Bundan böyle tanrı’nın adını daha çok duyacağız.
Ne ki kendimizi daha dindar veya daha dinsiz hissedeceğimizden ötürü değil, bilakis, hep olduğu gibi, bazılarımız kendilerini daha muktedir, daha mütehakkim, daha mütecaviz, bazılarımız ise daha çelimsiz, daha çaresiz ve daha yalnız bulacakları için.
Evet, tanrının adını, ama hemen yanısıra insanın da adını.
Biri olmadan diğeri asla kavranılamaz. Aşk’tan mahrum bir kudret, kudret’ten mahrum bir aşk, bu haldeyken varlık asla kendini tümleyemez. Bilinmek için seni yarattım, dediği duyulmuştur toprağın derinliklerinden. Kendini seyretmek için aynaya muhtaçtır, yetkin bir mazhara. Sırf zuhur etmek için.
İstemin doğası iyi kavranılmalı, insan, kendini kandırmadıkça, gücü ve zorunluluğu tikelden çıkarsamayı beceremez. Kendisinden. İster istemez başkasına muhtaçtır. Başkalarına.
Başkasına muhtaç olma duygusu, vicdanı oluşturan ilkelerin en esaslısı bu yüzden, en derini, en köklüsü. Başkasına, yani ötekine, her daim ben’in, biz’in sınırlarını belirleyen diğerine, diğerlerine.
Ben varsa, sen de vardır. Ama hep bir başkası. Başkaları. Yazgı böyle, her daim başkalarıyla varoluruz, kendimizi daima başkalarında varederiz. Elimizde mi sanki, başkalarına muhtaç olduğumuzu her idrak edişimizde, tanrı hemen yanıbaşımızda beliriversin de elimizden tutsun isteriz. Kendilerine muhtaç olduklarımızın da muhtaç olduklarına inanmak isteriz çünkü. Yalnız olmadığımızı, bir ömür boyu korunmasız bırakılmayacağımızı ummak isteriz. Madem varolduk, insanca varolmayı isteriz. İstemekle yetinmeyiz, gücümüz de olsun isteriz.
O istemler, istemeler sayesinde insan değil miyizdir zaten?
Cupiditas est ipsa hominis essentia, der Spinoza. Arzu, insanın özüdür. Arzu, yani insanın kendi varlığını sürdürmek için harcadığı çaba (conatus).
Peki ya tanrı’nın özü?
Felsefe’nin vereceği yanıt, kabul edilmelidir ki, insanın tanrı’ya ilişkin en sıkı soyutlamalarından biridir:
Dei potentia est ipsa ipsius essentia!
(Tanrı’nın kudreti onun özüdür.)
Bir yanda arzu ve irade, diğer yandaysa kudret.
Ne ilginç değil mi, insanın payına düşen hasret, buna mukabil tanrının yanında, hep yanında olansa güç ve kudret!
Her fırça darbesinde hayatımı tehlikeye atıyorum, der Cézanne. Çaresiz söylemek zorundayım, bundan böyle tanrı’nın adını daha çok duyacağız, ve fakat onun adını her duyuşumuzda, kaçınılmaz olarak, insanın adını da duymuş olacağız.
Çok az kaldı, tanrı ve insan arasındaki ve bağlacının kıyıcılığı sona erecek. Firak vuslata dönüşecek. Bir gün. Zorunlu olarak.
Çağın ruhunu takdimimdir: tanrı veya insan.
Modern zamanların çocukları olarak istemi ve gücü bundan böyle hep yanyana idrak edeceğiz. Kendimizde ve dışımızda. Başkasında. Gayr-ı şahsî (unpersönlich) ilkeler demetine dayanmaksızın doğayı da, toplumu da açıklayamayız çünkü. Sözgelimi varlık, evren, devlet, vatan, ulus, din, insan, para… hepsi de birer soyutlama, safi soyutlama değil mi?
Tarih boyunca tanrı’yı bu soyutlamalardan birine indirgemeye veya aralarında üleştirmeye yönelik hamlelere karşın, kudret tahtı hep boş kaldı ve tanrı, insanın muhtaç olduğu gayr-i şahsî ilke olarak sıralamanın en üstündeki yerini daima korudu. Ama ilke olarak, yani bir kavram, bir ide olarak.
İman edildi, inkar edildi, farklı biçimlerde yorumlandı, değiştirildi, dönüştürüldü, hatta öldürüldü, ama bilim adamlarının, filozofların, ilahiyatçıların zihinlerinin bir yerlerinde ister istemez sürekli varoldu, olabildi. Oysa insanoğlu pratiktir, pragmatiktir, hiçbir kavramdan başını okşamasını beklemez. Hiçbir ide’den kendisini sevmesini, gözetmesini, kendisine yardım etmesini ummaz.
Kavramın, kavramların kudret ve kuvvete nisbetleri ne ki?
İnsan tanrısını hemen yanıbaşında bulmak ister, zihninin derinliklerinde değil. Bir ide, bir kavram olarak hiç değil. Canlı kanlı halde nefesini duymak, yumuşacık kanatlarının sıcaklığını hissetmek ister. Şahdamarından daha yakın olmak da neymiş, düşünmek değil, duyumsamak ister, tıpkı bir anne gibi, bir baba gibi. Bazen bir kardeş gibi. Kendisini ne zaman çaresiz hissetse, ne zaman terkedilse, reddedilse, itilse kakılsa, kimsesiz olduğu yüzüne vurulsa, hemen onu yanıbaşında bulmak ister. Elinden tutsun, başını okşasın, o narin, o zarif parmak uçlarıyla gözyaşlarını silsin ister.
Nothing to be done!
II. Dünya Savaşı’nda yeterince yorulduğu, yeterince hırpalandığı için, insan aynen bu şekilde inlemeye başlamıştı. Yapacak bir şey yok!
İnsan, yani beden, yani et, sinir ve kas, yani el ve ayak. İnsan, yani madde. Beckett’ın Godot’yu bekleyen insanı. Tanrı’yı. Ama sadece bir tarafı. Tek tarafı. Estragon (Gogo). Öyle ki savaş boyunca bombalar sağanağına dönüşen maddecik bile en nihayet yorulacak ve eylem yerine beklemeyi seçecektir. Belki şehrin son delisi de ölecek, belki de mezar taşında şöyle yazacaktır: kül mü olayım, kor mu kalayım, ama her halukârda alevsiz yanayım.
Risk büyük, çünkü ardında, bedelini ödeme kararlılığının bulunmadığı her tahayyül, ister istemez insanın, kendisini yaşamda tutan en esaslı yetisini zaafa uğratacaktır. Umudunu.
Size tanrı’dan haber veremem. Masum değilim çünkü. Sadece insandan söz edebiliyorum bu yüzden. Tümüyle insandan.
Godot bugün gelmeyecek ama yarın mutlaka gelecek!
İnsan sadece masum olanın sözüne inanabilir. Bir çocuğun sözüne. Geleceğin. Umudun. VE yaşamın muhtaç olduğu sözlere. Bu nedenledir ki, aydınlanma konusunda bana güvenmeyin, diyen Pozzo’nun, yani Kilise’nin hiçbir vaadine inanmamakta mazuruz. Has ipekten kefenlerin. Müesses dinin. Deneyimliyiz çünkü.
Godot’ya ne diyeyim, diye bize sorarsa birgün bir yetimin gözleri, Vladimir (Didi) gibi biz de, sadece bizi gördüğünü söyle ona, yeter, diyeceğiz. Beklediğimizi söyle ona, yerimizi terketmediğimizi. İnsan kalmakta ısrar edeceğimizi.
İnsan kaldıkça, ister istemez, tanrı’nın adını daha çok duyacağız.
O halde söyle ey sâbi, bizi gördüğünden eminsin değil mi?
Hürriyet