Akif Emre Yenişafak gazetesindeki “Bir şarkiyatçının ideolojik portresi” başlıklı yazısında Türkiye’de “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabıyla tanınan Bernard Lewis’i yazdı.İşte o yazı…
Gerçek tarihçi, her namuslu ilim adamı gibi bir hakikat avcısıdır. Tarihin karanlığında insanlık maceramızın peşinde koşar. Yıkıntılar, belgeler, söylentiler, kütüphaneler arasında bir “dünya” kurar. Tarihçinin inşa ettiği dünya, ortaya çıkardığı hakikat yarına ışık tutar. Hiç bir tarihçi bulduğu belgeleri, hakikati yok sayamaz. Kendi düşüncesi ve kanaatine zıt olsa bile keşfettiği gerçekliği ifşa etmek zorundadır.
Bu zorunluluk tarihçinin mutlak bir tarafsızlığa ve nesnelliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Tarihçinin de dünya görüşü, ideolojisi vardır ve bu tarihine yansır.
Tarihçinin bulduğu hakikat, aslında bugün bulunduğu yerden, geçmişte buldukları ile inşa ettiği muhayyel yarınlardır.
Katı gerçekler, belgeler, muhayyel geleceğe nasıl dönüşebilir? Nesnellik tarihçinin gelecek tasavvuruna kurban mı edilmektedir? Bunun cevabı tarihçinin hakikati keşfettiği, adeta kendi tercihlerini aradan çektiği, o bilimsel cazibeye kapıldığımız anda başlar. Hatta daha öncesinden başlamıştır… Şöyle ki, bir hakikat avcısı olarak tarihçi de keşfettiği gerçeğe teslim olmak zorundadır; çünkü daha önce o gerçeği zaten teslim almıştır. Nasıl mı? Bir bilgi-kazıma eylemine başlamadan önce ne aradığı sorusunu sorarak tavrını koymuş, safını zaten seçmiştir.
Geçmişin dehlizlerine girerken “neyi aradığı” sorusu, neyi bulacağının da cevabı olur. İdeolojik, siyasi olarak durduğu yeri belirleyen de tam burası; neyin cevabını bulmak istiyor?
Belgelere, metinlere, kanıtlara dayalı her tür bilimsel ya da akademik standartlara uygun olarak ortaya çıkan bir tarih metninin arkasında yatan kişisel tercihler, kanaatler, hatta zaaf ve saplantıları tarihçinin metin dışı ürünlerinde yakalarız. Özellikle edebiyatçıların, sanatçıların, şairlerin, ilim adamlarının anıları… En büyük zevkle okuduklarımın başında ise tarihçilerin anıları gelir. Tarihin gizemli arşivlerinden bugüne, geleceğe ışık tutan, büyük çabaların ardında yatan gerçek tarihe dokunurum çünkü.
Tartışmasız hakikat gibi sunulan ya da öyle algılamaya meyyal olduğumuz tarih kitaplarının satır atalarındaki zaafları, hakikat karşısındaki durumunu sınarız adeta. Elimize tutuşturulan tarihin aslında neye hizmet etmek üzere, hangi dünyaya sağır, hangisine kapı açmak üzere kurgulandığını tarihçinin anılarından daha iyi ne gösterebilir? Tarihçinin yüklendiği misyonla hakikat avcılığını, her iki durumun birbirine karıştığı çizgiyi ayırt etmemize yarar o anılar..-
Unutmamalı ki, tarihçinin anıları da alanının dışındaki diğer ürünleri gibi tarih değildir. Tarihçiliğine saygı duyulan isimler genelde siyasi, toplumsal görüşlerinin de aynı saygınlıkta kabul görmesini ister. Tam bu noktada vaaz vermeye başlayabilir; en tehlikelisi de, toplum mühendisliği ile tarihçiliği birbirine karıştırmasıdır.
Bunun son örneği Bernard Lewis’nin “Tarih Notları – Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları” adıyla çıkan kitabı. Yüz yıla yakın süren bir ömrün muhteşem renkliliği ilk bakışta göz kamaştırıcı. Bir tarihçinin yetiştiği, tanıklık ettiği bir asırlık zaman diliminde, artık tarih kitaplarından okuduğumuz büyük dönüşümlerin hem tanığı, hem bir kısmının içinde bizzat aktör olması… Kitabın en son sayfasında belirttiği gibi 15 dilde “oynayacak” kadar ilgisi geniş bir şarkiyatçıyla karşı karşıyayız.
Ne var ki, büyük Ortadoğu tarihçisi olarak adeta tartışmasız otorite konumuna yerleştirilmek istenen bir şarkiyatçının ideolojik kodları, yetiştiği sosyal ve dini çevrenin iç içe nasıl sarmalandığını, hatta bunlardan hiç bir zaman ayrı düşmediğini yüz yıllık fotoğrafı sunarken okuyorsunuz.
Batı medeniyetini masumlaştırma, topyekûn Batı’yı, emperyalizmi Doğu yani İslam karşısında haklılaştırma çabalarının tarih konularını seçerken nasıl kendini gösterdiğini… Mesela Avrupalıların Afrikalıları köleleştirmesini masumlaştırırken bu insan avcılarını değil de tarihsel olarak var olan ve hiç bir zaman beyazların geliştirdiği türden bir köle endüstrisine dönüşmeyen Afrika’daki köle ticaretini öne çıkarması… Milyonlarca Afrikalının Amerika’ya taşınmasını basit bir ticarete indirgeyen, üstelik bunun sorumluluğunu da Müslümanlara yıkan bu bakış açısı, tarafsız gibi dursa da, tarihçinin “ne aradığı” sorusuna denk gelen ideolojik taraf.
Türkiye’de en çok bilinen “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabı, özellikle siyasi ve ideolojik angajmanlarını ortaya serer aslında. Kaleme alındığı 1960’li yıllar göz önüne alındığında Batı’nın Türkiye’yi icbar ettiği medeniyet değiştirme projesine yönelik modernleşme teorilerinin başarı hikayesinin bir örneğidir aslında. Yazdıkları, disipliner anlamda belli bir kaliteyi tuttursa da bir projenin dökümüdür.
Ortadoğu’yla sayısız temaslarda bulunur. Önemli şahsiyetlerle tanışır, el üstünde tutulan bir isimdir. Pakistan’dan Mısır’a, Afganistan’a kadar gezdiği yerlerden aktardığı anılarında tipik Batılı bakış açısını, kibri yansıtır. Mesela Mevdudi’nin evindeki gözlemleri ya da Ürdün kralının sarayında gördüklerine dair tepkileri, yorumları anıların neden tarih kitabından daha fazlasını anlattığına örnek.
Bernard Lewis anılarında Amerikan derin devleti denilebilecek yapılarla nasıl içli dışlı olduğunu, akademya, devlet, hatta istihbarat ilişkilerinin en rafine örneklerini sergiler. Çok erken dönemden başlayan ilişkiler, özellikle 11 Eylülden sonra militanca bir tavra dönüşür. Amerikan sisteminde özellikle neocon çevrelerle içli dışlılığı, Amerikan politikalarının oluşum sürecinde hep fikri alınan isim olarak kalması, onun önyargı ve ideolojik tutumunun eserlerine nasıl yansıyabileceğine dair yeni ufuklar açmaktadır.
En son Ortadoğu’ya dair yazdıkları, adeta Amerikalılara öğüt veren satırları ibretlik. Birinci Körfez Savaşından beri hep işgalden yana tavır alması bir yana geleceğe matuf iddialarını cesaretle yazıyor.