Başbakan Yardımcısı Doç. Dr. Yalçın Akdoğan Star Açık Görüş’teki yazısında İslam dünyasındaki teröre karşı alimleri göreve çağırıyor ve “İslam alimlerine düşen İslam toplumları içinde yayılan bu virüse karşı panzehir üretmektir.” Diyor.
Terör konusunda muhafazakar camianın tavrı konjonktürel veya olaya/kişilere endeksli değildir, tamamen ilkeseldir. Masumlara yönelik eylemler bütün dünyada terör kapsamında değerlendirilir ve bu tartışmasız bir gerçektir, oysa bizim yaklaşımımız yargısız infaz anlamına gelecek şekilde hayata son verme eyleminin kime yöneldiğine bakmaksızın doğru görülmemesi gerektiğidir. Kişinin, statüsü, görevi, üniforması veya suçlu-suçsuz olması keyfi bir şekilde öldürülmesini mazur gösterecek, olayın terör vasfını ortadan kaldıracak bir durum değildir. Eğer birileri kendilerini hakikatin merkezine koyarak ‘cezalandırıcı’ olarak görmeye başlarlarsa bu silahın namlusunun kime döneceği kestirilemez. Nitekim terör olaylarının son dönemde Müslüman ülkelerde sıkça yaşanması, Müslüman görünümlü kişi ve örgütlerin Müslümanları katletmesi bu prensibin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Ortada bir algı savaşı yaşadığı bir gerçek… İslam’ı lekelemeye çalışan, İslam dünyasını baskı altına alan algı operasyonları hiç şüphesiz büyük bir sorun… Ama algı operasyonları ortada bir olgu olmadığı anlamına gelmiyor. Komplolar, istihbari yönlendirmeler, kurulan/yönlendirilen veya sızılan örgütler marifetiyle oynanan oyunlar ortada duran hastalıklı bir zihniyeti ve onların karıştıkları kabul edilemez hadiseleri ortadan kaldırmıyor.
Suriye’de birbirine kurşun sıkan o kadar farklı renkte İslamcı örgüt var ki… Silahlı örgütler arasında artık ılımlı-radikal gibi ayrımlar yapılır hale geldi. Herkes kendisini hakikatin savunucusu olarak görüyor ve kutsadığı mücadelesiyle acımaksızın Müslüman kişileri öldürmekten kaçınmıyor. Bu hakikatin tuz buz olma halidir. Aklın tutulduğu, vicdanın kuruduğu, gerçekliğin kaybolduğu bir cinnet durumudur.
İslam alimlerine düşen İslam toplumları içinde yayılan bu virüse karşı panzehir üretmektir. Bu algının, İslam dünyasına zarar vermesinin ötesinde daha ciddi bir sorundur bu… Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören, her türlü yönteme, hileye, tuzağa, kumpasa başvuran bir sapkınlık hali…
Irak’ta farklı mezheplerin camileri havaya uçuruluyor yüzlerce kişi ölüyor, Suriye’de kimin kimi vurduğu belli değil, Afrika ülkelerinde kabileler ve paramiliter gruplar büyük katliamlar yapıyorlar, kaynağı-merkezi belli olmayan küresel örgütlerin hangi ülkeyi hedef alacağı öngörülemiyor.
Fanatizm, bağnazlık, tahammülsüzlük sadece elinde silah olan örgütlerde yok… Kendisini hakikatin merkezine koyarak Müslümanlara kumpas, komplo, tuzak kuran yapılarda da aynı tahammülsüzlük var…
İnsanları terörle imha eden zihniyet de, insanlara tuzak kurarak hayatlarını bitiren anlayış da aynı derece hastalıklıdır ve buna karşı ciddi bir dini ‘dur’ deyişe ihtiyaç var.
1980’li yıllarda İslamcılığın sadece devlet endeksli hareketlere yönelmesi sonucu ciddi bir sosyal/ahlaki travma yaşandığı, bunun sonucunda bir çok hareketin tekrar içe ve eğitim çalışmalarına dönmek zorunda kaldığını biliyoruz. Şimdi de başka vasıtalar üzerinden güç devşirmeye çalışan grupların ‘değer’i, ‘vicdan’ı, ‘ahlak’ı yok sayan bir noktaya savrulduğunu görüyoruz. Eline silah alarak veya devletin hukuk aygıtlarında etkili olarak bireyler üzerinde tahakküm kurmaya çalışan bu yapıların öncelikli dini yapılar tarafından sorgulanması gerekir.
Paris olayı terörün nasıl küreselleştiğini ve buna karşı nasıl ortak mücadele verilmesi gerektiğini bir kez daha gösterdi. Ancak aynı olay, ortak mücadele konusunda nasıl eksiklikler olduğunu da ortaya koydu. Bir gün önce İstanbul’da yaşanan bombalı saldırı aynı şekilde dünya basınında makes bulmadı. Bir gün sonra Suudi Arabistan’da meydana gelen 3 askerin öldürdüğü olay veya Sana’da 35 kişinin öldüğü olay aynı yansımayı bulamadı. Nijerya’da 2 bin kişi katledildi ve bir kasaba yakıldı ama buna karşı ortak mücadele sesi yükselmedi. Avrupa’da eylem yapan örgütler öncelikle Müslüman dünyada büyük katliamlar yapıyorlar.
Demokrasi korkusu
Bu yüzden sorun ortak sorundur, tehdit ortak tehdittir. Ancak batılı bazı çevreler bu gerçeği görmek yerine olayları algı operasyonunun malzemesi olarak kullanmayı tercih ediyorlar. Bu algı operasyonları sadece Müslüman ülkeleri baskılamış olmuyor, Avrupa’nın üzerinde yükseldiği değerlerin de içini boşaltıyor, kendi bindiği dalı çürütmeye başlıyor. Yabancıya, göçmene, farklı din ve kültürden olana yönelen tepkisellik ırkçılığı ateşliyor, toplumsal fay hatlarında kırılmalar meydana getiriyor.
İşin diğer boyutu ise fanatizmi ve terörü besleyen faktörler ve güç kazandıran sebeplerdir.
Arap Baharı’nı tersine çeviren, Ortadoğu’da darbeyi ve otoriter rejimleri destekleyip muhalif görüşleri bastıran, yer altına iten siyasi paradigma açık bir şekilde ve büyük bir gürültüyle çökmüş durumda. İsrail’in ve otoriter rejimlerin ‘demokrasi korkusu’ bölgenin demokratikleşmesinin önüne set çekti. Muhalifler, farklılıklar, küresel sisteme boyun eğmeyenler sistemden dışlanmaya ve yer altına itilmeye çalışıldıkça enerji daha da birikiyor, tepkiler daha da sertleşiyor. Ortadoğu’da demokrasiyi kurban veren batı şimdi diğer değerlerinin de yavaş yavaş erimesini seyrediyor. Ortadoğu’yu silahlı örgütlerin antrenman alanına çevirenlerin ürettiği istikrarsızlaşma Avrupa’yı da tesiri altına alıyor.
yazının devamını okumak için..