Fatma barbarooğlu’nun Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Bu dünya hepimize yeterdi diyor bir ses. Önce fısıltı şeklinde başlıyor sonra giderek yükseliyor. Yükseliyor. Yükseliyor. Yükseliyor. En son bir uğultuda karar kılıyor.
Sıcak bir otomobilin içinde yol alıyoruz. On beş dakika ayazda araç bekledikten, rüzgarın sesini ve tonunu kulağımda ağrı olarak hissettikten sonra, aracın sıcak atmosferi bütün evsizleri, işsizleri, hanelerinde ocak tütmeyenleri gelip bırakıyor otomobile.
Şoför “Bak şurada Suriyeliler var” diyor. “Stadyumda. Üstlerine sadece kar yağmıyor. Hepsi o.”
Üstlerine sadece kar yağmıyor. Sadece kar yağmıyor. Kar. Kameraların biri gelip biri gidiyor onların yokluğunu, yoksulluğunu görüntülemek için.
Onlar kendilerini çekenlere öfkeli.
Uğultuya dönüşen ses yeniden harflere, kelimelere düşürüyor anlamını.
Bu dünya hepimize yeterdi, bunca kibirli olmayaydık.
Kibir.
Her gün her saat neredeyse her saniye “sen her şeyin en iyisine layıksın” diyen reklam sloganları ile kendine köle toplayan “yeni dünya düzeni”, ”tüketim ekonomisi”, liberal düzenek, sapkın bir sahip olma aşkına düşmüş olanları Sevgililer Günü üzerinden yeniden avlıyor. Ne avcının karnı doyuyor, ne av yaralarını fark ediyor.
Geçmiş zaman kölelerinden tek farkımız, onlar köle olduğunu biliyordu. Biz sırtımızdaki kibir pelerini ile pek özgür uçuyoruz etiketlere doğru. İstediğimiz tek şey bedenimizde gösterebileceğimiz/sergileyebileceğimiz/görünür kılabileceğimiz yeni bir etiket.
Yol akıyor…
Çatıların üzerinde, göklerden serpilmiş un gibi duran karlara bakıyorum, trafiğin bu saatte bu kadar sakin olmasının müsebbibi ile göz göze gelmek için.
Akan yola eşlik eden zihnim şükür niyetine, dua niyetine tekrar ediyor:
“Bir yerden bir yere varmak ne güzel.”
Hz. Mevlana ile bir vakit gittikten sonra ani bir frenle duruyor zihnim: Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Sonra açıldı bir kapı.
Hz. Mevlana’nın sözü niye şimdi masal cümlesinin eşiğine bırakıp gitti beni!
Göz, mesajı benden önce mi “bana” iletti?
Kavşakta aniden önümüze çıkan cenaze arabası ile mi değişti zihnin kayıtları?
Az gittik, uz gittik, vardık ölümün kapısına…
Üşümüş müydü içindeki. Üç gün peygamber döşeğinde mi teslim etmişti emanetini, yoksa günlerce, aylarca, yıllarca emanetini teslim edeceği bir ana kavuşmak için mi beklemişti…
Sevdikleri iki dünya iyiliğinden bir iyilik diye dua etmiş miydi?
Yoksa gök ekin gibi biçilenlerden miydi?
Soğuktan donarak ya da açlıktan ölmediğini bilirsem rahatlayacağım sanki.
Bunu bilme ihtimalim yok.
Yeni bir kavşakta önümüzde seyreden cenaze arabasını yitiriyorum. Nereye gitti diye bakarken İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin üst geçitte itina ile yerleştirmiş olduğu ve bizi az su kullanmaya teşvik eden “davet”ini okuyorum.
Bulanlar her şeyi çok kullanıyor oysa. İsraf etmeyenler sadece bulamayanlar. Şükredenler de onlar. Zenginleşen herkes önce şükrü terk ediyor yeni sınıfının bir incisi olmak için.
Merkezi ısıtmanın sıcağından bunalanlar camlarını açıyor “temiz hava” için. En ince kıyafetleri ile “bahar esintisi” yaşamak için olabildiğince yüksek konuma getiriliyor kombiler. “Bahar esintisi.” Reklam öyle söylüyor. Reklamların sözüne itiraz etmeden riayet ediyor kimimiz.
Ölümü unutuşumuzdan, dün doğduk yarın öleceğiz bilgisini yitirişimizden kalan derin boşluğu, reklam sloganları ile dolduruyoruz.
Velhasıl bütün dünyada fakirler, göçmenler için hayat ağır aksak durmanın eşiğinde, zenginler ve zalimler için şov devam ediyor…