Prof. Dr. Burhanettin Can’ın Milli gazetedeki “İhtilâf Ahlâkını İnşa Etme Sorumluluğu – 3: Tefrikaya dönüşmeyen ihtilâflar rahmettir” başlıklı yazısı..
“Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar”. (Hakikat kıvılcımı, fikirlerin çatışmasından doğar) Namık Kemâl
Giriş
Geçen yazıda, ihtilâfların tefrikaya dönüşmesinin ana nedeni olan heva’nın ilâhlaştırılması konusu ele alınmıştı.
Bu yazıda, tefrikaya dönüştürülmeyen ihtilâfların, gelişim ve değişimin esasını meydana getiren bir rahmet olduğu konusu ele alınıp değerlendirilecektir.
“İhtilâf/Farklı Oluş, Genişlik ve Rahmettir”
İnsanların genetik kodlaması, içinde yaşadıkları sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevre ve kendi okuyup öğrendikleri, insanın düşünce ve davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Bu üç ana faktörde meydana gelen değişim ve bunun insanlar üzerindeki etkilerinin farklı oluşu, doğal olarak insanlar arasında etkileşimi farklılaştırmaktadır. Genetik kodlarımızda var olan farklılıklar, aynı derinlikte, aynı hassasiyette ve eşdeğer hassasiyette düşünmemize manidir. Bu da, ihtilâfların/farklılıkların doğal olarak meydana çıkmasına sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla dinin tabiatı, dilin yapısı, insanların tabiatının, yeteneklerinin, iradelerinin, becerilerinin, içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel çevrenin farklı oluşu, onların düşüncelerinin ve düşünce üretme kapasitelerinin farklı oluşuna/ihtilâfına neden olmaktadır. Bu nedenle insanlar arasındaki ihtilâf/farklı düşünme, yaradılış kanunlarının/ilâhî sünnetin doğal bir sonucudur.
İnsanlarda yaradılıştan gelen bu farklı oluş, bir boyutu ile insanlığı daha iyiye, güzele, doğruya götürebilirken; diğer boyutu ile kin, nefret ve düşmanlık girdabında felakete de sürükleyebilir. Sorun, ihtilâfların/farklılıkların var olmasında değil; ihtilâfların tefrikaya; onun da, fırkalaşmaya/hizipleşmeye, kavgaya, savaşa ve kaosa dönüştürülmesindedir.
Bünyemize yaradılıştan yerleştirilen ihtilâf etme eğilim ya da yeteneği, bizi, hangi durumlarda iyiye, güzele, doğruya, gerçeğe, hakka, kardeşliğe yönlendirir; hangi durumlarda kötüye, çirkine, yanlışa, batıla, kaosa, düşmanlığa götürür. İkinci ihtimalin vuku bulması, heva’nın ilâhlaştırılmasının bir sonucudur. Geçen haftaki yazıda bu konu ele alınmıştı.
İnsanlar arasındaki ihtilâf/farklı düşünme, ilâhi yasanın bir sonucu ise, bundaki sır ve hikmet nedir? Suyuti’nin, Camiu’s-Sağir’inde zikrettiği “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” (1) hadisi, yasanın sırrını açıklamaktadır. Nevevi’nin ‘Kırk Hadis’inde zikrettiği aşağıdaki hadis, ihtilâfın rahmet olarak nitelendirilmiş olmasına bir açıklık kazandırmaktadır (1):
“Allah bazı sınırlar çizmiştir ki, o sınırları aşmayın. Bazı şeyleri farz kılmıştır, onları terk edip ihmal etmeyin. Bazı şeyleri haram kılmıştır, onlara el uzatmayın. Bazı şeyler hakkında –unutmaksızın yalnızca size rahmet olması için sükût etmiştir. Onların da ardına çok düşerek karıştırmayın.”
Yukarıdaki iki hadisi anlam olarak destekleyen diğer bir hadis de, Ebu Derda tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadis, ihtilâfı, Allah’ın bir “lütfu ve bağışlaması” olarak nitelendirmektedir (1):
“Allah Resulü: Allah’ın kitabında helâl kıldıkları helâl, haram kıldıkları da haramdır. Hakkında hiçbir hüküm bildirmeyip sükût ettiği şeyler ise O’ndan bir lütuf ve bağışlamadır. Allah’tan afiyetini isteyin, zira Allah hiçbir şey unutmaz” buyurdu ve şu ayeti okudu: “Senin Rabbin unutkan değildir.” (Meryem. 64).
Bu hadislerde Allah tarafından konulara açıklık getirme noktasında üç farklı durumun var olduğu görülmektedir: 1- Helâl sınırları belirtilmiş, 2-Haram sınırları belirtilmiş, 3- Allah’ın hüküm bildirmediği, açıklık getirmediği bazı konuların varlığı.
Dikkat çekici olan, açık hüküm olmayan konularla ilgili olarak Hz. Peygamberin “rahmet”, “lütuf ve bağışlanma” kavramlarını kullanmış olmasıdır. Allah, ana konularda, ana frekanslarda, helâl-haram, hak-batıl, tayyip-habis, hasene-seyyie, maruf-münker ve adalet-zulüm düzleminde, olmazsa olmazları açıklamış; geri kalanlar konusunda, ana frekanslarla çatışmayacak, tezat teşkil etmeyecek şekilde fikir ve düşünce üretmeyi insanlara bırakmıştır. Böylece insanlık tarihi boyunca değişen, şartlara uygun olarak insanların fikir geliştirmesine, çözüm bulmasına, âlimlerin içtihat yapmasına imkân vererek insanlara “lütufta” bulunmuştur. Ömer b. Abdulaziz’in sahabe ile ilgili; “Sahabe ihtilâf etmeseydi, ben buna sevinmezdim. Onlar ihtilâf etmeselerdi, bize ruhsat kapıları da kapanmış olurdu.” (1) demiş olmasının manası da bundan başka değildir.
Allah’ın Kâinat Ayetlerini İnsanların Farklı Anlaması
İnsanların, âlimlerin, düşünürlerin farklı bakış açılarına sahip olması, bir zenginliktir. Bu, daha iyiye, güzele, doğruya gidişi sağlayabilir; değişen şartlara uyum imkânı verebilir. Ayrıca herkes, bir olayı aynı şekilde anlama, hatta anlayabilme imkânına ve kapasitesine sahip değildir. Kur’an’ın değişik vesilelerle insanlara sunduğu bazı ayet ve kıssalarda, bu durumu rahatlıkla görebilmekteyiz. Rum süresinin 20’den 32’ye kadar olan ayetlerinde, Allah kâinatta var olan bazı durumların Allah’ın birer ayeti olduğunu belirtirken, bunların anlamada, insanlarla ilgili özel bir sınıflandırma yaptığı görülmektedir. 20. ayette ‘insanların topraktan yaratılmış’ olması, ‘Allah’ın ayetlerindendir’ denilmektedir. 21. ayette, insanların ‘sükûn bulup-durulması için, kendi nefislerinden eşler yaratılması ve aralarında bir sevgi ve merhamet kılması da, O›nun ayetlerinden’ olduğu ifade edilmektedir. Devamında, ‘hiç şüphe yok bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.’ denilerek ayetin anlaşılabilmesini, düşünebilen insanlara hasretmektedir.
Düşünmeyenlerin bundaki sırrı anlama imkânı söz konusu değildir. 22. ayette, ‘Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerin ve renklerin farklı ve değişik olması da’, Allah’ın bir ayeti olduğu belirtilmektedir. Ancak bunu âlimlerin anlayabileceklerine vurgu yapılmaktadır. 23. ayette, insanların ‘gecede, gündüzde uyuması ve lütfundan nasip araması Allah’ın bir ayeti’ olduğu belirtildikten sonra; bunu anlayabileceklerin, ‘ işitenler’/işitebilenler’ olduğu ifade edilmektedir. 24. ayette Allah’ın ‘bir korku ve umut (unsuru) olarak şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinin’ bir ayet olduğu; fakat bunu, ‘aklını kullanabilecek olanların’ anlayabileceği ifade edilmektedir. 25. ayette, ‘Göğün ve yerin Allah’ın emriyle bir düzen içerisinde ayakta durması da, Allah’ın bir ayeti’ olduğu belirtilmektedir.
Bütün bunların devamında 28. ayette Allah’ın, ‘aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri birer birer açıkladığına’ özel bir vurgu yapılmaktadır. Ayetler incelendiğinde ayetlerin konusuna uygun olarak bunları anlayabilecek insanlar da özel olarak zikredilmektedir: 1- Düşünebilenler, 2- Âlimler, 3- İşitenler/işitebilenler, 4-Aklını kullanabilecek olanlar.
Dolayısıyla farklı konuları farklı insanların anlayabilmesi, ihtilâfın/farklılığın doğasını oluşturmaktadır. Böyle bir tasnif yapılmış olmasının nedeni, ayetlerin konusu ile ilgili kişilerin gerekli bilgiyi edinme veya üretme kapasitesinden dolayı olabilir. Nitekim bir sonraki ayette; zalimlerin, herhangi bir bilgiye dayanmayıp, gerçeği saptırmalarının nedeninin, hevaya uymaları olduğuna vurgu yapılmaktadır (30 Rum 29). Hevaya uymamak için fıtrata, fıtrat dinine yönelinmesi Allah tarafından emredilmektedir:
“O halde (Ey Peygamber ve Peygamber’e uyanlar) yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din (budur); fakat insanların çoğu bilmezler.”(30 Rum 30).
Ancak Allah, fıtrat dinine yönelme noktasında bir sonraki ayette (30 Rum 31) dört noktaya dikkat çekmektedir: 1-’Gönülden katıksız bağlılar’ olunması, 2-Allah’tan korkup-sakınılması, 3- Namazın dosdoğru kılınması, 4- Müşriklerden olunmaması. Aksi takdirde ihtilâflar, tefrikaya; tefrika fırkalaşmaya; fırkalaşma da dini paramparça etmeye sebep olacaktır.
“Kendi dinlerini fırkalara ayıranların kendileri de parça parça olmuşlardır; her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.” (30 Rum 32).
Sosyal Hadiseleri Anlamada Farklı İnsan Unsurunun Mevcudiyeti
Tabiat olaylarını anlama, değerlendirme ve yorumlamada insanlar nasıl farklılık gösteriyorsa; sosyal hadiseleri de anlama, değerlendirme ve yorumlamada da farklıdırlar. Bu konuda Kur’an’da verilen ilginç örneklerden biri de, Karun olayıdır (28 Kasas 76-84).
Karun, Musa›nın kavminden olup, aşırı zenginlikten dolayı azgınlaşmış, müstekbir ve müstağnileşmiş biriydi (28 Kasas 76). Karun’un bu tavrı, halkı tarafından iyi karşılanmadığı için ona «Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.» «Allah›ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah›ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama/arzulama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.» şeklinde nasihatte bulunmuştur (28 Kasas 76, 77). Karun, halkının kendisine yaptığı bu nasihatlere; «Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.» tarzında bir cevap vermiş, şımarıklığında ve müstekbirliğinde ısrarcı olmuştur (28 Kasas 78).
Ayetlere göre Karun’un bu aşırı zenginliğini, anlama, yorumlama ve değerlendirmede iki farklı insan unsurunun varlığına Kur’an dikkat çekmektedir (28 Kasas 79-80): 1- “Dünya hayatını istemekte olanlar”, 2- Kendilerine ilim verilenler.
“Dünya hayatını istemekte olanlar”, Karun gibi olmayı arzu ederlerken (28 Kasas 79); “kendilerine ilim verilenler” ise bu şekilde bir zenginliğin hayırlı olmadığını ve sahibine hayır getirmeyeceğini ifade etmektedirler (28 Kasas 80). Karun’un elindeki tüm imkânlarla birlikte helâk edilmesi durumunda, “Dünya hayatını isteyenlerin büyük pişmanlık duymaları; sosyal hadiseleri anlama, yorumlama ve değerlendirme noktasında insanların doğal olarak farklılık göstereceği anlamına gelmektedir. İlim erbabının yorumları ve değerlendirmeleri ile dünya hayatını isteyenlerin yorumlama ve değerlendirmeleri ihtilâflı/farklı olacaktır. Bu olayda ilim verilenler ile dünya hayatını isteyenler arasındaki ihtilâfın nasıl seyrettiğine ilişkin bir bilgi verilmemektedir. Ancak Karun’un helâk edilmesi ile birlikte, dünya hayatını isteyenlerin kanaatleri değişerek ilim verilenlerin kanaatlerine gelmiştir. Bu durumda, ihtilâfların, tefrikaya dönüşmeyerek, gerçeğe ulaşıldığı söylenebilir. O gün yaşayanlar için, Karun olayında fiilen vuku bulan helâk olayı söz konusudur. O günü yaşamayanlar için, bu tür Kur’an kıssalarının hatırlatılması ile ihtilâfların, tefrikaya dönüşmesi engellenebilir. Dünya hayatını isteyenler ile ilim verilenler arasındaki ihtilâf, gelecek nesillerin daha dikkatli davranıp ders almaları anlamında hem bir rahmet, hem de Allah’ın bir lütuf ve bağışlaması olarak yorumlanabilir.
Sonuç:
İhtilâfların, tefrikaya dönüştürülmemesi için; iman edip sâlih amellerde bulunan, sabreden (28 Kasas 80), büyüklenmeyen, şımarmayan, fesatçı olmayan, iyilik yapan muttaki olan, insanlara/topluma, özellikle de ulemaya ihtiyaç vardır (28 Kasas 83, 84).
Bu konuda İmam Malik ile Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur arasında geçtiği rivayet edilen bir görüşme, hayatî önemi haiz olup, ihtilâf ahlâkının inşa edilmesinde bir usul ortaya koymaktadır: “Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur, İmam Malik’in yazmış olduğu Muvatta’nın, Abbasi devletinin kanun kitabı olmasını, bütün tebasınınMuvatta’daki hüküm ve görüşlerle amel etmesini, diğer tüm içtihat ve reylerin lağvedilmesini istemiş ve bu konuda İmam Malik’e, “Ben, yazmış olduğun kitabı çoğaltarak tüm Müslüman şehirlere gönderip, insanların bu kitaptakilerle amel etmelerini, diğer kitapları terk etmelerini istiyorum” demişti. İmam Malik, Mansur’a, “Bunu yapma, ey müminlerin emiri! İnsanlara daha önceden pek çok görüş aktarılmış, değişik hadis ve rivayetler gelmiştir. Tüm kavimler kendilerine gelen nasslara göre davranıyor. Her millet kendine gelen içtihat, rey ve görüşlere göre amel etsin. Onları bırak, rahatça istedikleri görüşe devam etsinler!” demiştir” (1).
Bu hadisenin, biraz daha farklı bir şekilde İmam Malik ile Halife Harun Reşid arasında geçtiğine ilişkin bir rivayet daha vardır. Harun Reşid, Muvatta’nın Kâbe’nin duvarına asılmasını ve insanların bu kitabın içindekilerle amel etmesini istiyordu. İmam Malik ise ona, “Böyle yapma! Çünkü Peygamberin ashabı, teferruatta ihtilâf etmiş ve her biri değişik beldelere sünneti taşımışlardır” demiştir. Bunun üzerine Harun Reşid de ona “Allah seni muvaffak kılsın” demiştir. (1)
Önemli olan, ihtilaflı konularda nefsî davranmamaktır. İçinde bulunulan şartları göz önüne alarak hareket etmektir. Farklılıkları tezada dönüştürüp, tefrikaya ve fırkalaşmaya sebebiyet vermemektir. Halk arasında ciddi kargaşaya, tefrikaya sebebiyet verecek tutum ve davranışlardan kaçınmak ve yeni tefrika konuları ortaya çıkarmamaktır.
Ve;
“Namık Kemâl: Çıkar asar-ı rahmet, ihtilâfı-ı rey-i ümmetten”.
(Hayırlı eserler, ümmetin fikir ayrılığından ortaya çıkar).
Kaynaklar
1- Karadâvî, Y., İhtilaf ve Tefrikalar Karşısında İslâmi Tavır, Nida Yayıncılık, İstanbul, 2014, ss. 68-80.