Osman Can Akşam gazetesindeki yazısında 17 Aralık sürecini değerlendirdiği yazısında,”Gülen hareketinin artık kriminal bir örgüte dönüştüğünü görüyoruz.” Yargısında bulunyor.
17 Aralık Türkiye demokrasi tarihine bir şekilde yer eden günlerden biri oldu. Kimileri açısından bu sadece bir yolsuzluk soruşturmasıydı. Soruşturmanın arkasında sabıkası oldukça kabarık, siyaset felsefesi itibarıyla totaliter, ilahiyat anlayışı itibariyle batıni-mesiyanik ve bunun zorunlu sonucu olarak da demokratik meşruiyet ile ontolojik sorunu olan bir örgüt olmamış olsaydı, herhalde kimsenin yolsuzluk soruşturmasına itiraz etmesi mümkün olmayacaktı. En azından bu itiraz çok taraftar bulmazdı.
17 Aralık günü başlatılan soruşturma, 25 Aralık ile devam edince mesele netleşti. Yolsuzluk iddiasından bağımsız olarak, ülkenin meşru hükümetinin çok ciddi bir siyasal saldırı ile karşı karşıya olduğu kesinlik kazandı. Toplum bunu gördü. Dünya da…
Mesele esasen 2012’ün Şubat’ında görülmüştü. Ülkede yargıyı ve polisi kontrol altına alan örgüt, MİT’i de kontrol etmek istemiş, bu doğrultuda yargıdaki uzantıları vasıtasıyla operasyon yapmış, ancak siyasetin kararlı ve dirayetli tutumu nedeniyle bu operasyon başarıya ulaşamamıştı. Siyaset felsefesini ve hedeflerini göz önünde bulundurduğumuzda, örgütün orada durmayacağı ve topyekûn bir saldırıya geçeceğini kestirmek güç değildi. Bir sonraki aşama bu mantığın bir gereği olarak siyaset kurumunun çökertilmesiydi. 17 Aralık süreci bu aşamayı ifade ediyordu.
Yine, demokratik meşruiyet ile sorunu olan tüm yapılarda olduğu gibi, bu örgüt saldırı stratejisini hukuk üzerine kurdu. Zira demokratik meşruiyeti ikame etme imkânı ancak hukuki meşruiyet ile mümkün. Hukuki meşruiyet en azından baskın fırsatı ve hızla sonuca ulaşma imkânı sunuyor.
Hukuk ve adalet adına yürütülen her bir siyasal mücadelenin böyle bir etkisi var. Ama bir gerçek değişmiyor. Hukuk adına yargı üzerinden başlatılan süreçler eğer politik bir mahiyete sahipse veya politik sonuçları doğuyorsa, sadece hukuk kurallarına referansla meşrulaştırılamıyor, meşruiyet etkisi uzun vadeli olmuyor. Zira her bir hukuki norm politik olarak araçsallaştırılabiliyor. Eğer hukuk uygulayıcıları, yani yargıçlar, politik bir operasyonun parçası ise hukuk üzerinden sağlanan ilk meşruiyet hızla tükenir ve geriye de pek bir şey kalmaz.
17 Aralık operasyonu böyle bir şeydi, meşruiyeti hızla tükendi. Sonraki saldırılar bu tükenişin yansımalarıydı. Türkiye’nin uluslararası itibarının zedelenmesi için gösterilen gayretler, Adana’daki TIR’ların durdurulması, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini El Kaide gibi unsurlar ile irtibat içinde gösterme çabaları, TÜBİTAK, BTK ve diğer kurum ve kuruluşlardaki istihbarat savaşları ve nihayetinde Dışişleri Bakanlığı’ndaki ulusal sır mahiyetindeki toplantıların deşifre edilerek dışarıya ve içeriye servis edilmesi artık örgütün bir ihanet şebekesine dönüşünün de ifadesi oldu.
Yerel seçimlerdeki gayret ve manipülasyonlarını da buna eklemek gerekir.
Bu süreç aynı zamanda örgütün geçmişe dönük tüm eylemlerinin masaya yatırılmasının kapısını araladı. Balyoz, askeri casusluk ve benzeri davalardaki hukuksuzluklar ortaya çıktıkça, buradaki adaletsizlikler, yargı onların kontrolünde olduğu için, öncelikle yasama faaliyetleri yoluyla giderilmeye çalışıldı. Bunların bir kısmı Anayasa Mahkemesi engeline takıldı. Yürütülen idari soruşturmalar ve alınan tedbirler, örgütün kontrolündeki idari mahkemelerine takıldı. Gülen örgütüne mensup yargıçlar ise, HSYK 3. Dairesi’nin korumasından yararlandı.
Tüm bu engellerin aşılması ve örgüte karşı yürütülecek hukuki soruşturmaların ilerleyebilmesi, ancak HSYK seçimlerinden çoğulcu bir yapının başarıyla çıkmasıyla mümkün oldu.
Yazının devamını okumak için..