İsmail Kılıçarslan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…
2015 yılındayız. Türkiye Milli Görüş anlayışı tarafından yönetiliyor. Tunus’ta Nahda, Cezayir’de İslami Selamet Cephesi, Pakistan ve Bangladeş’te Cemaat-i İslami, Afganistan’da Hikmetyar’ın partisi, Mısır ve Suriye’de İhvan-ı Müslimin iktidarda. İran ‘mezhep çekişmelerini rafa kaldıran’ devrimci anlayışı ile takdir topluyor. Bu yönetimlerin İslam dünyasına önerdikleri ‘yerli ve dindar’ model zaten göz kamaştırıyor. Filistin meselesi, iki devletli ve son derece adil bir biçimde çözüme kavuşturulmuş durumda. İsrail’in öldürdüğü bir Filistinli kayda geçmeyeli 6 yıl oluyor.
Ya kahkaha attınız ya da acı bir gülümseme yerleşti yüzünüze değil mi? Tamam. Yazının bundan sonrası ‘yüzüne acı bir gülümseme yerleştirenler’e gelsin o halde.
80’li yılların sonunda yukarıda ortaya koyduğum tablo hemen hiçbir İslamcı için hayal değildi. Dahası, işler tam da o tablonun hayata geçebileceği hayalini kurmamıza imkan verecek şekilde ilerliyordu.
Amerika’nın 1990’da başlattığı Irak müdahalesi, Afganistan’ın siyasal durumundaki belirsizlik, Cezayir’de binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan iç savaş, Pakistan’ın Afganistan’da olan bitene paralel olarak hızla ‘çölleştirilmesi’, Bosna ve Çeçenistan’da yaşananlar, Türkiye’deki 28 Şubat süreci gibi açık sorunlar 90’lı yılları İslamcılık açısından bir buhrana çevirdi.
‘İslamcılık 2000’li yıllarda yeniden silkelense ve kendine gelse’ beklentileri de 11 Eylül ve ardından ortaya konulan ‘İslamofobi’ konsepti ile bir kabusa dönüştü(rüldü.)
2010’lar ise, daha yarısını bile idrak etmemiş olmamıza rağmen, denilebilir ki tüm dünyada İslamcılığın ağır mı ağır yenilgilere uğratıldığı bir zaman dilimi olarak geçecek kayıtlara. Hem yeni kolonyalizm eliyle dışarıdan hem de ılıştırılmış ve kızıştırılmış yapılar eliyle içeriden ‘İslamcılığın tasfiyesi süreci’ söz konusu.
Evet. Bu noktada artık şunu cesaretle konuşmalıyız: İslamcılık, tüm dünyada hem dışarıdan hem de içeriden fena halde kuşatılmıştır ve gelinen aşama artık ‘tasfiye’ aşamasıdır. İslamcılar, sahip oldukları ideolojinin siyasal tarih kitaplarındaki yerini almaması için ne yapacaklar? Soru budur.
Sorunun birinci hali şudur: Denebilir ki ‘150 yaşında ve artık geleneksel yöntemleri ile manevra yapabilme kabiliyeti kalmayan, teorisyenlerinin özgün düşünce üretmekte zorlandığı, merkezi aklının izlerini artık göremediğimiz, yıpranmış, yıpratılmış bir ideoloji olarak İslamcılık ölse ne olur, kalsa ne olur?’
Doğrudur. Birinci sınıf siyasetçi ve teorisyen üretme sıkıntısı İslamcılığın başat sorunlarından biri haline gelmiştir artık. Bugün İslamcılık denildiğinde aklımıza bazı fıkıhçı-tekfirci hocalar, bir miktar kafa kesen cani, bir miktar da sağcı siyasetçi profili gelmektedir. Bu her bakımdan merkezi İslamcılık aklı adına utanç verici bir durumdur.
Üstelik ‘kendi küçük adasını dünyanın tamamı zanneden’ İslami hareketlerin ürettiği ağır iletişimsizlik de işin cabasıdır.
İşte tam bu noktada ‘İslamcılık ölse ne olur kalsa ne olur?’ sorusu anlamlıdır. Bugün, İslam’ı yaşam pratiğinin merkezine yerleştiren geniş kitlelerin derdine derman olacak bir İslamcılığın yeniden üretilmesi zorunluluğu İslamcılık açısından hayatiyet arz etmektedir böylece.
Bu yorgunluktan, bu tükenmişlik sendromundan yeni bir sürgün, yepyeni bir filiz çıkar mı, çıkabilir mi peki? Kusuruma bakılmasın, ben bu soruya ‘evet’ cevabı veremiyorum.
Sorunun ikinci hali de şudur: Bu 150 yaşındaki yıpranmış mirası reddedip o değişmez güftenin yeni bir bestesini yapma dirayetini gösterebilecek yeni kadrolar var mı? İslam’ı yaşam pratiğinin merkezine yerleştirmiş geniş kitleler için şifa dağıtacak yeni bir pratik geliştirilebilir mi?