Mustafa Kutlu’nun Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Geçen yıl (2014) Türkiye’de üç milyon kişinin daha kırsaldan büyük şehirlere göçtüğü belirtiliyor. Demek ki ülke değişiminin ve bu değişimin getirdiği sancıların birinci sebebi hâlâ “göç”.
Göç eden adam ne yapacak, önüne bir su çıktığında köprü kurup karşıya geçecek. Boğaz’a yapılan köprüler ticaret ve turizmden ziyade göçerlere hizmet ediyor.
Son büyük İstanbul ressamlarından Kütahyalı Ahmet Yakuboğlu yaptığı Boğaz resimlerine köprüyü koymamıştır.
Sebep?
Sebep Boğaz’ın o tabii güzelliğini yarıp geçen bir hançerdir köprü. Denizden, topraktan, ağaçtan, yalıdan, martıdan oluşan tabii manzarayı delen mekanik bir eleman.
Biz estetiği öne alırsak bu böyle, ama hayatın zaruret hali köprülerin sayısını üçe çıkarıyor. Bu zaruretin sebebi “göç”tür. Göç olmasaydı köprü olmayacaktı. Veya Boğaz’ın güzelliğini idrak edenler Marmaray’ı daha önce yapacaktı.
Milliyet’te fikirlerine saygı duyduğum Güngör Uras diyor ki “Köprüye karşı çıkanlar dedi ki önce Nazım Planı yapalım sonra köprüyü yaparız.” Nazım Plan bir türlü yapılarak uygulanamadı.
Sayın Uras İstanbul için çok planlar yapılmıştır. Bunu siz de bilirsiniz. Ama gerek rant için, gerek siyasi çıkar için, gerekse ihtiyaçtan bu planlar ya uygulanmamış, yahut tadilat ile kuşa dönmüştür.
Plancılar ile uygulayıcılar arasında sürekli bir gerilim ve çatışma olmuştur.
Yine Uras’ın verdiği bilgilere başvuralım: “Akın Kurdoğlu hesaplamış. İki köprüden gidiş geliş günde İETT ve halk otobüsleri ile 430 bin, özel araçlarla 1 milyon 100 bin… Bu sıcağa kar mı dayanır misali bu trafiğe köprü mü yeter”.
Kurdoğlu galiba Marmaray’ı hesaba katmamış, onu da sayarsak rakam yükselecek iyice. Bu rakam İstanbul nüfusunun her yıl artışı ile ilgili, yani göçle ilgili. Her gün trafiğe 300-400 aracın çıktığı, yirmi milyona yaklaşmış nüfusu ile bir şehrin trafiği nasıl kangren olmaz. Bu tabloya bakıp “Köprüye hayır” diyenler, önce “göçü nasıl durdurabiliriz” meselesini çözmeli idiler.
Geçmişe bakıp oradan yanlışlar çıkarmak nafile. Önümüzde “Kanal İstanbul” ile “Üçüncü Havaalanı” var. İnşaatlar başladı ilerliyor. Aynen köprü gibi “Hayır yapmayalım” demek Türkiye’yi tanımamaktır.
Büyük düşünmek lazım.
“Kanal İstanbul” ve “Havaalanı” İstanbul’a büyük bir nüfusun hücumunu getirecektir. Bu nüfusa, bu kadar arabaya nasıl yol yapacağız, trafik nasıl işleyecek? Bunun planları yapılıyordur elbet, ama bu planlar da öncekilere benzeyebilir, yani kuşa döner.
En radikal çözümü teklif ediyorum.
Ki bunu kabul edenler herhalde bir avuç romantik olur. Olsun. Teklif bizden kabul karşıdan.
Teklif şudur: Tarıma dönelim, sanayi sevdasından tedrici olarak vazgeçelim.
Yazının başında söz ettiğim üç milyon kişi o zaman toprağını terketmezdi.
Ak Parti döneminde tarıma destek gözle görülür biçimde arttı. Buna paralel olarak tarım gelirimiz, ihracatımız arttı. Ama bu tablo bizi doyurmuyor.
Benim dediğim bir zihniyet değişimidir. Sanayi devriminden bu yana sanayi adeta mistik bir ikon olmuş, tarım üvey evlat sayılmıştır. Oysa sanayi hem dünyayı, hem insanı bitiriyor.
Bu zihniyet o kadar kökleşmiştir ki sanayi yerine tarım demek gericilik sayılmıştır. Bu aymazlık içinde yıllarca tarım arazilerimizi ya sanayie yahut yerleşime açtık. Bursa ovasına bakın bir, içiniz kavrulur. Oysa bir tarım ülkesi olan Türkiye herkes sanayie koşarken tarımda dirense, iyi tarım yapsa, iyi verim alsa ne göç olurdu, ne köprü.
Bakınız İsveç gibi bir ülke Honduras’tan aldığı “muz”u üç-beş kat fiyatla Avrupa’ya satıyor. Bu işin ticareti. Ha cıvata satmışsın, ha muz.
Yine romantik bir görüşle şunu söylemeliyim. Vatandaş büyük şehre iş, aş, istikbal, çocukların tahsili, sağlık imkânları vb. sebebi ile geliyordu.
Şimdi ülkenin her köşesinde üniversite var. Örnek sağlık kuruluşları var, köylerde bile şehir hayatı yaşanıyor. Vatandaş tarımda büyük para olduğunu bir görsün, derhal boş bıraktığı arazisine döner. Yeter ki görsün. Ama en köklü mesele çözüm bekliyor.
Kalitenin yükselişi, yeterli oluşu. Verim. Hem üretimde, hem hizmette.
Üniversite açmışsın hoca yok, kütüphane yok. Ama AVM var. Olmadı işte.
Sonuç: Yapılacak çok iş var. Başta huzur, barış, siyasi istikrar. Bir hikâyeci olarak burnumu bu büyük meselelere sokma gayreti nereden geliyor?
Vatan işte insan vazgeçemiyor.