Salih Tuna Yenişafak gazetesindeki yazısında,Yavuz Bingöl’e uygulanan linç kampanyası üzerinden toplumsal iletişimsizliğimizi konu ediyor.
Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin “İncinsen de incitme” sözü dilimizden düşmez. Yunus düşmez dilimizden. “Dövene elsiz, sövene dilsiz gerek” diyen Yunus.
Ve, “Ne olursan ol yine gel” sözünün atfedildiği Hazret-i Pîr Mevlana’ya bu ülkede meftun olmayan yok gibidir.
Lafa gelince…
“Haksızlığa uğrasan da haksızlığa uğratma! Zulme maruz kalsan da asla zulmedenlerden olma” ilkeleri hepimizin şiarı.
Gelgelelim…
Kin, nefret, haset, dedikodu, ve hatta iftira gırla gidiyor. Neredeyse herkes herkesin kuyusunu kazıyor.
Eyvahlar olsun ki, kimse kimseyi duymuyor, kimse kimseyi anlamıyor.
Yıllar önce benim küçük çocuk “kaydırak” kuyruğunda kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan bir Japon çocuğun yüzüne, ‘‘renkli-türkçe’’ gözlerle bakakalmıştı. Çünkü ilk kez anadili dışında bir dille yüz yüze gelmişti. Anlamaya çalışmış; lakin, hiçbir şey anlamamıştı. Şaşırmış, ürkmüş vaziyette yanıma sokulmuştu: “Biz onu duymuyoruz, değil mi baba?..”
Anlamamayı duymamakla eşitleyen bu soruya nasıl cevap verecektim, bilmiyordum!
Şimdi çok daha vahim bir “iletişimsizliğe” duçarız.
Anlamak istediği gibi duyan ve uyduranlara verilecek cevap nedir, gerçekten bilmiyorum.
Kelimenin tam anlamıyla taşlaşmış bilinçle karşı karşıyayız.
Adeta “taş kafalar ülkesine” dönüştük.
Düşünce ve duygularımızda cansız nesnelerde bulamadığımız bazı niteliklerin var olduğunu söyleyen Bertrand Russell çevremize karşı belirli bir biçimde davranmamıza neden olan “bilince” lafı getirir ve şöyle der: “Bilinç kavramının asıl önemli yönü, iç gözlem sonucunda bulduklarımızla ilgilidir. Yalnızca dış nesnelere karşı tepki göstermekle kalmaz, ama tepki gösterdiğimizi biliriz de. Taş ise tepki gösterdiğini bilmez, ama eğer biliyorsa taş da bilinçlidir…”
Taş kafalıların bilinçli olmaklığı da neden tepki gösterdiklerinden belli. Neden olacak; elbette menfaatleri için.
Menfaatleri için yapmayacakları kepazelik yok!
Bu taş kafaları neyle, nasıl ıslah edeceğiz?
Sabırdan, gözyaşından, merhametten başka neyimiz var?
Yazık ki yazık bu taşlaşmış kafalara hiçbir şey işlemiyor; ne Yunus, ne Mevlana, ne Hacı Bektaş.
Ne yapacağız?
Aynı filme gülüp aynı şarkılarda ıslandığımız halde bu denli birbirimizi anlamamamıza neden olan hep bu kafa değil mi?
Bu toplumun bütün irtibat tellerini berhava eden bu kafalardan nasıl kurtulacağız?
İletişimi zehirleyen, dili zehirleyen, izanı, insafı ve merhameti yok eden bu kafaların olumsuz etkisi “dindarlar” arasında bile tebarüz etmeye başladı, varın gerisini siz hesap edin.
Eskiden ateistlerimiz namaz kılmak isteyenlere yardımcı olurdu. Başörtülülere saygı duyulurdu. “Dindarlarımız” eskiden, sarhoş olmayı bile tasavvuf geleneği içinden temellük eder, “onlar da aslında Allah’ı arıyor” derlerdi.
Bütün bu irtibat telleri bu kadar nasıl yok edildi?
Öyle pespaye bir kavga başladı ki şimdi asaletten zerre eser yok!
Necip Fazıl “Bâbıâli” adlı otobiyografik eserinde Nâzım Hikmet’i hapishanede ziyaret ettiğini yazar. “Nâzım” der, “Benim rejimim olsaydı seni asardım ve bu, adaletin ta kendisi olurdu. Fakat bu hiçlik rejiminden gördüğün mesnetsiz zulmü asla kabul edemeyeceğim için seni görmeye geldim!” Nazım Hikmet de gözleri yaş dolu, şu cevabı verir: “Benim rejimim de olsa, ben de seni asardım. Ama inanmış olmanın haysiyetini ve sanatta ‘eski’nin en yükseği olmandaki değeri inkâr etmezdim…”
Yalan dolan iftira tezvirattan ibaret yaşadığımız kavga nerde, Necip Fazıl-Nâzım Hikmet kavgasındaki asalet nerdeee!
Yavuz Bingöl’e reva görülen muameleye bakar mısınız Allah aşkına. Daha beteri de Gezi zekalılar tarafından yönetmen Kutluğ Ataman’a yapılmıştı.