A’raftayım, ve yalnızım.
Aradayım.
Lakin ne bir yanım cennet, ne öte yanım cehennem, bilakis iki yanım da tümüyle cehennem!
Sade iki yanım mı, dörtbir yanım, her yanım, âteş-zâr olmuş sanki, dinmek bilmez alevler içinde yanmaktayım. Çünkü yaşamları boyunca hep haklı olanların arasındayım.
Avurtlarını kendi hakikatleriyle, ama hep hakikatleriyle şişirenlerin arasında. Hiç çekinmeden gerçeği insanın yüzüne tükürenler arasında. Aslâ kuşku duymayanlar, kesinlikle tereddüt etmeyenler, ömürlerinde bir kez bile olsun yanılmayanlar, ne tuhaf değil mi, sanki hatadan berî, kusurdan âri olanlar arasında. Ama yine de meleklerin değil, sözümona insanların arasında. İnsanlarım arasında.
Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmek zorundayım bu yüzden. Öncelikle kırmadan, incitmeden ifade etmeyi becerebilmeli, bîtaraf olan bertaraf olur gibi klişelere yüz vermeden ne yapıp edip kesin inançlılığın o yakıcı alevleri arasından geçebilmeliyim.
Ah, kibir ve tekebbürün hâlelediği düşünce ve davranışlara yine kibirle karşılık vermekten ne de hoşlanır şu insan nefsi! Hitabetin şehvetine kapılmaktan meselâ, hele hele göze göz, dişe diş keskinliğinde nârâlar savurmaktan!
Ah ki ne ah!
Ben nefsimi aklayamam, çünkü nefs hep kötülüğe mecbur eder insanı, demek, diyebilmek için, Züleyha gibi, günahlarının ateşinde arınmayı bekleyemez de insan, bir intikam savaşçısı gibi kalın zincirlerini bileğine doladığı o koca gürzüyle mukabele bi’l-misl diye haykırır her defasında, ve böylelikle mızrağını hukuk’un en kadîm ilkesinin üzerine fırlatmakta bir an bile tereddüt etmez, kısasa kısas der hiddetle. Mazlum ve mağdur olduğuna inanmıştır ya bir kere, zulm ü cevr, kahr u cefa bundan böyle bir tek düşmana yakışır vasıflar haline dönüşür. Düşmana, yani kendisine benzemeyene, yani kendi hakikat tasavvurunun dışında kalana, ya başı örtülüye, ya başı örtüsüze, ama hep ötekine. Türk veya Kürt, Sünni veya Alevi, Müslüman veya Hıristiyan veya Yahudi, şu ya da bu yafta üzerinden ötekileştirebildiğimiz her insana. Ama hep insana.
Bu ahvalde yasa hiç değişmez, mağdur olan mağrur olur, ve insan bir kez kendisinin hakkın yanında yer aldığına inanmayagörsün, hakkın da hep kendi yanında yer aldığına inanır. Haklı olmak mağrur olanın gururunu besler, büyütür ve güçlendirir. Haklı olmak, yani her daim birilerinden alacaklı olmak, ve dolayısıyla, şişinmenin gereğidir koşulsuz surette onaylanmayı istemek.
Yanılmamalı, bu bağlamda onaylanmak demek, her defasında kabul ve tasdik görmek demek değildir, bilakis her türlü red ve inkarın, tuhaf biçimde, haklılığın tasdiki anlamını kazandığı yerdir burası. Karşıdan gelen şiddet arttıkça, tarafların haklılıklarına olan inançları da artar. Çünkü mağduriyet de artmıştır. Gurur, işbu mağduriyet duygusuna süreklilik kazandıran hâlin adıdır. Küçük zaferlerle mahiyeti kadar hüviyeti de değişir gururun, ve bir çırpıda tekebbür adını alır da kimseler farketmez. İçin için içi oyulur insanın.
Ah, şu zavallı insanın.
Bilirim, iktidarın da, muhalefetin de mağduru oynadığı bir zeminde konuşmak zordur, zira mağrurlar arasında tek başına kalmak zordur, hele hele ancak kendi ideolojik sınırları içinde güvenlik duygusunu tadabilen geniş kitlelerin önünde.
Taraflara itidal ve sükûnet tavsiye etmek de -özellikle hassas dönemlerde- ortayolculuğun o tipik, o zavallı çöpçatanlığına soyunmaktan başka bir mânâ ve değer taşımaz nezdimde.
Sessiz kalmayı yeğlerim daha iyi. Susarım ve ürperirim. Tek başına durur ve beklerim.
Öyle ya, tikel olguların ya-ya da’cı karşıtlığa zorlayan taleplerine icabet etmekten kaçındığımızda, niçin kendimizi bir çırpıda tümel genellemeler üzerinden hem-hem de’ci uzlaşmaların eline bırakmak zorunda hissedelim ki?
Bu ülkenin adalete, mehabbete, rahmete hasret toprağının devasa zenginliklerine yaslanmak varken, lütfen biri çıkıp söylesin bize, niçin bu yangını, taraftarlarına ancak siperlerinin izin verdiği ufuk kadarıyla yorumlamayı marifet bilelim?
Bu, ne denli soylu bir tutum ise, o denli de yalnızlaştırıcı değil mi? Ne o, ne bu demek! Bir yandan ya-ya da’cılığın naif ve bir o kadar da saldırgan köktenciliğine iltifat etmemek, öte yandan hem-hem de’ciliğin klişelere teslim olmuş o ürkek arabuluculuğundan medet beklememek, söyler misiniz, bu noktadan sonra, kahve çekirdeği koyuluğundaki yalnızlığa mahkum olanların mırıldandığı şu belli belirsiz ezgiden gayrı ne kalır ki elimizde?
Ya-ya da’cı karşıtlık, en nihayet bir belirleme hamlesi, ne ki her sınırlama gibi eksik ve yetersiz (determinatio est negatio), bu nedenle de naif. Buna karşın hem-hem de’ci çözümleme gözünü tikellere dikmiş bir uyanıklığın toparlayıcılığıyla malul. Fenafillah’taki tatmin kadar. Kuşkuları alelacele yatıştırma isteğinin bir sonucu. Bir yorgunluk illeti. Bütünlüğün içinde erimenin keyfi. Sözde vuslat.
Bir de negatio negationis var oysa. Reddin reddi yani, inkarın inkarı, her türlü olumsuzlamanın olumsuzlanması! Ancak bu kuşatıcı bakışladır ki hakikati zıtların birliğinde görmeyi başarmak. Arifler cem’ü’l-ezdâd derler, Batılı talebeleri ise, coincidentia oppositorum. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu sezmek, ve ne yapıp edip miracın sonunda özne ile nesne’yi birliğe getirmek. Kısaca illâ demeden önce lâ demeyi bilmek, evet’ten önce hayır’ı seçmek! Hiçbir unsurun, hiçbir parçanın, hiçbir zerrenin kendi kimliğinden, kendine has özelliklerinden vazgeçmesini beklemeksizin tüm farklılıkları birliğe kavuşturmak. Ne yapıp edip efendi-köle diyalektiğinin sınırları üzerine çıkmak (Aufhebung) ve mukayyed olanın mutlak’ta temsiline izin vermek! Son tahlilde lâ-kaydî olmayı başarmak yani. Her defasında yoldan çıkmak için yeniden yola çıkmak!
Mansur ene’l-hak söyledi
Haktır sözü, hakkı söyledi
Nâdân mukayyed anladı
Ammâ ki mutlak söyledi
Yorumlayacak mısın, o halde evvela yorulacaksın, sadece aklın kılavuzluğuyla yetinmeyeceksin. Çünkü gevezeliğin ne yeri, ne de zamanı, tek başına hiçbir analist, hiçbir analiz üstesinden gelemez bu yangının, bir an evvel vicdan’ın sesine de kulak vermek gerekiyor, ortak vicdan’ın sesine, aslâ yüzde’lerle ifade edilemeyecek olan o ma’şerî vicdanın sesine. Sokaklarda, meydanlarda, mahkeme kapılarında değil, gönüllerimizde bulduklarımızın sesine. Kısaca, Anadolu’nun derinliklerinden devşirebileceğimiz engin müsamahanın, mehabbetin, şefkat ve merhametin sesine.
Evet, sade hakikatin sesine. Hakikatimizin sesine. Bu toprakların sesine, bizatihi yüzde 100’ün sesine.
Hiçbir miting meydanı bu yüzde 100’ü sînesinde ağırlayamaz, ne sokaklar, ne caddeler, ne stadyumlar, üstelik ne bir dernek, ne bir vakıf, ne bir parti, ne de herhangi bir ideolojik yapılanma halkı bütünüyle kuşatabilir, halkı, yani demos’u. Yüzde 100’ü sînesinde ağırlayacak tek meydan bütünüyle Türkiye’dir, halkın sînesinde huzurla gözünü yumabileceği zemîn ise sadece ülkenin kendisi, bu ülkenin tüm vatandaşlarını din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmaksızın her şeyiyle kucaklaması gereken en kapsamlı siyasî yapı da Türkiye Cumhuriyeti Devleti.
O halde kendimizi kandırmayalım, bu boyutta çıkan yangınları değme arazözler bile söndüremez. İbrahim gibi dörtbir yanımızdan alevler yükseliyorsa şayet, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu iç yakan ateşin sönmesi için küçük serçeciklerin ağızlarında taşıdıkları damlalara bile ihtiyacımız var demektir.
Kimse, boşuna, kibire kibirle galebe çalmayı düşünmesin, beceremez, o yukarıya kalkmış çenelerin sahipleri var ya, değil birbirlerini görmek, farkedemezler bile. Bu nedenle gurur ve kibrin üstesinden gelecek tek hâl sadece ve sadece tevazu’dur, yani içtenlik ve alçakgönüllülük.
Bir kez daha tekrarlamaktan niçin kaçınayım o halde, ihtiyacımız olan şey cesaret değil, tevazu. Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız. Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz. Her fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.
İKİ
Adil olan her şey dine uygun mudur, yoksa dine uygun olan her şey adildir ama adil olan her şey dine uygun değildir de bir kısmı dine uygun, diğer kısmı da başka bir şey midir?
Platon’un, gençleri dinsizliğe sevkettiği gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiş ustasını savunmak amacıyla kaleme aldığı erken diyaloglarından birinde, Euthyphronda, yukarıdaki sorusuna mukabil, genç ve dindar muhatabının, kendi sözlerini takip edemediğinden yakındığını gören Sokrates, ona, zorla biraz kendini dostum, der ve kendisine, korku ile saygı arasındaki kapsayıcılık sorununun dindarlık ile adalet arasındaki ilişkiden hareketle nasıl adım adım soruşturulabileceğini göstermeye çalışır.
Saygı korku’dan daha kapsayıcıdır filozofumuza göre, çünkü saygı duyduğumuz her şeyden korkar ve sakınırız ve fakat kendisinden sakındığımız, korktuğumuz her şeye saygı duymayız, duymak zorunda da hissetmeyiz. İşte adalet ile dindarlık arasındaki ilişki de aynen böyledir. Dindarlık adaletin bir parçası olduğundan, dindarlığın olduğu her yerde adalet aranır ama adaletin olduğu her yerde dindarlık (inanç) aranılmaz. Başka bir deyişle, dindarlık adalet’in muayyen formlarından biridir ve adalet ilkesine asıl tâbi olması gereken dindarlıktır, dindarlığa tâbi olması gereken adalet’in kendisi değil!
Geleneksel siyaset felsefemiz, başından itibaren bu hakikatin farkında olmuş ve hiç değilse teorik olarak, adalet ilkesini, olması gereken yere, yani egemenliğin en temeline yerleştirmekte hiç ama hiç tereddüt etmemiştir.
Adalet mülkün (egemenliğin) temelidir demekle yetinmemiş, mülk küfr ile âbad olur, zulm ile âbad olmaz diyebilecek kadar siyasî irfanını isbat da etmiş.
Yönetimde sürekliliğin sözde iman’la değil, ancak adalet ilkesine riayetle mümkün olabileceğini, bundan daha iyi ne anlatabilir, bilemiyorum.
Kısacası, insanlık tarihi boyunca bütün uygar toplumların üzerine titizlendikleri en yüksek erdemlerden biri olmuştur adalet. Çünkü aklın değil sadece, vicdanın da toplumsal yaşamdan beklediği, bulamazsa hemen talep ettiği en öncelikli ilkedir. Görünümleri, koşulları, biçimleri, araçları belki zaman içerisinde değişebilir, farklılaşabilir ama esas itibariyle özü aslâ değişmez. Yanlış anlaşılmamalı, yasalardan değil, o yasaların bizatihi ruhundan söz ediyorum. Adalet’ten.
Aklî yasalar da değişir, dinî yasalar da. Şeriatlar, yani tarih içinde peygamberlere gelen farklı hukuk sistemleri bile değişmedi mi? Nuh’un şeriatı, İbrahim’in şeriatı, Musa’nın şeriatı… kısmen veya bütünüyle değişmeyeni var mı içlerinde?
Değiştiler, çünkü değişmeselerdi, toplumun da, yaşamın da özüne ters düşmüş olurlardı. Nitekim Osmanlı’nın son hukuk kodifikasyonlarından biri olan Mecellede bu hakikat şu şekilde dile getirilmiştir:
Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz!
Yani zamanın ve koşulların değişmesiyle birlikte yasaların da değişikliğe uğraması kaçınılmazdır.
Peki ya adalet, bu kavramın ve/veya bu insanî sezinin hiç mi değişme ihtimali yok?
Sizin anlayacağınız, Hızır’ın irfanında değişme mi olur, demek istiyorum. Ledünnî ilim düzeyinde. İlmini kendinden, insandan, rabbinden elde edenin, baktıkları her an değişse bile acaba bizzat bakışı değişir mi hiç?
Vicdanınıza başvurun lütfen, derûnunuza yönelin, alacağınız yanıt hiç kuşkusuz ki olumsuz olacaktır. Hiçbir surette, hiçbir yerde zaman boyutu adalet burcunun taşlarını yerinden oynatamaz çünkü. Adalet bir mahalleyi, bir bölgeyi, bir ülkeyi değil, hatta yeryüzünü bile değil, bizatihi âlemleri ayakta tutan ilkedir. Kosmos’u. Ama önce insanı, zübde-i âlem olan insanı.
Kur’an’da yer alan, Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını belirten ayetlerdeki “hak ile” kaydı, hemen hemen bütün yorumcular tarafından “adl ile” (adalet ile) biçiminde tefsir edilmiş ve evreni ayakta tutan ilke olarak adalet vurgusu biteviye yinelenmiştir.
Bu satırları yazarken, adalet kavramını çözümlemekten çok yüceltmekten hoşlanan sorunlu bir coğrafyada düşünüyor olduğumu da unutmuş değilim, kavramları yücelttikçe onları yorumlama yetimizin zayıfladığını da. Bu yüzden adaleti bir kenarda tutup onun da ötesine işaret etmeye çalışacağım, toplum olarak irfanımızı asıl ispat etmemiz gereken sahaya. Tuhaf biçimde tüm adalet taleplerinin geçersiz ve yetersiz kaldığı en insanî noktaya.
Öncelikle bir ayeti hatırlatmakla yetineceğim, hani şu tüm Cuma namazlarında okunan ayeti (Nahl: 90), Allah’ın inananlara sadece adaleti değil, hemen yanısıra ihsanı da emrettiğini bildiren ayet-i kerimeyi.
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Düşünmeli değil mi, niçin tek başına adaletin zikri yeterli olmuyor da, hususen ihsan sözcüğünün zikredilmesine gerek görülüyor?
Yanıtı çok basit, adalet toplumsal barışı inşa etmek için tek başına yeterli değildir de ondan. Her zaman, daha fazlası gerekir. Ötesi.
Fazlası, yani afv. Nitekim bağışlamak karşılığında da kullanılan afv (affetmek) sözcüğünün kök-anlamı fazlalık’tır. Üstelik kısasa kısas gerilimini aşmanın en yetkin biçimidir de. Afv, doğrudan Kur’an’ın tanımıyla bir rahmettir. (Bakara: 178)
Yukarıdaki ayette ihsan sözcüğü zikredilmeyip de sadece adalet’le yetinilseydi, bu, âlem’in nesneleşmesi, insanın özne olmaktan çıkması, yaşamın da özgürlükten mahrum kalması anlamına gelirdi. Adalet demek, en temelinde, zorunluluk demektir çünkü. Mathesis universalis, evreni yöneten adaletin bir diğer adı, yani yasalara, kurallara koşulsuz bağlılık… dünyayı, yaşamı, insanı zorunluluğun boyunduruğuyla sınırlamak… ve istemden uzak tutulmak, istemden ve özgürlükten…
Belki de Tanrı, kişilerin gözyaşlarıyla bir şekilde uzlaşabilen bir tarihin sürekli reddinden ibarettir, der Levinas, Talmud okumalarında, ve hemen ardından ekler:
Teselli’nin varolmadığı bir dünyada barış kurulamaz!
Teselli’nin, yani umudun, yani süreklilik duygusunu diri tutacak bir kurtarıcılığın, yani daha özgür, daha eşit, daha kardeşçe bir dünya hayalinin varolmadığı bir dünyada barış da olmaz!
Adalet’in yanısıra ihsan’a da gerek var bu yüzden, sadece celal’in değil, cemal’in de cilvelerine ihtiyaç var.
İhsan sözcüğünün kökündeki hüsnü (güzelliği) sezebiliyor musunuz?
İhsan demek, güzellikte bulunmak, güzellik yapmak demek. Doğru olanla yetinmeyip onun da üstüne çıkmak, dünyayı zorunluluklar, yükümlülükler açısından yorumlamakla kalmayıp iyi’nin ve doğru’nun yanısıra bir de şu âleme güzelliğin penceresinden bakmak demek. Hani şu hüsn ü cemalin penceresinden. Hüsn ü aşkın. Sadece adaletin karşılığı mathesis universalisi değil, harmonia universalisi de görmek demek. Bağışlamanın, affetmenin, görmezden gelmenin, bazen zorunlulukların dahi ihmal edilebileceğini farketmenin önsezisiyle, sırf sevgilinin cilvelerine katlanmak kadar, onun da bizim cilvelerimize müsamaha göstereceğini ummak demek. Derdimden anlamaz, ben o yâri neyleyim diyen genç âşıkın aksine sevgili’yi her derdimizden anlar bilmek!
Bu yüzden olsa gerek, bana Allah nedir diye sorsalar en azından adalettir derim, derdi rahmetli babam.
Şu küçük kaydı anlamak ne kadar vaktimi aldı bir bilseniz: en azından…
Evet, olup bitenleri doğru yorumlayabilmek için, her tanımlama teşebbüsünün -hem de her defasında- en azından seviyelerinde olduğunu fark ve kabul etmeliyiz. Çokluk zat’ta, yani müsamma’da değil ki, isimlerde. Zahirde. Yeryüzünde.
Hâlâ buradayız madem, isimlerin hakkını vereceğiz, isimlerinin sonsuzluğuna hürmeti elden bırakmayacağız. Allah sözcüğü, bir sözcük olmak itibariyle ism-i zat’tır, lakin en son tahlilde isimdir, zat değildir. Zat’ın aynasıdır. Varlığın. Özü ise irade ve kudrettir.
Kuvvet ve kudret, yani zorunluluk. İşte adalet’in kaynağı. Nerede adalet varsa, orada uluhiyetin tecellisi var demektir, kuvvet ve kudretin eşit ve zorunlu dağılımı yani.
Yasa çok açık: mathesis universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir. Sırf bu nedenledir ki besmele’de Allah lafzının şiddeti, rahmet kökünden türeyen iki sıfatla dengelenir, Rahman ve Rahim ile.
Kudret ve adalet yetmez, kudreti merhamet’le, adaleti de ihsan’la desteklemek gerek, celâli ise cemal’le.
Göze göz, dişe diş keskinliğinde yargılarda bulunmak belki haklı, belki adilâne olabilir, ama söyler misiniz, hani ihsan nerede? Nerede cemalin tecellisi? Rahmet nerede?
Biliyoruz, zorunluluk kudret ve iktidarın gereği, uluhiyetin icabı, peki ya mehabbet nerede? Nerede şefkat ve merhamet? Sadece celaliyle tecelli eden güce mi boyun eğeceğiz, hani nerede rahmetinin genişliğinde eğlenebileceğimiz cemalinin tecellileri?
Kelâmcılar, istedikleri kadar, Hakk’ı fail-i muhtar (dilediğini eyleyen) ve kadir-i mutlak (saf ve mutlak güç) olarak tanımlamakla yetinsinler, biz, müslüman filozofların, hele hele ariflerin, Hakk’ı, rahmet ve şefkati kendisinden özü gereği taşan varlık (mucibun bi’z-zat) olarak açıklamakta ısrar ettiklerini de biliyoruz.
Peki onca ısrar niçin?
Elbette varlığın seyrine hürmet için!
Başka deyişle, hukuk afv ile, adalet ihsan ile, kudret rahmet ile dengelenmedikçe, değil sadece toplumsal yaşama, doğal yaşama da barışın hakim olamayacağını yakînen bildikleri için.
Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği ünlü üçlemeyi hatırlamanın tam sırası!
iberté, égalité, fraternité
Osmanlılar bu üç terimi şu şekilde tercüme etmişlerdi:
hürriyet, müsavat, uhuvvet
Yani:
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Özgürlük ve kardeşlik olmazsa, hangi adalet mekanizması, tek başına, bir toplumun barış içinde yaşamasını mümkün kılabilir?
Hiçbir mekanizma!
Demek oluyor ki bizim en az adalet kadar, özgürlük ve kardeşliğe de ihtiyacımız var, eşitlik kadar farklılığa da, hem de su gibi, ekmek gibi, hava gibi.
İnsanın özüne aykırı her türlü baskı karşısında özgür, insan yaşamını belirleyen tüm yasalar karşısında eşit, tüm ayrımcı politikalara rağmen ve fakat inatla insanın özüne hürmeten yeryüzünün bütün insanlarıyla kardeş olmak, işte metafizik iddiaların, üzerinde tek tek sınanabilecekleri gerçeklik zemini.
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Hakikatinden vazgeçtim, şimdilik ülkemde hayalini bile erteliyorum ama görmüyor musunuz sadece ifadesi bile ne kadar güzel!
Gerçekten de çok güzel, çünkü insana insanlığını hatırlatıyor.
ÜÇ
Segui il tuo corso, e lascia dir le genti!
Dante’nin Divina Commediasında yer alan bu öğüdü -ona Das Kapitalinin girişinde yer veren Marx’ın aksine- tutamadığım için mazur görülmek istiyorum.
Sen sadece kendi yolunu izle ve bırak onları bildiklerini okumaya devam etsinler!
Bu sefer, yıllardır yaptığım gibi, sadece kendi yolumu izlemekle yetinemem. Hakikatin yolunun tek kişilik olduğunu bilmeme karşın, iki haftadır içim ürpererek izlediğim apaçık olumsuzluklar karşısında daha fazla susamam. İnsanımın insanıma, kardeşlerimin kardeşlerime reva gördüğü o oransız şiddet karşısında gözlerimi kapasam bile, elimi, kalemimi, kırık mızrabımı artık daha fazla tutamam.
Alevlerin zirvelerine ulaştığı o a’raf dağında, bir başına, tek başına, Tanrı’nın şehre gelmesi için yıllarca aralıksız yakaran bu fakirin, şimdi, tam da o’nun bütün ihtişamıyla Taksim Meydanı’nda belirişini görmüşken, sırf seyr u temaşanın zevkiyle yetinmesi, ve Tanrı’nın çocuklarından yine onun neşidelerini esirgemesi, aklın değilse bile, vicdanın kaldırabileceği bir yük değil. Ortak aklın ve vicdanın sesini duymaya çalışan herkes gibi, ben de, çaresiz, Dante’nin öğüdünü, şimdilik, elimin tersiyle bir kenara itmek zorundayım.
Sözüm bütün dostlara!
Öncelikle istirham ediyorum, öfke ve nefreti bir kenara bırakıp müsamaha gösteriniz, afv ediniz, rahmet buyurunuz, ihsan ediniz de öyle dinleyiniz sözlerimi, ve sakın Hakk’ın celalinden varid olan tecellilerin nefsinizi saldırılara karşı güçlendiriyor gibi görünmesine aldanmayınız da siz asıl cemalinin nefsinizdeki tecellilerini takip ediniz.
Değişmekten korkmayınız mesela, öfkenizi bastırmaktan, arzularınızı dizginlemekten, hatta yeri geldiğinde geri adım atmaktan, evet, korkmayınız, zira halden hale geçiş, O’nun, kullarına mehabbet ve rahmetinin eserlerindendir.
Çok yazık, teennî ve tedbir hamleleri, üstelik mehterânın yürüyüşünde, ne zamandan beri bir zaaf alâmeti olarak yorumlanmaya başladı da bizler bu hakikatten gafil kaldık, bilemiyorum
İlerlemeci ideolojinin klişelerine bu denli kolay teslim olunmamalıydı, zira suhulet erdemdir, geri adım atmaktan çekinilmemeliydi, ve tabii ki bir de, karşıda, hasım bellenmiş düşman askerlerinin değil, memleket evladının bulunduğu unutulmamalıydı.
Mehterân adımlarının karşısına çıkarılan yürüyüş tarzı, o konuşmada iki sözcükle tanımlanıyordu: istikrar ve güven.
Lâkin akl-ı selîm sahibi biri çıkıp da bize açıklayabilir mi, geri adım atma erdemini göstermeksizin ve şiddete de başvurmaksızın şu ünlü istikrar ve güven’in sürdürülebilirliği nasıl temin edilecektir? Böyle bir şey mümkün müdür?
Değildir, nitekim iki haftalık süreç içerisinde (korkularının her boşa çıkışında) hükümetin geri adım atmayı becerdiğini sevinçle görüyor, kendilerini tebrik ediyorum. Yapılması gereken budur, çünkü doğrusu budur.
Halk, karşısında geri adım atılması gereken en azim güçtür.
Erdemli yöneticiler, hizmetkarı olduklarını söyledikleri halkın karşısında geri adım atmaktan asla utanmazlar, yanlış anlamışız, özür dileriz derler, ve halkın önünde eğilirler, hele hele bir de değerli ve samimi bir amaç için çırpınıyorlarsa.
Niçin? Çünkü vekil, aslın bendesidir, aslına tabî olduğu müddetçe değer ve itibar kazanır, yani veliyy-i nimetine hürmette kusur etmedikçe. Veren el alan elden üstündür. Veren el haktır. Hak, yani halk. Alan el ise yöneticilerdir. Onlar kimdir? Onlar da tabiatıyla halktır ve ilkelere hürmette kusur etmedikçe onlar da haktır. Demek oluyor ki veren de, alan da halktır!
Üstüne basa basa uyarmış olayım, doğal âfetler halkı ikiye ayırmaz, camiyi de yıkar, meyhaneyi de, ehl-i secdeyi de yere serer, ehl-i bade’yi de. 17 Ağustos 1999 depremi sırasında yüzde 50 kimdi meselâ? Aranızdan biri çıksın da o âfette o yüzde 50’nin kimler olduklarını bize bir zahmet göstersin!
Yukarıda şöyle demiştim:
Yasa çok açık: mathesis universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir.
Yani, celal sıfatlarının tecellisine davetiye çıkarmamak gerek, çünkü ışığının (nûrunun) yanından ısısı (nârı) aslâ eksik olmaz.
Toplumsal âfetlerin doğal âfetlerden farklı olduğunu mu sanıyorsunuz? Kalkışmaların, isyanların, iç savaşın, savaşın?
Aslâ! Allah korusun, o durumlarda da yaşla kurunun birlikte yanması kaçınılmazdır.
İmdi, o halde yazın defterinizin en başına:
Halk her zaman yüzde 100’ün adıdır!
Ülkenin değil sadece seçimle gelmiş yöneticileri, darbeler yoluyla iktidarı ele geçiren cuntacılar bile, eğer koltuklarında kalmak niyetindeyseler, yalan söylemek ve o yalanların bedelini ödemek pahasına bile olsa, her adımlarında o yüzde 100’ün adına hareket ettiklerini beyan etmek zorundadırlar.
Sözüm etnosun (topluluğun) yöneticilerine değil elbette, demosun (toplumun) yöneticilerine! Türk’ün, Kürd’ün, Alevi’nin, Sünni’nin, Yahudi’nin, Hristiyan’ın, Müslüman’ın değil, çağdaş bir ülkede çağdaş yurttaşların oylarıyla seçilen bütünüyle halkın yöneticilerine! Yani cemaatin değil, cemiyetin yöneticilerine!
Demokrasi demos’un ürünüdür, etnos’un değil! Çünkü etnos (gemeinschaft) anlamındaki halk kendi kendini yönetemez, tâbi olacakları ve sadakatle paçasına sarılacakları önderlere ihtiyaç duyarlar ama demos aslâ böyle değildir, o pekâlâ kendi kendini yönetir. Yönetemiyorsa, yönetemezse, çağdaş anlamıyla demos olma yetkinliğine ulaşamamıştır zaten!
Demek oluyor ki demokratik toplumlarda yöneticiler, hele hele gergin dönemlerde, biz ülkenin yüzde 50’sini zorla evde tutuyoruz, türünden talihsiz açıklamalar yapıp halkı niceliksel veri tabanları gibi görmeye ve göstermeye kalkışmamalıdırlar. İstemeden böyle bir söz söylenmişse şayet, hemen, kastı aşan bir beyandı, özür dileriz, denmeli ve konu kapatılmalıdır. Aksi takdirde, demos’un (cemiyet’in) yüzde 50’lik oy oranına sahip kesiminden değil, bilakis yüzde 50’lik sözde bir etnos’tan (cemaat’ten) bahsedildiği düşünülebilir ki bu durumda, demokrasinin zaten derinleştirilmekten (deeping) çok, kör topal yerleştirilmeye (consolidation) çalışıldığı bir toplumun dinamiklerinin yeterince ve derinden kavranılmamış olduğu iyice açığa çıkmış olur.
Hükümetin, demokrasinin kurumsallaşması konusunda ülke tarihine yaptığı katkıların içtenlikle alkışlanmaması, hiç kuşkusuz kadirbilmezlikten başka bir anlam taşımayacaktır. Ancak ne şaşırtıcı bir yazgıdır ki bazı iktidarlar, vesilesi oldukları olumlu süreçlerin sonuçlarını takdir etmekte önce kendileri zaaf gösterebilirler de itiraz ve muhalefet ettikleri sonuçların bizzat müsebbibi olduklarını hiçbir surette anlamayabilirler.
Taksim direnişi, İstanbul’un tarihinde İstanbul’un yüzüsuyu hürmetine gerçekleşen ilk direniş olduğu halde, yetkililer ne yazık ki bu doğal tepkiyi anlamakta fevkalade yetersiz kalmış, ne olup bittiğini sağlıklı biçimde okumayı bir türlü becerememiştir, üstüne üstlük demokratik yönetimlere özgü iletişim kanallarının zenginliğinden yararlanmak yerine, iki hafta boyunca halkın karşısına bir tek isimden başkasını çıkarmaya cesaret bile edememişlerdir. Çünkü halkın hayli zamandır, la havle deyû sineye çektiği o tahammülü güç agresyon tablosu, ne pahasına olursa olsun Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası (AVM ve Rezidans) yapılacağı yönündeki meydan okumalarla bu sefer kendilerinin bile kontrol etmekte güçlük çekecekleri noktalara ulaşmıştır, ve başsız, ayaksız, örgütsüz bir gövdenin o şairane kendiliğindenliğini (gelişigüzelliğini) istismara yeltenen kimi kötü niyetli, şiddet yanlısı grupların veya küçük bir aralıktan da olsa hükümetin ürke ürke uzattığı barış dalını hoyratça geri çevirmek basiretsizliği gösteren kimi oda temsilcilerinin hükümetle yarışan arogant tavrıyla çözüm yolları birdenbire tıkanıvermiştir.
Niçin söylemekten çekineyim ki direnişin ihtişamı da zaten içtenliğinde, doğallığında ve sadeliğinde. Sivil oluşu, haklılığının en büyük alâmeti. İlk başlarda şiddetle arasına mesafe koymaktaki başarısızlığı, aleyhine değil, lehine yorumlanmalı. Çünkü bu, Taksim’deki halk iradesinin bir stratejiyle değil, bilakis toplumsal vicdanın yönlendirmesiyle belirlendiğini gösterir.
Unutulmamalı, vicdanın yanılmazlığı, tablonun bütününde ortaya çıkar, yoksa her vicdan bir süreliğine sapma gösterir ve sonunda istikametini bulur, tıpkı iktidarın vicdanının da başına geleceği gibi.
Asıl soru şu:
Burada mesele birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi midir?
Hem evet, hem hayır!
Evet, çünkü hükümetin bir tek insanların üzerine beton dökmediği kaldı. Anlaşılmıyor mu, halk, kentsel dönüşüm bahaneleriyle ülkenin betondan bir çöplüğe dönüştürülmüş olmasından ızdırap duyuyor artık, ve dört bir tarafın devlet eliyle hem de sözde hizmet adına çirkinleştirilmesini kesinlikle istemiyor. Koskoca İstanbul’un ortasında, ellerinde, nasılsa şöyle böyle bir park(çık) kalmış, onun da basiretsiz belediyecilerin, firaseti zayıf yöneticilerin o kerameti kendinden menkul kararlarıyla ziyan olup gitmesine bir türlü gönlü razı gelmiyor.
Biraz vulgarize ederek söyleyeyim: Halk, bu kadar hızlı kalkınmak istemiyor. Biraz teenni, biraz özen, biraz sükûnet istiyor. Bilenler bilir, burasını tartışmayacağım, İstanbul neredeyse bitmek üzere, bu nedenle halk, denetleyemeyeceği ölçülerdeki çılgın hamleleriniz sizin olsun, lütfen biraz nezahet, biraz nezaket, biraz rekaket diyor. Meselâ İstanbul kültüründe, içki içen insanları kastederek ayyaş ve alkolik sözcüklerini kullanmak veya aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içtiklerinden dem vurmak, en hafif tabirle ayıptır, çünkü bu sözcükler genellikle hakaret için kullanılır. Etnos içinde kullanımı meşrû olan ifade ve tabirler, demos sözkonusu olduğunda kullanılamaz. Kullanılırsa hubris’in tezahürü olarak algılanır.
Velhasıl, o kadar mı güç, o kadar mı zor, böylesine basit bir tepkiyi anlayamamak?
Ne yazık ki o kadar güç ve o kadar zor! Çekiç olmayagörsün insanoğlu, tüm dünyayı da çivilerden ibaret görür. Toplumu yönetmeye talip olmuş dindar kadroların, türlü engellemeler ve darbeler arasından sıyrılarak ellerine geçirdikleri iktidar koltuğuna tam da alışmaya başlamışken en küçük kıpırtıda olup biten herşeyi bir rejim meselesi haline getirmelerinden, her çatışmayı bir varlık-yokluk kavgası düzeyinde algılamalarından daha doğal ne olabilir?
Siyasette böyle, peki ekonomide?
Ekonomide, hükümetin 70’li yıllara mahsus kalkınmacı kapitalizm sloganlarına dayalı, ne pahasına olursa olsun kalkınma da kalkınma diye tutturan tavrından hoşlanmıyor, zira halk kalkınma’nın nimetleri kadar bedellerini de umursuyor artık.
Biliyorum, bu satırları okuyan değerli yöneticilerimiz, muhtemelen, bahsedilen şu insanlar halkın yüzde kaçı ki diye düşünecekler ve ellerinde, kendilerine itaatle yükümlü yüzde 50’lik bir kütleyi (cemaati) tuttuklarına inandıklarından, bir iki homurtudan n’olur, siz asıl bize sandıktan haber verin, diye kendi kendilerine mırıldanacaklardır. Halbuki birilerinin onlara şunu -belki bir kez daha- hatırlatması gerekiyor: Demos, yani halk, iradesini sadece sandık aracılığıyla göstermez, hele hele yöneticilerine karşı güven duyguları biraz sarsılsın, aslâ ama aslâ, sandık’la, seçim’le filan yetinmez, her fırsatı ganimet bilip sesini duyurmaya çalışır, hınçla sokakları ve meydanları inletmeye başlar. İstediği takdirde büyük gürültüler çıkarmak gibi bir özelliği vardır halkın. Bağırır, çağırır, ne yapar eder sesini duyurur.
Zannedildiğinin aksine, demokrasi’nin gerçek erdemi ve dahi gücü, kendisinin o çok kolaylıkla çiğnenmeye elverişli gibi görünen kırılgan dengelerindedir. Demokratik haklar belki bir süreliğine çiğnenebilir, ertelenebilir, ama asla yok edilemez. Teminatı halkın kendisidir çünkü. Halkın kendisi, yani vicdanı.
Zümreleri oluşmuş, yönetim süreçlerine bizzat katılma hakkının farkına varmış bir halk varsa ortada, oluşmuşsa, bu halk kendi kendini yönetme talebinden asla vazgeçmeyecektir. Endişe edilmesin lütfen, her devirde iktidarın nobranlığı karşısında beceriksiz muhalefetin çapsızlığını halkın vicdanı telafi edecektir.
Mesele birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi midir, sorusuna verdiğim yanıtın ilk kısmıyla ilgili olarak söyleyeceklerim bu kadar!
İkinci kısmına gelince, burada mesele kesinlikle salt birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi değildir. Mesele, sonu gelmez üslup hatalarının, en sonunda bir hubris algısına dönüşmesi!
Sözgelimi iktidar sahipleri, Taksim’de ne olup bittiğini anlayamadıklarını itiraf etmekten hiç çekinmiyorlar. Ne istiyor bu çapulcular, diyorlar, hizmetse hizmet ettik, etmeye de devam ediyoruz, daha ne istiyorlar, diye ısrarla soruyorlar, yani iktidar kudretin kullanımı demekse, kudretimizi onların hizmetlerinde kullanıyoruz ya, niçin bir türlü memnun olmuyorlar.
Olmuyorlar, çünkü iktidarın uygulamalarında, kudret kadar rahmet’in nişanelerini de görmek istiyorlar. Adalet kadar ihsan’ın, kısas kadar afv yolunun tezahürlerine de tanık olmayı arzu ediyorlar. Kısacası, yüzde 50’ye indirgenmiş olan ve her fırsatta öteki yüzde 50’nin gücüyle tehdit edilen bir halk ne hissederse aynen onu hissediyorlar.
Sizin biber gazınız, copunuz varsa, bizim de bir haysiyetimiz, bir onurumuz, kime neye olduğunu bilmesek bile başımızı göğe erdiren sevdalarımız var, gençliğimiz var çünkü, diye haykırıyorlar. O meydanda çocuklarımız var, arkadaşlarımız var, kardeşlerimiz var diyerek gaz dumanları arasında raks ediyorlar.
Onların sayesinde, bütün Türkiye olarak bizler hem de hiç de farkında olmadan gerçek bir demos’a dönüşüyoruz. İtiraz etmeyi öğreniyoruz. Karşı çıkmayı. Oldu bittilere razı olmamayı. Hâlâ bir geleceğimiz olduğuna dair güçlü umutlar beslemeyi. Daha ne olsun, o çocuklar sayesinde, biz zavallı korkaklar, insan olduğumuzu hatırlıyoruz.
İktidar davranışlarını dinî referanslarla teyid etmeye çalışsa bile, inancınız sizin olsun biz sadece adalet istiyoruz, adalet yetmez ihsanın tecellisine de tanık olmak istiyoruz, neyleyelim kudretinizi biz bizatihi rahmetin kendisini görmek istiyoruz, demeyi de o hakikaten la-kaydî ve lâ-ubalî çocuklardan öğreniyoruz.
Yöneticilere, eğer onlar birgün bize, yoldan çıkarsak bizi neyle doğrultursunuz, diye sorarlarsa, onlara, sandığı beklemeye gerek yok, biz sizi şimdiden şarkılarımızla da doğrulturuz, yetmezse şakalarımızla, esprilerimizle, latifelerimizle de yeniden yola sokarız, demenin binbir tarzını, bizler, Taksim’deki o muzip çocukların neşesinden çıkarıyoruz.
İrfan geleneğimizde birbiriyle ilgili üç tabir kullanılır: akl-ı selim, kalb-ı selim, zevk-i selim.
Aklın da, kalbin de, zevkin de selim olması doğuştan değildir, eğitimle ve çevrenin yardımıyla kazanılır. Toplumu oluşturan bireylerin bu konuda farklılık arzetmeleri, bazılarının aşağıda, bazılarının yukarıda olması gayet tabiidir, ama önemli olan toplamın, yani toplumsal çoğunluğun aklının, kalbinin, zevkinin incelmişliğinin derecesidir.
Türkiye halkının kültürel tercihlerini iktidar belirleyemez, hele hele yöneticilerin şahsi beğeni düzeyleri. Bu nedenle halkın yüzde 50’sini temsil ediyor olduğu iddiasıyla kimse güya öteki yüzde 50’nin zevk-i selimini belirleme, mümkün olmuyorsa aşağılama hakkına sahip olamaz. Çünkü medinet’ul-fadıla’da, yani erdemli şehirde, halka hürmet, hakka hürmettir! Halka, yani yüzde 100’ün tamamına.
İmdi, hükümeti halka ve hakka hürmete davet ediyorum, insana hürmete, ve Cenab-ı Hakk’ın son elçisine, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimize öğrettiği bir ilkeyle, bu ülkenin bütün yöneticilerini uyarmak istiyorum:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ
Allah’tan bir rahmet ile halkına yumuşak davrandın, eğer sen katı yürekli bir nobran olsaydın, çevrendekiler elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. (Alû İmran: 159)
Hürriyet