nazlandıkça ya da kategorik olarak reddetme eğilimi arttıkça, Avrupa’ya yönelmiş 1 milyon kadar göçmenin doğrudan hedefine Almanya’yı koymasına yol açtı.
‘Çok gelmeyin’
60 bin kişiyi ülkeye almaya hazırlanan, onlara yer gösteren, hizmet ve para vereceğini ilan eden Almanya, birden kapısına dayanmış 1 milyon kişiyle karşılaşınca, kapılarını hepten kapama yoluna başvurmuş gözüküyor.
Meselenin insani boyutu zaten “resmi düzeyde” tartışılmıyor. Tartışılan, AB ülkelerinin ne kadar yabancı kaldırıp kaldıramayacağı, sınırların nasıl geçirimsiz hale getirilebileceği ve AB’ye gelmiş olanların hangi ülkeye sürülebileceği.
Muhtemelen birçok Avrupalı tüm AB’nin çevresinin Çin Seddi gibi duvarlarla örülmesini, bir kaç kale kapısının önünde de aç aslanların, timsahların beklemesini ister. Bunun tanımlandığı biçimiyle gerçekleştirilmesi zor, ama benzer etkiler yaratacak önlemler alınması mümkün; ki Almanya bu süreci başlatmış gibi gözüküyor.
Avusturya-Almanya sınırından Münih’e doğru bir mülteci akını başlayınca, önce tren seferleri iptal edildi, ardından Almanya’nın sınır kontrollerini artıracağı duyuruldu. Bu, Schengen Anlaşması’nın askıya alınması demek.
‘Teker teker gelin’
Schengen, anlaşmaya taraf AB üyesi ülkesi vatandaşlarının bir üye ülkeden diğerine serbestçe dolaşmasını öngören bir anlaşma. Buna göre, Schengen bölgesinde ülkelerin sınırları kağıt üzerinde, hukuki anlamda devam ediyor ama fiilen kalkıyor. Bu durumda bölge ülkesine bir biçimde girmiş herhangi bir başka ülke vatandaşı ya da göçmen de oradan oraya rahatlıkla gidebiliyor.
Almanya, Schengen anlaşmasının en azından bir kısmını, yani yabancıların ülkeye girmesi konusunu askıya alırken, aynı zamanda bölgeye üye ülke vatandaşlarını da denetlemek zorunda kalacak. Zira, denetim yapmak için sınır kapısı uygulamalarına geri dönmek, ülkeye ayak basan herkesi izlemek, kim Suriyeli kim Avusturyalı tespit etmek gerekiyor. Bu durumda da, Schengen bölgesi fiilen sulanmış oluyor.
Schengen vizesi alarak Fransa’ya giden ve Almanya’ya geçecek olan bir Türkiye vatandaşının gidip ayrıca Almanya vizesi alması gerekecek mi, orası açık değil. Ancak AB’nin giderek İngiltere’nin ısrarla savunduğu gibi bir konfederasyona yöneleceği, Almanya ve Fransa’nın federasyon hayallerinin de öteleneceği öngörülebilir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ORHAN MİROĞLU-STAR
“AK Parti ve stratejik bir tercih”
Siyasi rakibinize kafayı fazlaca taktınız mı, asli görevlerinizi ihmal etmeye başlar, rakibinizin siyasi hamlelerine ve gündem belirleme kapasitesine karşı, hep savunma durumunda kalırsınız.
AK Parti/HDP arasında Haziran seçimlerinde yaşanan siyasi rekabet ve sonuçlar analiz edilirken en sık paylaşılan fikir buydu.
Buna göre AK Parti, HDP’nin yürüttüğü seçim kampanyasını ve Selahattin Demirtaş’ın bu kampanyadaki rolünü fazlaca önemsemiş ve bu da AK Parti’ye oy veren Kürt seçmeni rahatsız etmişti…
Bu seçimlerde de rekabet asıl olarak AK Parti ve HDP arasında geçecek. HDP’nin hedefinde yine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti olacak. ‘Seni Başkan yaptırmayacağız’ gibi epey etkili bir sloganın yerini dolduracak bir slogan bulmaları zor olmayabilir. Terör eylemlerinde bir ay içinde 200’e yakın insanın hayatını kaybetmesinin HDP aleyhine yarattığı zorluklara rağmen, bakarsınız, bir üst akıl öyle bir üretim yapar ki, insanlar Cemil Bayık’ın ‘amaca ulaşmak için’ HDP’ye oy istemesini bile oldukça normal sayabilirler. Öyle ya, ‘savaşı’ı başlatanın Kandil değil, Erdoğan olduğuna halkı inandırmak için ‘sana savaş yaptırmayacağız’ diyen Selahattin Demirtaş’a inananlardansanız, sandık başına giderken, HDP’ye oy vererek Cemil Bayık’ı bile ‘Erdoğan’ın açtığı savaştan’ kurtarmayı düşünebilirsiniz!
Seçimlerde AK Parti’nin kendi içine ve işine bakarak, söylem üstünlüğünü elde etmesi ve şu günlerde halkın en çok önemsediği sorun olan ‘PKK ve Terör sorununu’ nasıl çözeceğini iyi anlatması gerekiyor.
2 Kasım günü, AK Parti’nin seçim başarısızlığının sebeplerini değil, başarısının sebeplerini konuşmamız Türkiye’nin de hayrına olacaktır. Bu noktada, Fadime Özkan’a söylediklerimi buraya bir kez daha yazmanın sakıncası yok:
‘Bu seçimlerde (Haziran) muhafazakar-demokrat düşünceyle Kürt milliyetçiliğinin (Kobani) karşılaşmasına tanık olduk. Kobani milliyetçiliği Diyarbakır’da yaşayan Kürdü de İstanbul’da yaşayan Kürdü de aynı oranda etkiledi ve bu etkileme en çok da dindar Kürtler arasında yaşandı.
Bunun dışında, AK Parti’ye bağlı sebepler de oldukça fazlaydı. AK Parti bölgede ciddi bir kurumsallaşma sorunu yaşıyor. Kuruluş yıllarındaki vaatler ve paradigma, değişen sosyolojiyi kucaklama ve Ortadoğu’da olup bitenleri anlamada yetersiz kalıyor. Partinin periferisinde yer alan bazı kurum ve kuruluşlar, partinin gerçek manada bir siyasi kurum gibi çalışması önünde ciddi bir engele dönüştü. Bu kurumlarla yeni bir hak hukuk anlayışı üzerinde tartışmanın ve ilkeler belirlemenin zamanı geldi de geçti bile.
Şehirlerdeki yerel kadrolar, KCK’nın başka siyasi gruplar ve toplumsal kesimler üzerinde yaptığı siyasi mühendisliğin kısa, orta ve uzun vadede yaratacağı sonuçların farkında değiller. Ve bu manada çok korumasızlar. Bölgede ciddi bir siyasallaşma var ama AK Parti, yerelle çok fazla meşgul olan bir parti. Oysa yerel sorunların sınırında kalınarak ve oyalanarak çözülebilecek bir sorun kalmadı o bölgede. Çok daha fazla sayıda ulusal çapta aktörlere ve Türkiyeci bir bakışa ihtiyaç var. Bu yüzden, yerel aktörleri rahatlatmak ve iç çatışmaları yatıştırmak için, sayıları zaten üçü beşi geçmeyen ulusal çapta aktörlerin Batı’ya kaydırılması fikri, ulusal çapta aktörlerin canına minnet ama partiye ilerde çok zarar verebilecek bir fikirdir.
KCK, Oslo ve çözüm süreciyle beraber, bu her iki süreci istismar ederek, halkın arasına girmeyi ve halkla bütünleşmeyi başardı. %70’lere varan oy oranı bu ‘bütünleşmeyi’ gösteriyor. Görebildiğim şu: KCK sistemine karşı siyaset yapmak, yerel aktörleri oldukça zorluyor, bugün, siyasi mücadele sadece yerel aktörlerle verilebilecek bir mücadele olmaktan çok uzaktır. Bu yüzden, bu seçimlerde partinin ulusal çapta aktörlerini Doğu’da konumlandırması stratejik bir tercih olarak görülmelidir. Unutulmaması lazım ki, Diyarbakır ve Mardin kazanılmadan, İstanbul da kazanılamaz artık. Bu seçimlerde, Batı’daki Kürt seçmenin eğilimini etkileyecek faktörler elbette çok önemlidir. Ama seçimin nabzı asıl olarak, sert çatışmaların yaşandığı Doğu ve Güneydoğu’da atacaktır. AK Parti’nin milletvekili çıkaramadığı illerde birer milletvekili çıkarmak ve milletvekili çıkardığı illerde ise sayıyı arttırmak, Haziran seçimlerinde yaşanan siyasi kopuşun ve sert düşüşün yarattığı moralsizliği önemli oranda giderecektir. Söylem ve güçlü siyasi aktörler.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM
“Sahi “askeri barajlar” ne olacak?“
HDP heyetinin ziyaretinin ardından Kandil de devletten “ateşkes” istemiş! Birkaç ay öncesine kadar zaten ateşkes yok muydu? 7 Haziran seçimlerinde HDP yüzde 13 oy almasına ve 80 milletvekili çıkarmasına rağmen Kandil ateşkesi bozmadı mı? Hem de “askeri baraj” söylemiyle. Peki “askeri barajlar” ne olacak? Kandil’in ateşkes açıklaması içinde nedense bir türlü rastlayamadım bu talebe; PKK, yol ve baraj yapıldığı için bozmadı mı ateşkesi? Devlet “askeri baraj” inşaatlarını durdurdu mu? Yoksa bu yüzden mi örgüt yeniden “ateşkes” istemeye başladı? Ha bir de “Devrimci halk savaşı” var; PKK “devrimci halk savaşı” ilan etmemiş miydi? Hızlı başlayıp hızlı bitti galiba bu “halk savaşı”? Bu kadar öldürdüğünüz, öldürttüğünüz insana ne olacak? Yakıp yıktığınız, yok ettiğiniz hayatlara?
Daha dün “Askeri baraj” söylemiyle ateşkesi bozan, “devrimci halk savaşı” ilan ederek yüzlerce askeri, polisi, sivili katleden bir örgütün bugün kalkıp “ateşkes” istemesi samimi değil. Fakat yine de çok önemli. Geçen kısa sürede devletin gücünü, ağırlığını örgüt üzerinde iyice hissettirdiğine işaret ediyor. Gerçek şu: PKK, Türkiye’yi kanlı bir iç savaşa sürüklemeye çalıştı ama kendisine verilen bu görevi başaramadığı için şimdi yeniden ateşkes talep ediyor. Bu ateşkes talebinde Brüksel’in PKK üzerindeki etkisini de göz ardı etmemek lazım.
Türkiye’nin PKK’nın ateşkes talebini hiçbir şey olmamış gibi karşılaması elbette mümkün değil. PKK’nın barış isteyen bir örgüt olmadığı çözüm sürecinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Başka hesaplarla “ateşkes” istiyorlarsa bile bunun koşulu, şartları bellidir. Kandil ateşkes için şart öne sürecek bir noktada değil. Asker, polis, sivil demeden katliamlar yapan PKK, Doğan medyasının, CHP’nin, Fetullahçı liberallerin desteğini arkasına alarak hükümete şart dikte edemez. Çözüm süreci gösterdi ki, akan kanın durması için sahada PKK’nın silahlı varlığına göz yumulamaz. Sahnede olan silah patlar. Silahlı varlığını sınır dışına çekmeye yanaşmayana kadar PKK ile yeniden bir süreç başlatılamaz. PKK canı istediğinde seri katliamlar yapan, sıkıştığında ise ateşkes isteyen bir örgüt. Örgütün silahlı varlığına rıza göstermek PKK’yı Güneydoğu’nun resmi “savunma gücü” olarak tanıma anlamına gelir ki, bunun Türkiye’yi ve hükümeti nasıl bir felakete sürükleyeceğini sanırım anlatmaya bile gerek yok.
Silahları susturmak isteyenin elini tutan kimse yok; ellerini tetikten çekmek istiyorlarsa çeksinler, ateşkes ilan etmek istiyorlarsa etsinler. Ankara’nın ciddiye alacağı tek açıklama PKK’nın silahlı unsurlarını Türkiye’nin dışına çıkarması ve silahsızlanması olabilir.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ERGUN DİLER-TAKVİM
“Üçüncü göz”
Her fırsatta “Bu ülkede hiçbir şey tesadüfen olmaz” derim. Bildiklerim var elbette. Bunları bu köşede altalta koymak pek kolay değil.
İlişki zinciri vardır. Halka halka giderek bir gizli ele ulaşırsınız.
Bıkmadan tükenmeden gitmek şart tabii. Eller, kalpler, hedefler ve cepler birleşmiştir.
Asla ve kat’a ayrılmazlar.
İçeride bizim sorunumuz gibi duran pek çok şeyin senaryosunun ta oralarda yazıldığını görürsünüz! CİZRE olaylarının arka planını geçtiğimiz gün anlattım.
Cizre Türkiye’nin gündemindeyken bir grup gidip HÜRRİYET’i taşladı.
Kalabalık içindeki küçük bir gruptu bunu yapan. İstanbul Milletvekili Abdurrahim Boynukalın’ın slogan atsa da vurmakırma işlerinden haberi olduğunu düşünmüyorum. Kendisi böyle söyledi…
Neyse… Tanımam etmem…
Türkiye’nin neresinde bir medya grubuna saldırı yapılırsa karşısında durmalıyız! AMA’sız! Fikirler çarpışırken haberler ve köşeler konuşmalı.
Katılmadığımız bir haberin daha güzelini, beğenmediğimiz bir köşenin daha iyisini yazmalıyız. Eşitlik, kardeşlik ve özgürlükten taviz vermeden… Hürriyet’e yapılan saldırı da bu kapsamdadır benim için. Kınanmalı ve gereği yapılmalıdır. Sorumlular bulunmalıdır! Amma sadece Hürriyet mi! Değil elbette… Hürriyet’e gidip taşlı-sopalı eylem yapanlar 100 bilemedin 200 kişiydi.
O saldırıdan bir gün sonra BİZİM KAPIYA 20 bin kişi dayandı. Belki daha da fazla.
Küfürler, taşlar, sopalar havada uçuştu. Neye kime öfke duyuyorlardı anlamadım. Gelen arkadaşlar MİLLİYETÇİYDİ. Ama bizi sevmiyorlardı! Oysa burada herkes PKK’ya “PKK”, Kandil’e “Terör yuvası!” derdi.
Son dönemde Hürriyet bu konuda biraz sıkıntılıydı. Kafaları karışıktı. Ama hem orası hem burası basılıyordu! Buraya kadar tamam! Kaderler aynı! Ya dün! Almanya, Fransa ve İngiltere’nin İstanbul’daki konsolosları, gazetenin uğradığı saldırılara karşı tepkilerini ortaya koymak üzere Hürriyet’e gitti.
Fransa’nın İstanbul Başkonsolosu Muriel Domenach, Almanya’nın İstanbul BaşkonsolosuDr. Georg Birgelen ve İngiltere’nin İstanbul Başkonsolos Yardımcısı Rafe Courage “GEÇMİŞ OLSUN!” dedi.
Hürriyet’le birlikte saldırıya uğrayan SABAH GRUBU’na ise kimse gelmiyor, kimse “Geçmiş olsun!” demiyordu! ÜÇ YABANCI TEMSİLCİ de “Basına karşı olan tüm saldırıları kınıyoruz. Vermek istediğimiz temel mesaj budur” dese de SABAH’a, TAKVİM’e, AHABER’e, ATV’ye gelen kimse yoktu! Evet, saldırılar kınanmalıydı! Ama bunlar sadece ORTAKLARINA YAPILAN SALDIRIYI kınıyorlardı. Türkiye’nin çıkarlarını koruyanlara bırakın gelmeyi bir telefon bile açan olmuyordu! Sykes-Picot’a ruhunu veren İngiliz ve Fransızlar görünen o ki Almanlar’ı da yanlarına almıştı!
Kutsal ittifak yani! Haksız mıyım! Şehit haberleri üst üste gelirken, canımız yanarken Cizre’nin ilk kadın Belediye Başkanı Leyla İmret, İngiliz Vice News muhabirlerine “Bir söz vardır, barış olacaksa Cizre’den başlayacaktır ve savaş da olacaksa o da Cizre’den başlayacaktır” dedi. Ve “Türkiye’de bir iç savaş yürütüyoruz” sözlerini de ekledi… Küçük yaşlarda Almanya’ya giden ve orada pedagoji eğitimi alan genç Belediye Başkanı, ALMANdevletinden ciddi destek görüyordu. Dili keskindi. Ama hep TÜRK DEVLETİ kötüydü. Elin oğlu ile bu kadar yakınlaşırken nasıl oluyordu da Ankara’ya düşman gözüyle bakılıyordu!
Hiç anlamadım.
Dün Almanya’dan CİZRE’ye misafirler geldi. Almanya Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir günlerdir konuşulan ilçeye gelir gelmez “Cizre Belediye Başkanı Leyla İmret dışında başka bir belediye başkanı tanımıyoruz. Belki havuz medyası burada olup bitenleri saklamış olabilir ama biz Avrupa’da duyduk Cizre’nin sesini. Sesiniz ta Avrupa’ya kadar geldi” dedi…
Cem Bey’in ne duyup duymadığını bilmiyorum. Eğer olayları sadece HÜRRİYET’ten takip edip, CNN’den izlediyse işi gerçekten çok zordu.
Arkadaşlar PKK’ya “PKK” diyemezken, Kandil’e sırtını dönemeyen Demirtaş’a tek söz edemezken, HDP’li vekiller terörist cenazelerine katılıp ŞEHİTLER için bir başsağlığı bile dileyemezken Cem Bey’in kulağına ve AVRUPA’ya gelen neydi? Sakın TÜRK DEVLETİ’nin sizi buralardan def ettiğini duymuş olmayasınız! HAVUZ MEDYASI(!) bu mücadeleyi aktardığı için canınız yanıyor, planlarınız bozuluyor olmasın!
Bir de Leyla Hanım, Aydın Bey’in medyası ve ortağı AXEL SPRINGER, Cem Özdemir, Bild, HDP, Demirtaş, Kandil, Cizre ve ALMANYA! Sizce arada nasıl bir BAĞ var!
Görürseniz bana da bildirin! LÜTFEN! PKK’nın etkili isimlerinden Mustafa Karasu, Med Nuçe TV’ye “Biz tahkim edilmiş bir ateşkes çerçevesinde, arabulucular gözetiminde bir müzakereye, bir demokratik çözüme hazırız” diye konuştu… Sanki bunu duymuş olanAVRUPA PARLAMENTOSU da “Bu sorun sadece mutabakat yoluyla siyasi şekilde çözülebilir. Türk hükümeti bu doğrultuda inisiyatif almalı” dedi… Cizre’ye gelen Cem Bey de bu koroya katıldı.
Cizre’yi dolaşan Cem Bey “Bayram iyi bir fırsat. Bayramda silahlar sussun! İki tarafı müzakerelere devam etmeye davet ediyorum. Madem ki bir güven sorunu var; o zaman üçüncü tarafların gözlemci olmasını teklif ediyoruz. Bize orada düşen bir görev varsa ona da seve seve hazırız…” diyordu!
Oslo’da İngilizler’in aldığı BARIŞSEVER ROLÜNÜ şimdi belli ki ALMANLAR istiyordu.
Sırada da hiç şüphem yok Fransızlar vardı!
Dönelim başa!
Hürriyet’i kim ziyaret etmişti! OLAY BUDUR! Bir de bu toprakların çocukları bunu bir anlasa!
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
MEHMET BARLAS-SABAH
“Vuduculuk bedduaları daha etkili kılabilir”
Pensilvanya’da mukim sığınmacı Türkiye’nin seçilmişlerini hedef alan beddualarına yeni beddualarını eklediği bir televizyon şovu daha yapmış… Kâbuslarla dolu hayal âleminden aktardığı şu yeni temennilerini seslendirmiş:
“- Yemin bile edebilirim. Şiddetli bir fırtına ile devrilen ağaçlar gibi bir bir, üst üste devrilecekler. Hazana maruz yapraklar gibi savrulup gidecekler. Kendilerini bir şey görenler, yapraklar gibi toprağa gübre olarak dökülecekler.”
Çakma Humeyni
Kendi ülkesinde bir yasa dışı örgütün lideri konumunda bulunan ama Amerikan bayrağı altında “Çakma Humeyni” görüntüleri verebilen bu kişi siyasi ve parasal emellerine İslam’ı alet edecek yerde, beddualarını minik heykellere iğne batırarak daha da güçlendirebileceği “Voodoo” inancının bir rahibi olamaz mıydı?
Vuduculuk
Gazete haberlerinde okumuşsunuzdur. Katoliklik ile “Afrika Animizmi”nin kendine özgü sentezi olan Voodoo inancının Büyük Rahibi Max-G. Beauvoir’un geçen hafta 79 yaşındayken ölmesi dolayısıyla, “Vuduculuk” hakkında sayısız yayınlar yapıldı. Fransız eğitimli bir kimya mühendisi olan Beauvoir, 2008’de Haiti’nin voodoo tarikatlarını bir konfederasyon altında toplamış. Bu inanç 2003’ten beri Haiti devleti tarafından resmi din olarak kabul ediliyormuş.
Beddua seansları
Beauvoir de devrik Duvalier rejimi döneminde ABD’ye sığınmış… Ama Pensilvanya’da değil Washington DC’de kurduğu “Yehwe Tapınağı”nda 1996’dan 2005’e kadar yaşamış.
Vuducular beddua ayinlerinde bol bol hayvan kanı akıtırlarmış… Onların “Rahip” dedikleri erkek büyücü “Houngan”ların ve kadın büyücü “Mambo”ların, beddualarına hedef olan kişileri simgeleyen yapma bebeklere iğneler batırdıklarını filmlerde görmüşsünüzdür.
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız
ENGİN ARDIÇ-SABAH
“Var Mahmut var”
Sevgili dostum Mahmut Övür soruyor: Bu işin sırrını bilen var mı?
Komik komik oylar alan minik partilerin ille de seçimlere girmekte ısrarcı olmalarını tuhaf bulmuş. 78 milyonluk bir ülkede toplayabildiği oy sayısı 5 binle 30 bin arasına çakılıp kalmış bu particiklerin oy pusulasında kalabalık etmelerinin hikmetini soruyor.
Bu işin sırrını, o pusulayı yatak çarşafına çevirmelerinin nedenini ben de sorgulamıştım sevgili Mahmut, şu karara vardım:
Adları geçiyor!
Örneğin bir yüksek sosyete çapkını, muhalif gazetelere tam sayfa ilanlar veriyor, evet, çok para saçıyor ama sosyete dilberlerinden yatakta elde etmiş olduğu hazzın daha bir başka türlüsünü elde ediyor…
Muhalif basının ahmakları bunları, seçim yaklaştıkça, “belki hükümete azıcık bir zararı dokunur” umuduyla büyük adam yerine koyuyor, demeç falan da alıyorlar, haz ikiye katlanıyor.
Hele muhatap aldıkları bazı politikacılar da zavallı çıkınca…
Örneğin, hepi topu binde 3 oy alabilmiş bir partinin başkanı, iyi kötü yüzde 25 oy toplamış bir partiye “benimle ittifak yaparsanız sizi yüzde 35’e çıkarırım” diyor, o zavallılar da “olabilir mi acaba” diye oturup ciddi ciddi tartışıyorlar!
Öte yandan, diyelim bir TKP de, yetmiş yıl yasaklı kalmış olmasının acısını çıkarıyor, dişe dokunur hiçbir sonuç elde edemeyeceğini bilse de bu saatten sonra “ohh, dünya varmış, legale çıktım işte” diyebilmenin keyfini yaşıyor. Onun meselesi de bundan ibaret.
***
Sevgili Mahmut, muhalif basının sergilediği zavallılıklar örnek vermekle tükenmez. Dün sabah gazeteleri karıştırıyordum, başlık geldi gözüme atladı:
“California kül oldu!”
Eyvah, gitti koca eyalet, dedim kendi kendime. Neyse ki Pennsylvania değil…
Okudum, California’nın Middletown diye bir yerinde orman yangını çıkmış.
Neresidir diye Google’a sordum, kuzeye doğru, Lake County’ye bağlı bir beldeymiş, nüfusu bin 323 kişi. Dizgi yanlışı yok, bilmemkaç bin üç yüz yirmi üç değil, yalnızca bin üç yüz yirmi üç.
Bizim evden çıkıp caddeye varıncaya kadar çok daha fazla insan yaşıyor.
Yüzölçümü dört kilometre kare kadarmış. Bir kişi de ölmüş yangında.
California’nın nüfusu 38 milyon, yüzölçümü 424 bin kilometre kare, California yanıyormuş, kül olmuş…
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız