Yazar ve şair Selçuk Küpçük, yazarımız Nurdal Durmuş ile dostluğu hakkında güzel bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı…
Nurdal Durmuş ile nasıl tanıştım şimdi onu düşünüyordum.. Çünkü bir grup olarak karşılaşmıştım onlarla. Önce şöyle oldu.. 2000’lerin hemen başı gibi, şair arkadaşlar, İstanbul’da bir derneğin kendi binasında düzenlenen sohbet etkinliğine götürmüşlerdi beni.. Hüseyin Akın, Nurettin abi (Durman), Osman Koca, Özcan Ünlü hatırladığım isimler.. Program çıkışı bana benzeyen esmer bir genç heyecanla yanıma gelerek “abi yıllardır biz seni arıyoruz” diye cümleye başlayınca çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Gencin ismi Emre Dinç.. Sonra kendi arkadaş çevresinden bahsetti. Gökhan Şimşek’ten, Nurdal Durmuş’tan ve daha başkalarından… Tabi bu isimleri o vakit tanımıyordum. Zamanla hepsi ile yıllara direnen kopmaz bir ilişki ağı kurduk.
İstanbul’dan ayrılacağım ertesi gün Emre, yanına Gökhan’ı da alarak otobüs terminaline kadar geldiler sağolsun.. Karadeniz’e uzun bir yolculuğa hazırlanırken orada bir saatten fazla oturup konuştuk… Müzikten, kitaplardan, isimlerden, camialardan, ülkeden, ümmetten, milletten, kendimizden… Her şeyden bahsettik. Zamanın sıkışmış bir anı gibi, acilen her şeyi birbirimize söylemek istiyorduk sanki. Cümleler havada uçuşuyor, çaylarımızın dumanı üzerinde taklalar atıp zihinlerimizin çeperlerini yokluyordu adeta…
Ben, bana benzeyen insanlarla çok çabuk diyalog kurarım. Gökhan da, “esmer çocuk” Emre de öyle idi.. Yaşım itibariyle aramızda bir kuşak fark vardı ama zihinsel olarak benim girdiğim sürece onlar da bir şekilde dahil olmuşlardı. Sohbetimizin cümleden cümleye akıp gitmesinin ve hiç duraksama hissi doğurmadan ardı ardına sıralanmasının sebebi buydu mutlaka.. Aynı düşünsel geleneklerden gelmiyorduk ama “arayış” onlar bir şekilde beni buluşturmuştu işte..
Nurdal Durmuş bu çekirdek arkadaş grubunun üçüncü ayağı.. O gün Nurdal yoktu ama bol bol ismi geçti. Tam ben İstanbul’dan ayrılacakken kurulan bu acil bağ, daha sonra bir arada yapacağımız çoğu şeyi ateşledi sanırım. Urfa konserimizi doğurdu mesela.. Mustafa Uysal ile aynı sahneyi paylaştık onların düzenlediği etkinlik üzerinden. Urfa’da o vakit öğrenci olan ve aynı gruptan Yüksel Güngör’ü de orada tanıdım. Ankara’da da başka arkadaşlarını… Bir ara çıkardıkları OtuzuncuHarf dergisi’ne yazım ile dahil oldum. OtuzuncuHarf üzerine belki ayrı bir yazı çıkarmak gerekli. Çünkü ilk deneyimini orada ortaya koyup, sonrasında günümüz şiir, edebiyat ve düşünce yayınlarında yazan bugün epeyce isim söz konusu. Dolayısı ile bir okul olmasa bile çok önemli bir kapı araladı OtuzuncuHarf. Bir dergiden beklenen en önemli varlık gerekçesi de budur zaten.. Birkaç ismi yazı dünyamıza kazandırmak.
Akabe Vakfı’na gidip gelen genç arkadaşlardı bu bahsettiğim grup. Ne tam içindeler vakfın, ne de tam dışında.. Tıpkı benim gibi.. Varlıklarını önemli bulduğum ve duygu ilişkisi kurduğum çoğu vakıf ve dernek ile mesafe biçimimde ben de aynı pozisyondaydım yıllardır. Ne içlerine girebiliyordum artık, ne de onlardan uzakta bir dünya…
Sonraki İstanbul ziyaretimde Gökhan, kendi çevrelerini benimle tanıştırmak için özel bir buluşma organize etti. Beyazıt’ta tarihi bir mekandan dönüştürülmüş kafenin bahçesinde 20’ye yakın arkadaş ile o gün iyi şeylerden konuştuk. Nurdal’ı da orada gördüm.. Zamanla, O’nun da bana benzediğini düşünmüşümdür.. Artvin/Şavşatlı olduğunu öğrendiğimde zaten benzerliğimizin coğrafi mekânı açıldı önümüze. Gürcülerin ve Türklerin yüzyıllardır bir arada yaşadığı gizemli bir coğrafyadan bahsediyoruz.. Tıpkı bizim buralar gibi.. Bir şekilde aynı yaylaların, aynı ırmakların, aynı ağaçların çocuklarıyız.. Yaylalarımız arasında bir bağlantı yol olsa, Çambaşı Yaylasından girip Şavşat’a ulaşmak mümkün. Aynı sis, aynı yağmur, aynı dağ, aynı tepeler.. Bu yüzden Nurdal’ın, çocukluğuna dair belleğinin en saklı odalarında ne taşınıyorsa sımsıkı, benim belleğim ile mutlaka komşu.. Bu bile birbirimize benzememiz için yeterli sebep…
Nurdal Durmuş ile Fatsa-Bolaman Koyunda…
Beyazıt’taki o kafe buluşması sırasında Nurdal’ın hem radyoculuk yaptığını, hem de benim zaman zaman yazdığım dergilerde denemelerinin yayınlandığını öğrendim. Ama O’nun yazı ile ilişkisi benim hep kendisine hayranlık duymama sebep olmuştur. O’nda yazı meselesini de aşan bir hayat algısı var çünkü. Şavşat’ın yaylalarında çocukluğu geçen birisi ancak bu duruşa sahip olabilir. Bu, böyledir. Bunu anlayabilmek için yaşantınızın en önemli zaman diliminin, yani çocukluğunuzun bu tür yerlerde geçmesi gerekli. Hayatla kurulan en sahici ilişki orada çünkü. Tabiatla, toprakla, insanla kurulan ilişkiden, gökyüzünün her türlü hali karşısında yaşamaya dair organik bir efsun hep yanınızdadır her şeyden evvel. Söylemek istediğim, yazı işleri ile kendisini oluşturmaya çalışan arkadaşların bazısı bu meseleye gerçeklik dışı bir kutsiyet atfederler. İnsanları da yazıları üzerinden algılarlar… Halbuki, “yazmak” bu tür alt algı biçimlerini aşan bir duyarlılık vermeli insana. İnsanı insana yaklaştırmalı.. Bütün kimlikleri, bütün renkleri, bütün mezhepleri, coğrafyaları, entellikleri(!) aşan bir evrensel duygu işi yani.. Nurdal’da o var.
Zaten radyo programlarını bir zaman dinleyenler hemen şunu hissedeceklerdir: Metne hiç ihtiyaç duymayıp saatlerce, hayata dair sahici cümleler kuran bir sesin inşa ettiği tanıdık bir evrene dahil olmak.. Bu tanışıklık, belleklerinde saklı odalar bulunanlar için daha kolay elde edilebilen bir duygu durumudur aynı zamanda. Yolcu dergisinden, Temrin dergisine kadar nadiren karşılaştığınız denemelerinde de bu sahiciliği okursunuz.. Şavşat’ın sisli yaylalarından, İstanbul’un ortasına inmeye cesaret edebilen, “evrensel” bir sahicilik.. Tıpkı yeni kitabı “Hiç Sesleri”nin sunuş metninde Gökhan Şimşek’in atıflarda bulunduğu ve bizlere sahici kapılar aralayan Müslüm Gürses gibi, Kafka’nın Milena’sı gibi, modern dünyaya karşı aldığı klas pozisyonlarla Beckett gibi..
Babasını anlattığı şu cümleler “buralı” olanların öykülerine, öykülerimize ne kadar benziyor :
“Öküz arabasıyla tarla sürer, hızarla odun keser, köyden ilçeye yürüyerek iner, sırtında heybeyle azık taşır, ekmeğini taştan çıkartırmış. Her çocuk çoban doğar, oyuncak nedir bilmeden büyür; biraz şansı varsa okula gönderilir; biraz şansı varsa kalemi, silgisi, öğretmeni olur; biraz şansı varsa kabuğunu kırıp memur olurmuş. Babam memur olarak atandığı Ardahan’a kilometrelerce yol yürüyerek yayan gidermiş. Gittiği yerde bir evin ahırında 6 sene yatıp kalkmış. Gözleri dolmuş, aklı durmuş, kanı donmuş, nefesi kesilmiş ama olmuş bunlar. Yaşanmış… (s.14)”
hic sesler sonO “yaşanmış” olanın hepimize sirayet eden bu duygu aktarımı var. “Hiç Sesler”i baştan sona okuyunca, yani Türkiye’de kadın olmaktan, Bosna’ya ve Aliya’ya, Türk Sineması’ndan, siyasete, Rachel Corrie’den hareketle vicdan meselesine ve oruca ve hatta öğretmenlere kadar birçok konuya kendi zihinsel birikiminden bakarken gerek bireysel tarihinin yaşanmışlığı, gerek babasının ve gerekse annesinin yaşanmışlığı üzerinden o bahsettiğim saklı odalarına girip, bizim ile tanış cümleler kuruyor.
“Deneme”, bir şekilde arada kalmış yazma pratiği.. Roman, şiir ya da öyküye göre daha geride duran bir alan. Türk edebiyatında deneme yazarı olarak anabileceğimiz isim sayısı çok sınırlı. Nurdal Durmuş bir önceki kitabı Hayata Başlık Atamadım(Ares Kitap. 2005)’dan yeni çalışması Hiç Sesler’e, bu alanın geride duran ismi olarak hep ilgimi çekti. İyi bir denemeci olmasına karşın, “bu işlere” dair mesafesini bilinçli biçimde korudu.. Hiç Sesler’de çok sıkı metinler var mesela. “Şairin Son Sığınağı: İntihar”, “Dünya Üç Günlük, Üstelik İki Günü Yaşanmış”, “Siyaset İçin Zarif Bir Dil Aranıyor”, “Türk Sineması Üzerine Mülahazalar”, “Bayram Şehri Terk Etti” gibi birçok yazı…
Nurdal Durmuş için, hayata, kendi otobiyografisini kimi vakit dahil ettiği bir “denenmişlik” katıyor da denebilir.
Ve belki hepimizin adına… deneyip yanılmadan…