MAZLUMDER Mülteci Hakları Merkezinden Hukukçu Halim Yılmaz’ın Star Açık Görüş’teki yazısı..
Bugünlerde Akdeniz’in kıyılarında çocuk cesetleri toplanmakta. Savaş, iç çatışma, yoksulluk ve daha iyi bir yaşam adına “Avrupa Kalesi”ne ulaşmak için uzun ve tehlikeli bir yolu göze alan insanların “umuda yolculuğu”, büyük bir insanlık utancı ve trajedisiyle Akdeniz’in sularında ölümcül bir şekilde son buluyor.
Türkiye üzerinden Avrupa’ya hayatları pahasına geçmeye çalışan umut yolcularına ilişkin felaket haberlerine pek yabancı değiliz aslında. Ufacık botlarda, TIR dorselerinde ölüm yolculuğuna çıkan insanların feci akıbetlerine ilişkin haberler rutine binmiş gibi. O kadar kanıksadık ki, ölümler çok büyük rakam olmadıkça ilgi çekmiyor..
Nisan ayında Akdeniz’de, önce çoğu çocuk 400 mülteci bir hafta sonra da yaklaşık 900 mülteci, büyük bir mezarlığa dönüşmüş Akdeniz’in soğuk sularında can verdiler. İtalyan yetkililerin açıklamasına göre çok az sayıda kişi kurtulabildi.
Aslında, İtalya yakın zamana kadar “Mare Nostrum” projesiyle, Akdeniz’de kurtarma faaliyetleri yürütüyordu. Proje, 2013 yılı Ekim ayında, Lampedusa Adası yakınlarında cereyan eden ve 366 mültecinin hayatını kaybettiği olay sonucunda kurulmuştu. İtalyan makamlarına göre, bu proje kapsamında 2013 ile 2014 arasında Akdeniz’de yaklaşık 100 bin göçmen kurtarıldı.
Ölüme yolculuk
Diğer Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin destek vermemesi ve maliyetlerin çok arttığı gerekçesiyle, İtalya kısa süre önce bu projeyi rafa kaldırdı. AB’nin dış sınırlarını korumakla görevli Frontex’e bağlı “Triniton” adıyla bilinen yeni bir proje yürürlüğe konuldu, ama bunların amacı göçmenleri kurtarmak değil, AB’nin Akdeniz’deki deniz sınırlarını korumaktı. Korumak derken, aslında aşılması zor denizi bir şekilde aşanları engellemek, böylece kontrol dışı yani düzensiz göçü önlemekti. Sonuç olarak, kurtarma faaliyetlerinin ön planda olduğu 2014’ün ilk 4 ayında Akdeniz’de 17 kişi hayatını yitirdi, kurtarma yerine güvenliğin öncelendiği 2015 yılının ilk 4 ayında ise yaklaşık 1700 kişi hayatını kaybetti. Nisan ayındaki iki büyük felaketin ardından AB yetkilileri toplandı. Ölenler için saygı duruşu ile başlanan toplantıda, ölüm saçan sınır güvenliği politikaları için daha fazla destek verilmesi gerektiği sonucuna vardı.
AB’nin Akdeniz sınırları deyim yerindeyse, ölüm saçıyor. Son 10 yıldır 25.000’e yakın (sadece geçen yıl 4000) insan Avrupa’ya geçmeye çalışırken denizde boğuldu. Yani, kıyılarına sevinçle gittiğimiz Akdeniz, aslında dünyanın en büyük mülteci mezarlığı haline gelmiş durumda. Her yıl binlerce insan, belki de hayatlarında ilk kez gördükleri veya girdikleri denizde umutlarıyla birlikte hayatlarını kaybediyorlar. “Yetkililer” ise izlemeye devam ediyorlar. Akdeniz’in soğuk sularına gömülen, dibe batan aslında insanlıktır, daha da özelde Avrupa değerleridir.
AB’nin sınır güvenliğini ifade etmek üzere “Kale Avrupası” (Fortress Europe), nicedir kullanılan bir kavram. Bir kalenin aşılmaz duvarları, geçilmez hendekleri gibi yüksek güvenlik önlemlerini kullanıyor. Göç planlaması yapan ve düzenli olarak göç alan AB, yasadışı girişlere göz açtırmıyor. Avrupa Birliği Sınır Güvenlik Birimi Frontex adeta küçük bir ordu gibi görev yapıyor. Frontex 2010’dan beri Türkiye – Yunanistan sınırında da görev yapıyor.
“Kale Avrupa” projesi
“Kale Avrupası” anlayışına göre, iç sınırların geçirgenliği artarken dış sınırların geçirgenliği azami derecede azaltılıyor. Bir de bunların yanında, AB kendisine sığınanları durdurmak için Libya, Fas, Türkiye ve Ukrayna gibi üçüncü ülkelerle farklı şekillerde işbirliği yaparak bu ülkeleri tampon bölge olarak kullanmak istiyor. Türkiye ile AB arasındaki “geri kabul antlaşması”veya “sınır izleme kapasitelerini güçlendirme” konusunda yapılan hibeler de bunu sağlamaya yöneliktir.
Avrupa’ya düzensiz göç edenlerin yaklaşık yüzde 70’i, çatışmaların ve yaygın insan hakları ihlallerinin yaşandığı Suriye, Irak, Eritre, Afganistan ve Somali’den gelen insanlardan oluşuyor. Bu ülkelerden kaçanların büyük bir çoğunluğu ise açık bir biçimde, ülkelerindeki yaygın şiddet ortamından veya zulümden kaçıyorlar. Bu kişiler ilk bakışta uluslararası koruma ihtiyaçları bulunan yani mültecilik koruması kapsamında olan kişilerdir. Bu insanların çoğu, ekonomik nedenlerle değil, hayatta kalabilmek, zulüm görmemek için bu yolculuğa çıkıyorlar.
Gerçek şu ki, AB sınır politikaları her yıl binlerce insanın ölümüne neden oluyor. İnsan hakları, özgürlükler, hümanizm gibi değerlerle övünen AB, savaş ve yoksulluktan kaçan ve kendisine sığınan insanları, insan yerine koymuyor.
Çok gerilere, sömürgeci dönemlere gitmeye de gerek yok. Irak, Afganistan, Somali, Libya, Suriye gibi dünyanın en çok mülteci üreten ülkeleri, AB üyesi ülkelerin olduğu koalisyonlar tarafından, askeri müdahalelerle işgal edildi. İşgal edilen bu ülkeler, eskisini aratacak şekilde ölüm, yoksulluk, istikrarsızlık ve iç silahlı çatışmalara boğuldular. Askeri müdahaleye maruz kalan ülkeler adeta felç geçirip bitkisel hayata girdiler. AB ülkeleri bu işgallerde doğrudan yer alarak politik olarak elbette sorumludurlar. Ama öncelikle insani olarak sorumludurlar.
Suriye’de devam eden iç savaştan kaçan milyonlarca mülteci komşu ülkelere, özellikle Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e sığındı. AB ülkeleri ise Suriye’deki bu insani felakete uzak kalmayı ve adeta sorumluluk almamayı tercih etti. Şimdiye kadar AB’nin 27 ülkesinin Suriyeli mültecilere yaptığı insani yardım komik derecede düşük; kabul ettiği Suriyeli mülteci sayısı ise komşu üç ülkenin (Türkiye, Lübnan ve Ürdün’ün) kabul ettiği mültecilerin sadece yüzde 4’üne yakın bir rakama denk geliyor.
AB sorumsuzluğu
Başta AB olmak üzere gelişmiş ülkeler, düzensiz göçe karşı şiddetle karşı çıkan radikal politikalar yürütüyorlar. Ancak, gerçekte bu düzensiz göçten beslenmeye ve faydalanmaya da devam ediyorlar. Göçmenlerin, ucuz iş gücü, nüfusun gençleşmesi, kültürel çoğulculuk gibi konularda ciddi faydaları olduğunun tabiî ki farkındalar.
Diğer yandan, Avrupa’da yabancı düşmanlığı yapan sağcı siyasi partilere de ciddi destek var. Yükselen ırkçı hareketler veyabancı düşmanlığı, zor şartlar altında Avrupa’ya sığınmış insanların durumunu kötüleştiriyor.
AB, göç politikası ve sınır güvenliği için milyarlarca Euro harcıyor. Bu politikanın düzensiz göçmen ve mülteci hareketlerini durdurmada pek etkili olmadığı da açık. Maalesef, her yıl binlerce insan bu yolda hayatını kaybediyor. AB, mülteciler konusunda, kendi ilke ve değerlerini yok sayıyor ve sınırlarında yaşanan ihlalleri görmezden gelmeye devam ediyor. Kısacası AB üyesi ülkeler, insani yükümlüklerini yerine getirmiyor ve insan hakları yükümlülüklerini ihlal ediyorlar.
İnsanları göç etmek zorunda bırakan sebepler ortadan kalkmadan göç bitmez. Doğrusu siyasi olaylar, savaş, çatışma, zulümler ve yakın gelecekte iklim değişiklikleri insanları yerinden yurdundan etmeye devam edecek, insanlar başka yerlere sığınmaya devam edecekler.
Zulüm altında olan kişilerin başka yerlere sığınması, temel bir haktır. Esasen sığınma bir tercih değil, mecburiyetten kaynaklanmaktadır.4 yıl önceki Suriye’yi veya Ukrayna’yı göz önüne alarak şunu da eklemek gerekir:Hiç kimse kendisini sonsuz olarak güvende hissetmesin, herkes bir gün mülteci olabilir.
Dünyadaki mevcut düzen değişmedikçe, göç ve mültecilik konusu ve buna bağlı sorunlar değişmeyecektir. Sınırların yükseltilmesi, sınır ordularının kurulması buna engel olamayacaktır. Bu konuyu çözüme kavuşturmanın ilk adımı gelişmiş ülkelerin, insani felaketler karşısında siyasi ve insani sorumlulukları üstlenmesidir.
Akdeniz’de yeni mülteci dramlarını önlemek için AB boş sözleryerine, ilk adım olarak, sorumluluk alması ve Türkiye, Lübnan, Ürdün, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde birikmiş olan Suriye, Irak, Somali, Afgan, Eritre ve Filistin kökenli mülteciler için kısa vadeli çözümler geliştirmesi gerekiyor.
AB, Akdeniz’deki insanlık dramını önlemek için, uzun vadede insanların göç nedenlerini ortadan kaldırma sorumluluğunu yerine getirmelidir. Avrupa ülkeleri, başka ülkeleri silahlandırmak, baskıcı yönetimleri desteklemek yerine etnik, ulusal, dinsel çatışmaları hızlı ve sonuç verici bir şekilde barışçıl şekilde çözmeyi esas alması gerekiyor.
Biraz da iğneyi kendimize batıralım. Ege Denizi’nde veya Karadeniz’de boğulanlar, sınırlardan geçerken vurulup hayatını kaybedenler, tır dorselerinde havasızlıktan boğulanlar haber kalabalığı arasında kaybolup gidiyorlar. Gördüğü zulüm nedeniyle ülkemize sığınanların sınırdışı edilerek zulüm görecekleri yere gönderilmeleri ya da aylarca (bazen yıldan fazla) geri gönderme merkezlerinde gayriinsani koşullarda hapis tutulmaları konusundaki sorunlar, mülteciler için hala ciddi sorunlar olarak varlığını muhafaza ediyor.
‘Varış’ ülkesiyiz
Türkiye öteden beri coğrafi konumu nedeniyle Avrupa’ya geçenler için bir köprü vazifesi görüyordu. Şimdilerde ise, daha çok sığınılan (varış) ülkesi durumunda. Birleşmiş Milletler verilerine göre şu an dünyada en çok mülteci barındıran ülke Türkiye. Başta 2 milyona yakın Suriyeli olmak üzere, Iraklı, İranlı, Afgan ve diğer Asya ve Afrika’dan gelen mülteci, hayatta kalabilmek için Türkiye’ye sığınmış durumda. Yabancılar ve mülteciler için yeni kanuni düzenlemeler, AFAD’ın ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün yoğun çalışmalarına karşılık, eksiklerimiz de az değil. Özellikle mülteciler için uzun vadeli ve kalıcı çözümlere, koruyucu hukuksal statülere ihtiyaç var. Bunun için de Türkiye’nin iltica ve göç konusundaki soğuk savaş dönemine ait alışkanlıkları terk etmesi, güvenlik öncelikli politikaları esnetmesi; göçü planlayan ve düzenleyen politikaya geçiş yapması, göçten faydalanan bir ufka sahip olması gerekir.
Dahası, “mağripli çocuklara” acımamız, üzülmemiz için onların Akdenizin sularına gömülmelerini beklemeye gerek yok. Yanı başımızda, İstanbul’da mesela tarlabaşında hayata tutunmaya çalışıyorlar ve sırf yabancı ve Afrikalı oldukları için bazıları tarafından 3. sınıf insan muamelesi gördüklerini de unutmayalım.