Röportaj: Eser Postallı
Şair, psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar’ın ‘Beni Sessiz de Sevebilir misin’ adlı yeni kitabı Timaş Yayınları’ndan çıktı. Çeyrek asırdır biriktirdiği insan hikayelerinden yola çıkarak yazdığını söylediği bu kitapla ilgili bir röportaj yaptık Kemal Sayar’la. Ancak röportajımız yalnızca kitapla sınırlı kalmadı. Şiiri, aşkınlığı, ıstırabı, Gazze’yi ve en çok da kötülük karşısında tutacağımız saf olan ‘vicdan ittifakı’nı anlattı.
ŞİİR EBEDİYETİN VAKTE DOKUNDUĞU ANLARDA ÇIKIYOR
“Beni Sessiz de Sevebilir misin” kitabınız bir şiirle başlıyor, şiir gibi devam ediyor ve bir şiirle –“bırak ışık sızsın içeri”- bitiyor. Psikiyatrinin, şiirin bir türü olduğunu söyleyen Adam Philips’e katılıyorsunuz. Acaba şiir bir melek kanadı mı, ruhu engin vadilerde uçuracak?
Şiir galiba bizi kendi asli varoluşumuza döndüren sanatların en rafine olanlarından bir tanesi. Sanat, bir düşünürün deyişiyle: “Dağınıklığın ortasında dikkati toplama işidir.” Günlük hayatın içinde gözümüze çarpmayan, dikkatimize gelmeyen pek çok ayrıntı, insan ruhunun pek çok kavisi, katmeri, dehlizi şiirin yardımıyla ortaya çıkar. Freud’un çok sevdiğim bir sözü vardır, sık sık zikrederim: “Nereye gittiysem benden önce oraya bir şairin uğramış olduğunu gördüm.” Mesela büyük edebiyat eserlerine baktığınız zaman onların aynı zamanda büyük psikolojik şaheser olduklarını görürsünüz. Ben Dostoyevski’nin eserlerine biraz da bu nazarla bakıyorum. Keza bizim coğrafyamızdan Yunus’un, Mevlana’nın insan ruhunun gizemlerine dair çok hakikatli şeyler söylediklerini, çok derin kavrayışlar içinde olduklarını görüyoruz. Şiir ruha değiyorsa psikiyatrinin ta kendisidir bana göre. Aynı zamanda bizi günlük hayatın koşturmacasından asli olana, doğru olana, aslında kıymet verilen şeye döndüren bir yoğunlaşma anıdır, yoğunlaşma tecrübesidir. Rollo May’in bir tabiri var: “Ebediyetin vakte dokunduğu anlar” diye. Genel anlamda güzelliğin, üzerinde her zaman ebediyetin bir izini taşıdığını düşünüyorum. Şiir de ebediyetin vakte dokunduğu anlarda çıkıyor, vakte dokunduğu ana çağırıyor. Günlük hayatın koşturmacasından bizi çekip çıkarıyor ve etrafımızdaki dünyayı biraz daha derin bir dikkatle süzmemizi, temaşa etmemizi sağlıyor diye düşünüyorum. O yüzden de bir melek kanadının kalbe değip geçişi.
ISTIRAPTAN KAÇMAK YERİNE ONUNLA YÜZLEŞMELİYİZ
“Beni Sessiz de Sevebilir misin?”de okuyucuyu peşinden sürükleyen bir anlatım var. Yazıların başlıkları şöyle: “Önce kendine kıymaktan vazgeç, Hasar olmadan zafer olmaz, Bırak hakikat incitsin seni bir yalan avutacağına, Gerçekten dinlemek istiyorsan sensiz gel, Hayatı taze yaşayın, Oysa son lokmamızı paylaşabilsek hemen mutlu olabiliriz…” Bu yazılar, onu okuyanların kendi içine yönelmesini ve kendilerini değiştirmesini öğütlüyor gibi. Bu kitap bizden değişmemizi mi istiyor?
Bu kitap tam da bu saikle yazıldı. Benim belki bir çeyrek asırdır insan hikâyelerini biriktirmemin ve o biriktirdiğim hikâyelerin bende bıraktığı tortuların tesiriyle yazıldı. Bazı temel izlekler görüyorum insanların ıstırap hikâyelerini dinlerken. Bunlardan bir tanesi kendine aşırı derecede kıyıcı olmak. İşte bu kitapta bir mektup yazar gibi, bir dosta hitap eder gibi ıstırap çeken insana o ıstırapla ne yapacağımızı, ne yapabileceğimizi söylemeye çalışıyorum. Benim genel yaklaşımım daha önceki kitaplarımda da burada da ıstıraptan kaçışı önermek yerine ıstırapla hemhal olma, ıstırapla karşılaşma ve ondan bir şeyler öğrenmeyi önerme şeklindedir. Modern tecrübe bize hep ağrı ve ıstıraptan kaçmayı öneriyor. Buna kimileri ‘anestezi, uyuşma toplumu’ diyorlar. Hayatın yakıcı meseleleriyle yüzleşmekten kaçarak, mesela ölüme bakmaktan kaçarak, ölümle yüzleşmekten kaçarak, bunun yerine bizi oyalayabilecek yüzeysel birtakım meşguliyetler yerleştirerek, tüketimcilik gibi, aşırı hızlı, aşırı meşgul, aşırı dolu hayatlar gibi, ekran teknolojilerine aşırı bağlanarak kafamızı ekranlardan bir türlü ayıramamak gibi, türlü bağımlılıklar gibi şeyler bizi asli olanla karşılaşmaktan uzaklaştırıyor ve hayatın en temel meselelerine cevap aramaktan alıkoyuyor. Bunun yerine biz ıstıraptan kaçmak, ölümden kaçmak, hayatı hayat kılan asıl değerlerden kaçmak yerine tam tersine onların içine balıklama dalmalıyız, onlarla yüzleşmeliyiz, onlardan öğrenmeliyiz. Yaşantılarımızın, tecrübelerimizin bize öğretmesine izin vermeliyiz ve bu süreçten güçlenerek, olgunlaşarak çıkmanın yoluna bakmalıyız. Hayatın bir kemalat, bir olgunluk yolculuğu olduğunu bütün kadim bilgeler bize söylüyor. Bu kemalat yolculuğunda sadece güller yok, dikenler de var, o dikene elimizi batırmadan da o gülü koklayamıyoruz.
ANCAK GÜZEL OLMA ARZUSUNDA OLAN GÜZELLİĞİ FARK EDEBİLİR
“İnsan olana her ağaç bir sevinç üssüdür” diyor Nuri Pakdil. Siz de bir sır gibi fısıldıyorsunuz kulaklarımıza: “Mutluluk bir yorum meselesidir.” Hep mutsuzluğumuzdan dem vuruyoruz, şairin dediği gibi, bir ağaç bile bizi mutlu etmeye yetecekse bu kadar varlık içinde neden mutlu olamıyoruz?
Yunus’umuz da ne diyor: Bu kadar varlık var iken / gitmez gönül darlığı… Varlıkla nasıl ilişki kurduğumuz önemli galiba. O varlığı nereden bildiğimiz, o varlığın neye hizmet ettiğini, ne şekilde bizim tecrübelerimize eklemlendiğini bilmemiz önemli. Bir ağaç bir müteahhidin gözünde hemen kesilip yerine bina dikilecek bir şey olabilir. Bir estetin gözünde Allah’ın bütün güzelliğini aksettiren, yaratılışın bir numunesi, bir ayet olarak görülebilir. Kuran bize ayetlerin afakta ve enfüste olduğunu söyler. Yani mucizeler aslında hem görebildiğimiz ufuklardadır hem de kendi ruhumuzun içindedir, kendisindedir. Burada mesele bakmayı bilmekte, güzelliği görebilen göz olmakta ve ‘Beni Sessiz de Sevebilir misin’de tartıştığım gibi güzel olmakta. Ancak güzel olmaya talip olan, ancak güzel olmak arzusunda olan güzelliği fark edebilir. O yüzden ‘her ağaç bir sevinç üssüdür’ sözüne, bakmayı bildiğimiz sürece, yürekten katılıyorum. Galiba modern insanın mutsuzluğu bakışlarını giderek iç aleminden uzaklaştırması ve dış dünyada olup bitene aşırı derecede odaklanarak fazla aksiyon yüklü bir hayat yaşaması… Yani hareket yavaşlığın önüne geçiyor. Hepimiz dikkatimizi sık sık değiştiriyoruz. Bir şeye dikkatimizi derinleştirmekten alıkoyuyoruz. Bu da aslında eşyada, tabiatta ve insanda saklı olan güzelliği keşfetmemizi önlüyor. Çünkü güzellik dediğimiz şey ancak bir çabayla keşfedilebilir. Bir ressamın harikulade bir tablosuna baktığınızda ilk seferde bir şey anlayamayabilirsiniz. Bir müzisyenin harikulade bir bestesi size ilk başta çok yavan gelebilir. Ama defalarca onu tecrübe edip, defalarca onun içine girmeye gayret ettiğiniz zaman onlar size bir şeyler söylemeye başlayacaktır. Bir dikkat ve çaba gerekiyor güzeli anlamak için.
Bununla ilgili Nurettin Topçu’nun güzel bir sözü vardı. “Tabiatla konuşmasını bilmeyen insanın ruhu dilsizdir.” Yaşadığımız coğrafyalarda artık tabiatla konuşmamızın pek imkanı kalmadı gibi. “Ruhunun kökü neredeyse insan oradadır.” diyorsunuz siz de. Acaba “insan ruhundan kaç mil uzaktayız?” O ruhu yakalayabilecek miyiz?
Modern tecrübe bizim ruhlarımızı uzaklara savurdu. Hatta bir ruh ölümünden bile bahsedebiliriz. Batı dünyasına baktığınız zaman yaşayan ölüler görüyorsunuz. Robotvari hayatlar görüyorsunuz. Anlam duygusundan uzak hayatı kuşatan bir ülküden, bir gayeden uzak sadece yemek, içmek ve birtakım hazlardan yararlanmak için yaşayan, hayatını dayadığı yüksek ülküler bulunmayan, başkası için ıstırap duymayan bir insan tipinin hızlı bir biçimde filizlendiğini, çoğaldığını görüyorsunuz. İşte bu, anestezi toplumunun kurbanı insandan bahsediyorum burada. İnsan kendi var oluşunu aşan bir ülkünün peşinden koşmazsa, adaletin, hakkaniyetin, doğruluğun savaşçısı değilse bu dünyada, hayatını çok doğru değerler uğruna yaşamıyorsa onun beyhude bir hayat sürdüğünü söyleyebiliriz. Eğer aşkınlıkla rabıtası yoksa, göklerin sesini işitip ona cevap veremiyorsa, Ronald David Laing’in yıllar önce söylediği gibi, “Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı” çekiyorsa o zaman ruhumuzdan çok uzaklara savrulmuşuz demektir.
Hep toptancı bir bakış açısıyla değerlendiriyoruz olayları. Ya toptan inanıyor ya toptan inkar ediyoruz. Kimsenin gerçeği arama çabası yok. Oysa hayat böyle değil, ne tamamen acı, hüzün ne de büsbütün kahkaha, eğlence. Hayata böyle bakarak yanlış mı yapıyoruz?
Milan Kundera Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı romanında var olmanın getirdiği ağırlığa karşı bir hayatta kalma stratejisi olarak o hafifliği öneriyor. Yani hayatı o kadar da derinlemesine yaşamak zorunda değiliz. Bu bazı varoluşçuların hayatı absürt, dünyada bulunuşumuzu bir tesadüf, bir saçmalık olarak isimlendiren tutumlarıyla örtüşen bir şey, Batılı bir bakış. Biz ise Doğu medeniyetinin mensupları olarak, bu coğrafyanın insanları olarak, hüzünde de acıda da saklı birtakım hazlar bulabiliyoruz. Bizim klasik şiirimize baktığınız zaman eziyetten, beladan, musibetten, onları içimizde sindirip, metabolize edip işlemekten nasıl büyük bir sıçrama yaratabileceğimiz üzerine kurulu bir şiirler silsilesi. “Ya Rab, bela-yı aşk ile kıl aşina beni” diyor. Beladan kaçmama, hatta belaya talip olma halini görüyorsunuz. Bizim toplumlarımız farklı bir metafizik üzerine kurulu. O da hayır ve şerrin Allah’tan geldiği metafiziğidir. Dolayısıyla haz eksenli bir hayat bizim toplumlarımız için çok tercih edilebilir bir hayat değil. Haz hayatın amacı olamaz. Haz ancak Hz. İbrahim’in baktığında, batan şeyler benim Rabbim olamaz diyor ya, onun gibi gelip geçici bir şeydir. Bizim metafiziğimizde batmayan, sönmeyen, ebedi olana bir ram oluş, bir aşık oluş vardır. Onun getireceği mihnet ve çilelere de baştan razı oluş vardır. Aslında bütün Doğu medeniyetleri hayattan hüznü ve acıyı, ıstırabı kovmazlar. Onun hayatın bir parçası olduğunu ve ondan öğreneceklerimiz olduğunu kabullenirler. Tıpkı bunun gibi ölüm klasik Doğu’da da, İslam coğrafyasında da insan için büyük bir öğretmendir. Müstekreh görülmemesi gereken bir şey olarak asla algılanmaz. Atalarımız şehirlerimizin içine yapmıştır mezarları. Çünkü ölüm en büyük öğretmendir. Bu açıdan baktığım zaman Doğu ve Batı epistemolojileri arasında büyük bir yarılma görüyorum. Özellikle modern Batı epistemolojisiyle Doğu epistemolojisi arasında büyük bir yarılma görüyorum. Modern Batı epistemolojisinin tarihten bir sapma, insan ruhundan uzaklaşma ve insanın kadim öğretilerinden büyük bir sapma olarak algılanabileceğini düşünüyorum. Bu konuda pek çok düşünürün çok daha önemli tespitleri var, başta Seyyid Hüseyin Nasr olmak üzere. Bizim medeniyetimizin ise metafizik bilgiyi en üst seviyeye koymak suretiyle insana büyük bir onur bahşettiğini, insanı bir zübde-i âlem, kainatın bir özü, bir alem-i sagir, bir mikrokozmos olarak nitelediğini görüyoruz. Dolayısıyla bütün kainatın özünü içinde taşıyan bir varlık olarak insan hazreti insan’dır. Yücelmeye, kanat çırpmaya, meleklerin arasına karışmaya hazır bir varlıktır. Tekamüle çok açık bir bakıştır bu. Burada yine Batı düşüncesinden ayrılan çok temel bir şey var, ilk günah duygusuyla çocuklarını hayata salan ‘Judeo-Christian’ gelenek, o suçluluk duygusu ile hayatta insanı baş başa bırakır. Biz ise tertemiz bir fıtrat üzere doğarız ve bize çizilen yön meleklerle yarışma yönüdür. Eğer tabii biz kötü olanı seçersek “esfele’s-safilin” de olabiliriz; ama yön, tutulan ayna, gösterilen kutup yıldızı bize o insan benliğimizi de mümkün olduğunca gayretle, çabayla kendimizle yüzleşerek, aşarak meleklerle yarışma yönüdür.
GAZZE, DÜNYANIN SESSİZLİĞİYLE TAMAMLANMIŞ BİR CÜRÜMDÜR
Ve Gazze. Tüm dünyanın gözü önünde, kimsenin engel olmadığı, olamadığı bir katliam yapıldı. Son okuduğum yazınız da Gazze ile ilgiliydi. “Zalimin karşısında saf tutabilecek bir ‘vicdan ittifakı’ndan kalbi çürümemişlerin ittifakı”ndan bahsediyordunuz. Bu ittifak nasıl kurulabilir?
Bizim uygarlığımızın bir misyonu olacaksa bugün, kalbi çürümemişleri uyandırmaya başlamakla, aynı safta buluşmaya davet etmekle olacak. Bu çok romantik bir çağrı olarak görünebilir; fakat kötülük karşısında saf tutmak dışında bir seçeneğimiz yok. Çünkü kötülük en son Gazze’de gördüğümüz gibi çocukların, yaşlıların, masum insanların kimliğine bakmaksızın, yaşına bakmaksızın onları acımasızca katletti. Kötülük ruhsuz bir şeydir. Bir makine gibidir. Dolayısıyla ona karşı ruhu olan insanların bir ittifakı ona boyun eğdirebilir. Gazze, dünyanın sessizliğiyle tamamlanmış bir cürümdür. Yani o kötülük makinesi, o savaş makinesi çocukları öldürmeye başladığında dünyadan üç beş tane kuvvetli ses çıkabilseydi o kötülük makinesi böyle devam edemeyecekti. İşte burada sesi çıkan her kimdiyse o vicdan ittifakına yazmak lazım. Dünyada Bolivya’nın mı sesi çıktı, Salvador’un mu, Brezilya’nın mı sesi çıktı, hemen onlarla aynı safta bir vicdan ittifakı oluşturarak kötülükle savaşmaya başlamamız lazım. Bizlerin artık dünyada, ben kişisel olarak, global vicdan için çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Global vicdanı da sadece katı anlamda din eksenli olarak tanımlamamalıyız diye düşünüyorum. Global vicdan dinin doğru saydığını, adil, adaletli saydığını yürekten kabullenen, referans olarak dini göstermese bile, yürekten kabullenen ve bu uğurda fedakarlık yapmaya hazır toplumların, ülkelerin, insanların bir araya gelişini ifade ediyor. Bu global vicdan ve merhamet hareketi, yeri geldiğinde benden olan, benden farklı olana zulmediyorken bile sesini çıkarabilmeli. Yani bu narsistik merhamet dediğim bir şeye dayanmamalı. Narsistik merhamet sadece kendimizden olana ve kendimiz gibi olana duyduğumuz merhamettir. Bizim dışımızda olana, bize benzemeyene duyabileceğimiz bir merhamettir asıl olan. Cesaret buradadır, yiğitlik buradadır. Belki böyle bir global bir vicdan ve merhamet hareketi tüm dünyada oluşturulabilirse erdemli insanlar, soylu insanlar böyle bir hareket etrafında bir araya gelebilirse onların vicdanlarının herhangi bir grubu ayırt etmediğini gören dünya da onları daha çok dikkate alacaktır diye ümit ediyorum. Böyle bir hareketin kurulmasının büyük bir zaruret olduğunu ben hissediyorum. Çünkü Birleşmiş Milletler, sözüm ona küresel bir vicdan hareketi olarak tasarlanan bir oluşum, tamamen zalimlerin elinde bir oyuncak olmuş durumda. Ona alternatif bir oluşum çıkması lazım.
KÖTÜLÜĞE SADECE BUĞZ ETMEKLE YETİNİYORUZ
İnternette dolaşan bir cümle var: “Ne kadar öldürseler de çocukları, geride bir Musa sağ kalacak”. Çok anlamlı, zalim karşısında umudu her daim saklı tutan bir cümle. Ama Musa olmayı da başkalarına öteleyen bir cümle. İnanıyoruz bir Musa çıkacağına ama bizim Musa olmaya hiç niyetimiz yok, neden?
Bu, modern insanın kolaycılığıyla ilgili bir şey. Ali Şeriati’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Konfor ruhun bataklığıdır.” Hepimiz az ya da çok konforlu hayatın içinde yaşıyoruz. Elini taşın altına koyan insan dünyayı değiştirebilen insandır. Bazen elimizi taşın altına nasıl koyacağımızın yöntemini bulamıyoruz. Bazen o bize ağır geldiği için yapamıyoruz. Ama kötülük karşısında yapacağımız mertebelerden bahsedilir ya, pek çoğumuz sadece buğz etmekle yetiniyoruz. Onu elimiz ve dilimizle değiştirmek yönünde bir çaba bize maliyetli geldiği için bazen kendimizi alıkoyuyoruz. İş, Musa olmaya talip olmakta. İş, dünyayı değiştireceği bilgisini her insana vermekte. Modern kültürde en yaygın rahatsızlıklardan bir tanesi insanın kendini çok çaresiz ve zavallı hissetmesi. Tarih yapılırken, bu kadar büyük şeyler olurken ben neyim ki diyor insan. O bombalar düşerken ben ne yapabilirim ki. Biz her insan tekinin de kuvvetli olduğunu, insan iradesinin karşısında hiçbir şeyin duramayacağını, hele ki iradeli insanların ittifakı karşısında her zalimin geri adım atabileceğini hesap ederek hareket etmeliyiz. Herkesin Musa olmaya talip olduğu bir dünya zalimlere meydan vermeyecektir. Kolaycılık her zaman ruhumuzu okşar, her zaman kestirme çözümler sunar, ruhumuzu aklamak için, kendimizi temize çıkarmak için türlü bahaneler ve mazeretler üretir. Olgun insan kendi kendine oynadığı oyunların farkına varan insandır. Olgun insan kendine tuzak kurmayan insandır. Hepimiz bin tane bahane ile kötülükle mücadele etmekten vazgeçebiliriz. Bu sosyal psikolojide çok çalışılmış bir şeydir. Kaytarma etkisi dediğimiz bir şey. Bir kötülük gören insan şöyle düşünüyor. Nasıl olsa bunu birisi düzeltir. Bu açıkta bir kötülük. Mutlaka düzeltecek birileri çıkar. Ben uğraşmasam da mutlaka düzeltilecek bir kişi çıkar. Fakat işte sosyal kaytarmacılık bazen herkesin aynı şekilde düşünüp el atmamasına yol açabilir. Bununla ilgili çok bilinen bir örnek var. Kitty Genovese adlı bir kadın 1964 yılında New York’ta güpegündüz çok sayıda bıçak darbesiyle öldürüldü ve onlarca insan onun çığlığını duymuş olmasına rağmen, nasıl olsa birisi polisi aramıştır diye düşünerek hiç kimsenin aramamasına dayalı bir olay, sosyal psikoloji bunu çok tartışmıştır. Daha sonra gidip o insanlara soruyorlar. Niçin aramadınız polisi? O kadar açıktı ki çığlıklar, mutlaka birisi aramıştır diye düşündüm. Meşhur şiirde söylendiği gibi, ‘Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’.
İNSAN RUHUNU AYAKTA TUTAN EN TEMEL ŞEY BAŞKA İNSANLARIN VARLIĞIDIR
Sağlık Bakanlığı’nın geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir istatistik vardı. Ülkemizde geçtiğimiz yıl 9 milyon 200 bin kişi resmi sağlık kurumlarından psikiyatrik destek istemiş. Oldukça yüksek olan bu rakamdan endişe mi duymalıyız yoksa psikiyatrik destek almak iyi bir şey mi?
Bence iyi bir şey. Şöyle ki insanlar daha önce sakladıkları, gizledikleri birtakım dertlerini şimdi kolaylıkla paylaşabilir hale geliyorlar ve yardım isteme davranışı gösterebiliyorlar. Psikiyatrik rahatsızlıklar üzerinde bir damgalama, bir etiketleme var. Bazı insanlar yanlış olarak psikiyatrik rahatsızlıkları ahlaki bir zayıflık, imani bir zayıflık, bir karakter zayıflığı gibi görebiliyorlar. Böyle gördükleri için de bunun kendilerinde olduğunu izhar etmek istemiyorlar. Dolayısıyla ıstıraplarını çok derin, çok gizli ve çok yakıcı bir şekilde yaşıyorlar. Yardım alabilse o ıstırabı belki çok hafif bir biçimde atlatacakken kendi hayatını ve etrafındakilerin hayatını perişan edecek şekilde yaşayabiliyorlar. Bu rakamlar bize artık Türkiye’de giderek başvuru oranlarının arttığını gösteriyor. Bu bakımdan olumlu. Öte yanda dünyada giderek insanlar arasında bir soğuma, insan ilişkilerinde bir kopma, hayatın maddileşmesi, gücün ve paranın tek geçer akçe haline gelmesi var. Bu da insanları, konuşmamızın başında sözünü ettiğimiz asli değerlere uzaklaştırıyor, yabancılaştırıyor. Sosyal destek ağları giderek eriyor. İnsan ruhunu ayakta tutan en temel şey bir başka insanın varlığıdır. İnsan grup yönelimli bir varlıktır. Hepimiz bir başkasına ihtiyaç duyarız. Dostlarımız olmalıdır, bizi seven insanlar olmalıdır. Bizim sevdiklerimiz olmalıdır. Ancak böyle bir ağın içinde bizler rahat edebilir ve mutlu olabiliriz. İnsan ilişkileri çözündükçe ve insanlar birbirinden uzaklaştıkça ruhsal rahatsızlığa yakalanma ihtimali de artıyor maalesef. Tabii burada finans kapitalizminin oynadığı oyunlar var, reklamcılık var. Bütün bunlar insanı edilgen bir tüketici haline getiriyor. Büyük kartellerin, reklam şirketlerinin, politik propagandaların zavallı bir oyuncağı haline getiriyor insanı. İnsanlar fark etmeden, bir şey alarak daha mutlu olabileceklerini zannediyorlar. Bir gruba dahil olarak, bir siyasi akımın içinde yer alarak varoluşsal problemlerine tamamen panzehir olabileceklerini zannediyorlar. Bütün bunların da aldatıcı olduğunu düşünüyorum.