20 yıl önce yazdığı Hüzün Hastalığı adlı kitabının yeni baskısıyla en çok satanlar listelerine giren Prof. Dr. Kemal Sayar “Bu hayatta herkes kadar yaralıyım, benim de ruhum bir yerinden sızlıyor. Öyle fenafillah makamına varmış halim yok” diyor.
20 yıl önce yazdığı Hüzün Hastalığı adlı kitabının yeni baskısıyla en çok satanlar listelerine girdi. “Bu hayatta herkes kadar yaralıyım, benim de ruhum bir yerinden sızlıyor. Öyle fenafillah makamına varmış halim yok” diyen Prof. Dr. Kemal Sayar Star Gazetesi’nden Kübra Doğru’nun sorularını yanıtladı. Oldukça samimi ifadelere yer verilen söyleşinin ayrıntıları şöyle:
-Mesleki eğitimlerinizin yanı sıra sanat yönünüzü de geliştirmeye devam ediyorsunuz, özellikle edebiyat alanında… Süreç nasıl başladı ve gelişti?
Edebiyat ilgisi benim meslek seçimimin çok öncelerine dayanır. Ortaokul yıllarımdan itibaren söze ilgi duydum. Şiir ruhumu sükuna erdiren, içimde kıvranan varoluş sancısına cevap veren bir mecra oldu. Şairler, edipler söze dökülemeyenin avcılarıdır. Bir hal, bir oluş onların sözcükleriyle vücut bulur, söze gelir. Dile gelmemiş olanın keşfi hem şiir ve yazıda hem psikoterapide bana büyük bir heyecan veriyor.
-İlk yayınlanan yazı veya şiiriniz ardından neler hissettiniz?
Elbette büyük bir sevinç. Başka yaralı ruhlarla sonunda bir temas kurabilecek olmanın sevinci…. Dünya gurbetini ve insanın kökten yalnızlığını bir süreliğine askıya alan, insana kelimelerin şifa olabileceğini keşfetmenin neşesi.
-Aslında eski bir kitabınızın yeni baskısı olan Hüzün Hastalığı için “Hüznün hastalık olmadığını savunan bir tür alegori” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Hayatlarımızdan hüznü ve ıstırabı kovduğumuzda ne kalır geriye? Saman tadında hayatlar… Hüzün bize dünyanın kırılganlığını, varoluşun geçiciliğini, insan olarak acziyetimizi hatırlatır. Hüzün bizi ilksel varoluşumuza, ilahi bilince yaklaştırır. Hüzün üzere olmakla iştah ve tamahkarlığımızı gemleriz. O yüzden hüznü bir tedavi nesnesi kılmayalım, uzaklaştırmaya çalışmak yerine onu hasislikle koruyalım. Bize gökçe bağışlar getiren bir misafir gibi ağırlayalım onu. Haşim’in dediği gibi “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” Hüzün üzere olmak bir yandan da bizi merhamete çağırır. Çünkü kendi kırılganlığının ayırdında olan bir ruh nemrutluğa soyunmaz.
DOĞU HÜZÜN MEDENİYETİDİR
-En sevdiğim ve hayatımda uygulamaya çalıştığım bir savınız da insanın her duygu parçacığını ele alıp onu hastalık haline getirmeden yaşaması…
Modern psikiyatri eninde sonunda kapitalizmin dümen suyunda hareket ediyor. İnsanın her halini, duygu parçacığını hastalık hanesine yazarsanız o zaman ilaçlara daha geniş bir alan açmış olur, ekonomik zorlukların veya politik şiddetin ürettiği keyifsizliği de ilaçlarla tedavi etmeye çalışmak gibi bir bahtsızlığa düşebilirsiniz. Klinik depresyonun söz konusu olduğu durumlarda ilaç tedavileri hayat kurtarabilir. Ancak bugün pek çok insanın eşik altı depresyon gibi isimlendirmelerle lüzumsuz yere ilaç tedavisi aldığını da hatırda tutmak gerekiyor.
-20 yıl önce yazdığınız bir kitap tekrar basıldı. Baktığınızda 20 yılda neler değişti?
Bugün bu tartışma çok daha anlamlı zira depresyon istatistikleri roket hızıyla yükseliyor ve modern hayat adeta depresyon üretiyor. Yabancılaşması hızlanıp gezegeni soğudukça insanlar ruhun sükununu giderek yükselen oranlarda psikiyatrik tedavilerde buluyor. Bu noktada sapla saman, hastalıklı olan ile doğal olan birbirine karışıyor ve hüzün veya yas gibi doğal süreçler de ilaç tedavisine maruz bırakılabiliyor.
-Hüznü doğu ve batı medeniyetlerine göre karşılaştırmak mümkün mü?
Doğu hüzün medeniyetidir. Hüzünle olmayı varoluşun üstün bir boyutu sayar. Çünkü dünyada evimizde değiliz, gurbetteyizdir. Modern Batı ise giderek hikmetten uzaklaşan, hayatı sadece maddi eksende değerlendiren bir oluş kipine kayıyor. Şairin dediği gibi “Hüzün ki en çok yakışandır bize.”
-Bu anlamda akademik tıp çevrelerinden size bir karşı çıkış var mı?
Evet ve hayır! Eleştirimi hakşinas bir çerçeve içinde yaptığım için hayır, bazı pozitivist kafalar bilim felsefesi içindeki güçlü postmateryalist ve postempirist dalgayı anlayamadıkları için evet. Etiketlemeye karşı çıkarken etiketlenmekten kurtulamayabilirsiniz.
PSİKİYATRİK SÖMÜRGECİLİK
-Kendi kültürel kodlarımızı anlamadan, bu ülkede doğru bir ruh sağlığı uygulaması geliştirilemeyeceğini söylüyorsunuz. Dolayısıyla size göre evrensel doğrular coğrafyalara göre değişiyorsa neyi, nasıl dengelemek gerekir?
Düşüncede ‘yerli mal’ının önemine inanıyorum. Psikiyatri ve psikoloji gibi disiplinler modern Batıda icat edilmiş oldukları için belirli önkabulleri içlerinde barındırıyor. Bu önkabuller bize ideal insan numunesi olarak Beyaz Hıristiyan hiper-bireyci Batılı adamı işaret ediyor. Dünyanın yüzde 80’i Batı’da yaşamıyor, onlar gibi düşünmüyor ve hatta onlar tarafından istismara uğruyor. O bilimi doğduğu yerden bütün etnosantrik tarafgirliğiyle bu toprağa aktardığınızda sadece psikiyatrik sömürgecilik yapmış olursunuz. O bilgiyi yerli kültürel kodların süzgecinden geçirmezseniz sömürge valisi olursunuz sadece.
HAYAT BİR BAĞIŞTIR
-“Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir” diyorsunuz bir söyleşinizde. O zaman nedir?
Ünlü filozof Karl Raimund Popper “Hayat problem çözmektir” diyor ama bence hayatın bizatihi kendisi problem değildir. Hayat bir bağıştır. Her gün dolulukla, merakla, hayret ve haşyetle yaşanması gereken büyük bir şölendir.
-Hayatta sizi ne arındırır?
Bu hayatta herkes kadar ben de yaralıyım, benim de ruhum bir yerinden sızlıyor. Öyle Nirvana’ya ermiş, ‘fenafillah’ makamına varmış bir halim yok. Herkes kadar kusurlu ve mücrimim. Dolayısıyla tedaviye ihtiyacım var! Beni de dostlarım, arkadaşlarım, çocuklarım, eşim dostum tedavi ediyor. Okuduğum şiirler, dinlediğim sohbetler, izlediğim filmler tedavi ediyor.
aktüelpsikoloji.com