Carpediem’den tam metin halinde çıkan “Gençler için Kur’an Meali” kitabını yazar Ömer Sevinçgül 23 başlık altında şöyle anlatıyor:
1.
Sana bir anımı anlatayım. Yıllar öncesinden bir anı… Bir akşam telefonum çaldı, açtım. Baktım, tanıdık bir ses. “Bir arkadaşımla birlikte sana gelmek istiyoruz. Kendisi mimarlıktan yeni mezun oldu. Kurán konusunda soruları var. Ben konuştum ama yetmedi. Bir de senin konuşmanı arzu ediyorum” dedi. “Tamam” dedim. Geldiler. Mimarın gerçekten de ciddi kuşkuları vardı. Yığınla soru sordu. Eleştiri adı altında yazılan iftiraları okumuş, etkilenmişti. Bazen itiraz ediyor, benimle tartışıyordu. Uygun bir dille bildiklerimi anlattım. Sohbetin sonuna doğru “Soranın durumu sorusundan anlaşılır. Belli ki sen birikimli birisin. Kim bilir bugüne dek kaç kitap okumuşsundur” dedim. “Evet, çok okurum” dedi. “Peki, hiç Kurán okudun mu?” diye sordum. “Hayır, baştan sona okumadım” dedi. “İşte bu olmadı!” dedim. “Sen aydın bir insansın. Kurán da bir kitap. Dünyanın yarısı, insanların beşte biri bu kitaba inanmış. Yüzyıllardır milyarlarca mümin hayatını ona göre yaşamaya çalışıyor. Bu kadar etkili bir kitabı merak etmez mi insan? Bir aydın merakıyla dahi olsa okuman gerekmez miydi?” dedim. Biraz düşündükten sonra “Haklısınız” dedi, “Denedim aslında. Arapça bilmediğim için bir meal aldım, okumaya çalıştım. Fakat kuru, kekeme, tatsız tuzsuz bir dili vardı. Tat alamayınca sıkıldım, okumayı bıraktım. Dili güzel, anlatımı akıcı kitapları okumaya alışmışım. Öylesini severim” dedi. Selis, güzel, şirin bir dille hazırlanacak bir mealin önemini işte o zaman anladım.
2.
Şunu peşin peşin söyleyeyim. Bu mealin başka meallerle rekabet etmek gibi bir niyeti yok. Zaten böyle bir rekabet ihlasa aykırıdır, abestir, yersizdir. Kurán’a hizmet kimden ve nereden gelirse gelsin taraftarım. Bu meali hazırlamadan önce belli başlı mealleri inceledim, her birinde ayrı bir güzellik gördüm. Peki, öyleyse ben niye giriştim bu işe? Başka bir maksadım var da ondan! Malum, ben bir yazarım. Eserlerimi daha ziyade senin gibi gençler okuyor. Yüzbinlerce gencecik insan. Benim dilime, üslubuma, kalemime aşina olan bu taze ruhlara son ilahi kitabın güzelliklerini bir nebze de olsa göstermek, duyurmak, tattırmak istedim. Bu işe girişmemin sebebi budur işte, sadece bu! Titiz anlatım çalışmaları yaparak edebi deneyimimi metne yansıtmaya çalıştım.
Nitekim daha önce aynı amaçla ‘Gençler İçin Hadis El Kitabı’ isimli bir eser hazırlamış, güzel sonuçlar almıştım. Dilerim bu da öyle olur.
3.
Kurán, insanlar okuyup anlasın da yaratılış nedenlerini, yeryüzünde görevlerinin ne olduğunu, neleri yapıp neleri yapmamaları gerektiğini bilsinler diye indirildi. Tüm insanlara sesleniyor. Fakat anlamalarına mani olan bir husus var: Dil farkı! Başka dillere tercüme etmek gerekiyor. Fakat mümkün mü? Konuyu bilenlerin ortak fikri şu: Kurán tercüme edilemez! Tercüme ‘bir sözün başka bir dilde dengi bir ifadeyle yeniden söze dökülmesi’ demek. Kurán’ın manası gibi lafzı da ilahi olduğu için ‘dengi bir ifade’ ortaya koymak insan gücünü aşıyor. Yapılacak çalışma ancak “sözün kısaca anlamı” diye tarif edilen bir ‘meal’ olabilir. Meal ise, Kurán bahçesinin resmidir. Bir resim, bahçedeki çiçeklerin kokusunu, meyvelerin tadını, kuşların cıvıltısını ne kadar yansıtabilirse meal de Kurán’ın mucize güzelliklerini ancak o kadar yansıtabilir. Bir meal ne kadar başarıyla hazırlanmış olursa olsun asla Kurán olamaz. Namazlarda okunmamasının bir sebebi de budur. Kurán’ın meziyetlerini mealinde arama. Bulamaz, hayal kırıklığı yaşarsın.
4.
Sen bir insansın. Rabbini tanımak, hayatın anlamını kavramak, var oluş amacını bilmek istiyorsun. Elindeki kitabı da bu yüzden okuyorsun. İyi yapıyorsun! Bir meal Kurán’ın tüm anlamlarını içermese de ruhuna ışık tutabilir. Korkularını yener, sükuna erer, olaylar karşısında mümince bir duruşun olur. Hakikati kaynağından öğrenirsin. Elinde ölçülerin olur. İnsan ve cin şeytanlarına aldanmazsın. Fakat mealle yetinmemeli, tefsir, hadis, fıkıh kitapları da okumalısın. “Kurán var ya ne lazım gerisi” diyen âlim kılıklı riyakârlara kanmayasın. Ya şeytana aldanmış ya da şeytanın ta kendisi olmuştur onlar. Hadis kitapları olmasa, öbür konular bir yana, namazı nasıl kılacağımızı bile bilemezdik. Kurán’dan hüküm çıkarmak büyük emek isteyen ciddi bir ihtisas işidir. Büyük âlimler bu alanda önemli çalışmalar yapmış, ayetlerden ve hadislerden hükümler çıkarmış, müminlerin faydalanması için kitaplar yazmışlar. Bunları okursan yanlış inanışlara kapılmaz, uygulamada hata etmezsin.
5.
Bilen bilir ki, her meal bir parça yorum içerir. Fark, yorum payının miktarındadır. Mealler arasındaki farkın sebebi de budur. “Benim hiçbir katkım olmadı. Kurán ne demişse onu aynen yansıttım” diyeni görürsen inanma. Bir meal hazırlayıcısı tek kelime yorum yazmasa da yorum yapmış olur. Sorarlar adama… Şu kelimeye karşılık neden şu kelimeyi değil de öbürünü tercih ettin? Cümleyi niçin şöyle değil de böyle kurdun? Niye nokta değil de ünlem kullandın? Falan ayette niye özneyi başa değil de sona aldın? Uzun bir cümle kurmak dururken niye kısa cümleleri tercih ettin de üç cümle kullandın? İla ahir… Bunlar yerinde sorulardır. Benim mealim de bu tür yorumdan payını almıştır. Fakat bunun asgari düzeyde olduğunu söyleyebilirim. Kendi rengimi vermemeye özen gösterdim. Orijinal metne sadık kaldım. ‘Birebir’ olmasa da ona yakın bir tarzı benimsedim. Fakat kelime seçiminde ve cümle kuruluşunda titiz davrandım. Edebi, ahenkli, selis, sade, akıcı, hoş, şirin bir metin elde edebilmek için ciddi emek harcadım. Takdir senin!
6.
Okurken hatırına gelebilir… “Bilmediğim kelimeler oluyor. Daha sade bir dil kullanamaz mıydın?” diyebilirsin. Ben de sana derim ki: İnsaf et! Bunların dilimizde karşılıkları vardı da ben mi yazmadım! Daha sade bir dil kullanmak mümkün olsaydı bunu elbette yapardım. Kurán özel terimlerle dolu. Bazıları onlarca defa geçiyor. Bunlar metnin özünü oluşturan kelimeler. Rahman, rahîm, hakîm, alîm, basîr gibi ilahi isimlerin ya da kitap boyunca sık sık tekrarlanan müslim, mücrim, hidayet, dalalet, mümin, kâfir, iman, küfür, müşrik, münafık, felah, infak gibi terimlerin Türkçede tam karşılıkları yok. Zorlama çeviriler, metni hem sığlaştırıyor hem de ilahi ruhtan uzaklaştırıyor. Manevi havayı bozuyor. Bu tehlikeyi göze alamazdım. Kitabın sonuna bir lügat ekledim. Bilmediğin kelime olursa ona bakabilirsin. Bir iki kez baktın mı anlamını öğrenirsin. Kurán’ın diline aşina olursun. Yani iş biraz da sana düşüyor. Derin manalarla dolu bir kitabı basit bir gazete yazısı gibi anlamayı bekleme. Kendini vererek tekrar tekrar okursan bu ilahi söz bahçesinin kapısı sana da açılır. Saygıyla gir ona, gez, gör, anlamaya çalış. Fakat şunu hiçbir zaman unutma: Kurán sadece akla hitap etmez. Ruhunla, kalbinle, vicdanınla da okumalısın!
7.
Rabbin, Kurán vasıtasıyla seninle konuşuyor. Madem öyle, sen de Kurán’ı sadece sana hitap ediyor gibi okumalısın. Ona bir seyirci gibi yaklaşmamalısın. Peki, nasıl olacak bu? Misal olarak Kevser Suresi’ni ele alalım. Hemen herkesçe ezbere bilinen bir sure bu. Namazlarda sık sık okunuyor. İniş sebebi, müşriklerin ‘ebter’ yani ‘nesli kesik’ diyerek Peygamber Efendimize hakaret etmeleri. Allah bu olay üzerine bir sure indirmiş. Surenin başında “Biz sana kevser verdik” buyurarak Resulünü teselli etmiş. Kevser ‘büyük nimet’ demek. Bu büyük nimetin ne olduğu açıklanmamış. Müfessirler farklı yorumlar getirmişler. Kimi Kurán demiş, kimi Hazreti Fatıma demiş, kimi cennette bir havuz demiş. Hepsi mümkün. Peki, sure bu tarihi olaydan mı ibaret? Sen sadece seyirci mi olacaksın? Kendini katmayacak mısın? Olur mu öyle şey! Bırak sebebi de manasına bak. “Benim kevserim ne? Rabbim bana hangi büyük nimeti verdi? Bu nimetin şükrünü nasıl eda edebilirim?” diye sor kendine. Sonra düşün! İşte o zaman sureyi gerçek manada okumuş olursun.
8.
Kurán’ın kendine özgü bir üslubu, tarzı, akışı var. Bir konuyu anlatırken ansızın başka bir konuya, sonra bir başkasına, ardından daha başkasına geçer. Bu geçişlerin derin hikmetlerini bilmeyen kimse bunu ‘daldan dala atlamak’ sanır. Elbet yanılır! Kurán hayatla uyumlu bir kitap. Kendi hayatını gözden geçirirsen bunu daha iyi anlarsın. Dün neler yaptın mesela? Muhtemelen, önce bir kahvaltı, ardından bir telefon, bir market alışverişi, bir arkadaşla buluşma… Sonra kitap okudun, televizyon seyrettin, yağmur yağdı ıslandın, güneş açtı ısındın… Bin bir türlü olay, durum, düşünce, duygu uç uca eklenince hayatı oluşturuyor. Bir gün akşama kadar kitap okuyup, ikinci gün tamamen uyuyup, üçüncü gün her dakika telefon etmiyorsun. Hayatın birbirini izleyen küçük olay parçacıklarından oluşuyor. Kurán da tıpkı hayat gibi. Onun ritmine uygun bir anlatımı var. Fıtri bir üslup bu. Hayat yolunda sana rehberlik ediyor!
9.
Kurán bazı kıssaları, ayetleri, kelimeleri tekrar eder. Biraz dikkat edersen, bu tekrarların ne kadar da yerinde olduğunu anlarsın. Yine hayatına bak. Her gün su içersin, ekmek yersin, havayı teneffüs edersin. Bunlara her vakit ihtiyaç hissettiğin için usanmaz, hep istersin. Fakat bazı şeylere de ara sıra ihtiyaç duyarsın. Manevi vücudunun gıdası olan Kurán’ın konuları da böyledir. Tekrarlanan konular hava gibi, su gibi, ekmek gibidir. Temel konulardır bunlar… Tekrarların bir sebebi de şudur: Her gün, her vakit, herkes Kurán’ı baştan sona okuyamaz. Bu yüzden her sure bir küçük Kurán gibi olmuş. Birini okusan Kurán’ın temel mesajlarını alırsın. Bu yüzden, olmazsa olmaz kabilinden konulara, bazen özet hâlinde, bazen genişçe, hemen her surede yer verilmiş… Bir tahtaya çivi çakan usta, elindeki çekiçle tekrar tekrar vurur. Kurán da asla unutulmaması gereken bazı gerçekleri ruha iyice yerleştirmek için tekrarlar yapıyor. Bu senin hayrınadır. Allah bilmez mi bir söylediğini bir daha söylememeyi! Demek ki başka maksadı var. Hikmetine itimat et, üslubuna itiraz etme!
10.
Meali okurkan cennet ve cehennem tasvirleriyle karşılaşacaksın. Rabbin, cennetin güzelliklerini anlatarak kalbinde ona karşı bir arzu ve iştiyak uyandırır. Bazen de cehennemden, cezadan, azaptan söz ederek seni korkutur. İkisi de lazım. İki tasvir de senin hayrına. Rahman olan Rabbin seni rahmetine, lütfuna, nimetine davet ediyor. Çünkü sana merhamet ediyor. Günaha dalıp azap çekmeyesin diye seni cehennemle korkutuyor. Fakat bu konulardan söz eden ayetleri okurken dikkatli ol. Bu tasvirlerde Rabbimiz bizim kelimelerimizi kullanıyor ama aslında onların her biri kendine özgü, apayrı birer âlem. Cennetin hayal sınırlarımızın çok ötesinde güzellikleri, akıl sır ermez özellikleri olduğu muhakkak. Cehennem de idrakimizi aşan görüntüler, olaylar ve cezalarla dolu. Her iki tasvir de bizim gözlem, hayal, kurgu sınırlarımızın çok ötesinde varlıklardan söz ediyor. Nitekim Peygamber Efendimiz bu gerçeği şöyle dile getirmiş: ‘Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın kalbine gelmiştir!’
11.
Kurán bize kıssalar anlatır. Her birinde herkese bakan nice hikmetler, ibretler, manalar var. Misal olarak Bakara Suresi’ndeki ‘sığır boğazlama’ olayını ele alalım. Dikkatle bakarsan, bu cüzi olaydaki külli manayı görebilirsin. Musa aleyhisselamın yaşadığı toplumda insanlar sığıra taparlardı. Yüreklerine işleyen bu inanç, araçlara ilahlıktan pay verme şirkinin tipik örneklerinden biriydi. Bu sapmanın sebebine gelince… Eski Mısırlıların temel geçim kaynağı tarımdı. Ellerindeki nimetlerin önemli bir kısmını sığırla temin ediyorlardı. Tarla sürüyor, yük taşıyor, sütünü, etini yiyerek besleniyor, derilerinden de eşyalar yapıyorlardı. Bu nimetlerin arkasındaki yaratıcıyı unuttular. Tarımın simgesi olan sığıra tanrı demeye başladılar. Allah onlara bir sığır boğazlama emri verdi. Bu emrin görünen sebebi, ölen bir adamın katilinin bulunması meselesiydi. Fakat daha derinlerde yatan sebep, sığıra tapıcılık inancının kökünü kesmekti. Nitekim bu amaç gerçekleşti. Sığıra tapanlar, uydurma ilahlarını kendi elleriyle boğazlamak zorunda kaldılar.
12.
Biraz da üslup meselesini konuşalım. Kurán’ın anlatım biçimini… Bilirsin, edipler, yazarlar, şairler birinin izinden giderler. Sonradan gelenler öncekilerin üslubunu taklit ederler. Halbuki Kurán’ın üstadı yok, hocası yok, modeli yoktur. Hiç yürünmemiş bir yolda yürümüş. Kimseyi kendine örnek almamış. Kimse de onu taklit edememiştir. Düşmanları, Kurán’ın meydan okumasına karşılık vermek için benzerini ortaya koymak istemişler. Sevenleri, hayranlıkları sebebiyle Kurán’ı taklit etmeye çalışmışlar. Fakat her iki cenah da bunu başaramamışlar. Belagat ilminden nasibi olan bunun sebebini anlar. Kurán’ın nasıl bir üslup mucizesi olduğunu bilir.
13.
Kurán’ın kimi sureleri şiire benzer. Ruha şirin gelen ritmik üslubu yüzünden olsa gerek, şiir okuyormuş gibi bir hisse kapılabilirsin. Mekke döneminde inen kısa surelerde şiiriyet daha da belirgindir. Bu özellik şiirden, hitabetten, belagattan anlayan muhataplar üzerinde sarsıcı, uyarıcı, uyandırıcı bir etki yapmış, dikkatlerinin ilahi kelama yönelmesini sağlamıştır. Evet, Kurán’da şiiri hatırlatan kısımlar vardır, fakat Kurán şiir değildir! Nitekim Rabbimiz “Biz ona şiir öğretmedik” buyurur. Peki, niçin şiir olmamış? Çünkü şiirde hayal hükmeder. Kurán ise baştan başa hakikatle doludur. Hayale, faraza, kurguya tahammülü yoktur. Meal metnini okurken, özellikle son kısımdaki surelerde, orijinal metindeki şiirimsi havayı bir derece hissedebilirsin. Ben ‘şiir gibi olsun’ diye özel bir çaba harcamadım. Fakat bazı kısa sureler kendiliğinden şiir ahengine büründü.
14.
Bakara Suresi “Kendisinde şüphe bulunmayan bu kitap” diye başlar. Gerçekten de Kurán’da kuşku duymayı gerektirecek hiçbir yanılgı, çelişki, tutarsızlık, aykırılık yoktur. Yüzyıllardır onu bilgeler okuyor, bilginler inceliyor. Dostundan çok düşmanı var. Kusur arayan gözler hiçbir zaman eksik olmamış. Düşmanları, hata bulamamış, onu ilmen ilzam edemeyince iftira yoluna gitmişler. En küçük bir tutarsızlık bulsalardı var güçleriyle yaygara yaparlardı. Halbuki tutarsızlık olması için yeteri kadar sebep vardı. Yirmi üç yıl gibi uzun bir zamanda inmişti. Esbabı nüzulü yani ayetlerin, surelerin iniş sebepleri farklıydı. Muhatap kitlesi arasında her türlü insan bulunuyordu. Birbiri ardınca pek çok konudan söz ediyordu. Gerçekleri etkili bir biçimde dile getirmek için her türlü üslubu kullanıyordu. Bunca sebebe rağmen onda en ufak bir tutarsızlık, aykırılık, çelişki bulunmaması ancak mucize oluşuyla açıklanabilir.
15.
Kurán, ümmi yani okuma yazma bilmeyen bir zat tarafından tebliğ edildi. Tüm ediplere, hatiplere, şairlere meydan okudu. Bu kitap insan sözüyse haydi bir benzerini getirin, dedi. Tamamına olmasın, haydi bir suresinin dengini yapın. Dilerseniz hepiniz bir araya gelin, birlikte çalışın. Yapamadılar, yapamıyorlar, yapamayacaklar. Çünkü Kurán, hem manası hem de lafzı bakımından mucizedir. Bir insan tarafından yazılması mümkün değildir. Mümkün olsaydı, düşmanları bunu yaparlardı. Yapabilselerdi, Kurán davasından vazgeçerdi. Kurán onların ediplerini, şairlerini, hatiplerini, âlimlerini susturdu. Söz kılıcıyla ona karşı çıkamadıkları için maddi kılıçlarına sarıldılar. Kurán düşmanı kâfirler bugün de onunla ilmen mücadele edemiyor, iftiralar ederek, yalanlar söyleyerek insanları kandırmaya çalışıyorlar. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek istersen Sözler kitabındaki Yirmi Beşinci Söz’ü okumalısın.
16.
Kurán vecizdir. Mucize derecesinde bir icazı var. Pek az sözle pek çok manaları ifade ediyor. Bir tek kitap olmasına rağmen tüm önemli konulara yeteri kadar yer vermiş. Binlerce tefsiri yapılmış ama manası tüketilememiş. Her asırda, her meslek, meşrep ve sınıftan insanlar kendilerine lazım olanı onda bulabilmişler. İnsanlar için iman kitabı, hukuk kitabı, hikmet kitabı, dua kitabı, davet kitabı, ibadet kitabı, emir kitabı, zikir kitabı, şükür kitabı olan Kurán, ihtiva ettiği bilgiler bakımından binlerce kitap hükmünde. Kimileri onun parlak icazını göremedikleri için eksik anlatım sanıyorlar. Halbuki kusur onların gözlerinde! Hasta adama tatlı su acı gelir. Kurán, İslamiyet âleminin on dört asırdır ışık saçan güneşidir. Bu ışıklar öyle parlak ki, göz kamaştırıyor. Mucizeli özellikleri bazen de bu yüzden görülemiyor. Gün ortasında güneşe bakan adamın güneşi görememesi gibi. İşarat-ül Îcaz kitabını bir parça okuyan adam, Kurán’ın mucize derecesindeki icazını bir derece görür, anlar, hayran kalır.
17.
Dünyadaki Kurán nüshalarının hepsi aynıdır. Nasıl inmişse bize kadar öylece gelmiş. Bunun birinci sebebi, Rabbimizin Kurán’ı koruma sözü vermiş olması. İkinci sebebi, Peygamber Efendimiz ve sahabilerinin metni muhafaza için gösterdikleri üstün çaba. Kurán peyderpey indikçe ‘vahiy kâtipleri’ tarafından titizlikle yazılıyor ve hafızlar tarafından ezberleniyordu. Böylece tümü kayda geçirildi, muhafaza edildi, korundu. Peygamber Efendimizin vefatından kısa bir süre sonra, Kurán âlimi sahabiler yazılı nüshaları derlediler. Üzerinde sıkı bir çalışma yaptıktan sonra Kurán metnini net bir biçimde ortaya koydular. Hayatta olan sahabiler bu metni kabul ettiler. Üzerinde ittifak sağlanan ‘Mushaf’ çoğaltıldı ve önemli merkezlere gönderildi. Bunlar daha sonra yazılan, basılan, yayılan nüshalara meşk oldu. Milyarlarca nüshanın bire bir aynı olmasının sebebi işte budur. Ne büyük bir lütuf!
18.
‘Kurán’ kelimesi sözlüklerde ‘çok okunan’ diye tanımlanır. Fakat bu kelime son ilahi kelama isim olduktan sonra bambaşka bir mana kazanmış. Kısaca şöyle tarif edilir: Kurán, Allah tarafından Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yirmi üç yılda, Arapça olarak, birbirini izleyen bölümler hâlinde indirilen, bize kadar tam bir söz birliğiyle gelen, mushaflarda yazılı olan, Fatiha Suresi’yle başlayıp Nâs Suresi’yle sona eren ilahi kitabın adıdır. Kurán’da yetmiş altı bin dört yüz kelime, üç yüz bin altı yüz yirmi harf vardır. Kurán’ın yazılı metnine ‘Mushaf’ denir. Tamamı altı yüz sayfadır. Yüz on dört sureden ibarettir. Bir kısmı Mekke döneminde, bir kısmı Medine döneminde inen bu surelerin isimleri de vahye dayanır.
19.
Sureler ayetlerden oluşur. Ayet ‘manaya delalet eden açık alamet’ demektir. Bazen de delil, ibret, mucize manalarında kullanılır. Hem Kurán cümlelerine hem de kâinattaki eserlere ayet denir. Ayetlerin bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşabihtir. Manası açık ve net olan muhkem ayetler kitabın temelini oluşturur. Müteşabih ayetler ise müşkildir, kolayca anlaşılamaz. Ayet sayısı konusunda âlimler arasında tam bir ittifak yoktur. Evlerimizdeki mushaflardaki ayet sayısı altı bin iki yüz otuz altıdır. Dillerde gezen altı bin altı yüz altmış altı sayısı Zemahşeri adlı müfessirin sayımına göredir. Fark, âlimlerin sayımda esas tuttukları kıstaslardan kaynaklanır. Kurán’ın muhtevasıyla ilgili bir mesele değildir.
20.
Bazı sureler birbiriyle bitişip kelime oluşturmayan harflerle başlar. ‘Elif, lam, mim’ gibi. Bunlar ilahi şifrelerdir. Peygamber Efendimize bu yolla özel bilgiler verilmiş. Resulullah bunların manasını normal bir metni anlar gibi anlardı… Bu harfler rastgele seçilip konmamış. Kurán alfabesindeki yirmi sekiz harfin yarısı alınmış, yarısı alınmamış. Alınanlar alınmayanlara oranla daha çok kullanılanlar. Bunlara, harf adediyle orantılı olarak yer verilmiş. Harflerin mehmuse, mechure, şedide, rahve, müstaliye, münhafıza, müntabıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin her birinden yine yarım pay alınmış. Böyle bir sınıflandırma için tercih edilen yol beş yüz dörtte bir ihtimal. İnsan gücünü aşacak biçimde bu ihtimal tercih edilmiş… Bu harflerin bir manası daha var. Rabbimiz manen diyor ki: Kurán şu bilinen harflerden yapıldı. Madem ‘insan sözü’ diyorsunuz, öyleyse haydi siz de bir benzerini yapın. Yapamadınız, yapamıyorsunuz, asla yapamayacaksınız. Kurán’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmekten başka çareniz yoktur.
21.
Kurán’ın muhtelif isimleri var… Kurán, furkandır! Hakkı batıldan, iyiyi kötüden, hayrı şerden, doğruyu yalandan, helali haramdan, sevabı günahtan ayırır. Kurán, nurdur! Gözleri ve gönülleri aydınlatır, dünyaları ve semaları parlatır, akılları ve fikirleri ışıklandırır. Kurán, zikirdir! En güzel nasihatleri eder, gerçekleri hatırlatır, ibretler sunar, düşündürür, sezdirir, hissettirir. Kurán, ruhtur! Yaşayan ölüleri diriltir, dünyayı kemâle erdirir, insana varlık sebebini bildirir. Ve Kurán, şevk ile okunandır! Onu gökte melekler, yerde insanlar okur da bir türlü doyamaz, her defasında yeni manalar, nurlar, feyizler alırlar. Kurán, kitaptır! İnsanın hep yakınında bulundurması, her zaman, her yerde okunması gereken bir kitap. Bir hayat rehberi, bir yol gösterici…
22.
Meal çalışmamın okurdan önce bana faydası oldu. Kurán’ın nasıl bir mucize olduğunu, niçin insan sözü olamayacağını bir kez daha anladım. Hazırlama aşamasında bir de rüya gördüm. Rabbim hayreylesin. Konumuzla ilgili olması sebebiyle sana anlatayım… Rüyamda kendimi bir masa başında otururken gördüm. Önümde kâğıtlar vardı. Oda loştu. O sırada gür bir bir ses duydum. Söyleyeni görmedim. Belli bir ayeti göstermeksizin bana diyordu ki: “Eğer sen bu ayetteki belagat nüktelerini tam olarak görebilseydin, Rahmana öyle bir secde ederdin ki başını ancak kıyamet sabahında kaldırabilirdin!” Bu sarsıcı sesle uyandım. Rüyadan sonra daha bir dikkat ve titizlikle çalışmaya başladım. Nasıl bir hassasiyet gösterdiğimi kimseler bilmese de ‘her şeyi bilen’ biliyor. Yine de bir hatam olduysa Rabbimden mağfiret diliyorum… Senden de bir ricam var. Okurken bir hata görürsen bunu Kurán’a verme, bana ver. Fakat insafı da elden bırakma. Hatalarıma af nazarıyla bak. Ben bir insanım. Kurán hata etmez ama insan hata eder!
23.
Son sözüm ve duam odur ki… Denizlere, göllere, akarsulara güneşin, ayın, yıldızların şavkı vurdukça… Havada rüzgârlar esip, bulutlar yürüyüp yeryüzüne dolular, karlar, yağmurlar yağdıkça… Baharlarda ovalar yeşillenip, yazlarda ağaçlar çiçeklenip meyveye durdukça… Geceler gündüzleri kovalayıp günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, ömürler birbirini izledikçe… Ve yeryüzünün fani konukları olan insanlar dünya misafirhanesini şenlendirmeye devam ettikçe… Şanlı Kurán’a mütevazı bir ayna olma emeli taşıyan bu mealin sevilerek okunmasını… Okurlarının sadırlarına şifa, kalplerine deva, ruhlarına gıda olmasını… Ömürlerine bereket, hayatlarına huzur, akıllarına nur, gönüllerine sürur vermesini… Rahman olan Rabbimin sonsuz rahmetinden umuyor, diliyor ve bekliyorum. Ey ebediyet yolcusu okurum! Sana da selam ediyorum!
www.omersevincgul.com