Gökhan Özcan Yenişafak gazetesindeki yazısında: “Hakikatten nasibi olmayan kişi beyhude tutuşan bir kibrit çöpü gibidir; kendi karanlığının içine bir tek kandil uyandırmadan öylece yanar geçer.” diyor.
Çok yürümüş, çok uzaklaşmış, başlangıçta hiç ummadığımız, hiç beklemediğimiz yerlere varmış, sürüklenmiş, savrulmuş olabiliriz ama unutmuş, unutabilmiş değiliz. Bizi ilk bulunduğumuz yere çağıran bir yorgunluk, bir sızı, hiçbir şeyle dindiremediğimiz bir hasret var içimizde. Hiçbir zaman tam olarak yerlisi olamadığımız, içimizin hiçbir zaman tam olarak ısınamadığı, alışamadığı yeni yerlerden bizi durmadan geri çağıran bir ilk yer, bir başlangıç noktası var. Daha ilk adımı atmakla gurbetine düştüğümüz bir öz vatanımız var. Bir şey var; zaman bizi hangi kılıklara sokmuş olursa olsun, bizi kendi halimizle gören, bilen ve sadece bize ait olan sırrı hiç ara vermeden kulağımıza fısıldayan bir şey var. Ve biliyoruz ki o şey, sonradan bulaştığımız, yaşadıkça içine karıştığımız ve sanki parçasıymış gibi göründüğümüz başka her şeyin yabancısı kılıyor bizi!
“Bazen hatıralar o kadar işgal ediyor ki kafamın içini” dedi beyaz saçlı adam gözlerini hiç açmadan, “sanki şimdiki zaman hiç yaşanmadan boşa gelip geçiyor!”
Geçmiş, artık hiç içinde olamadığımız ama hep içimizde olan şeylerin, her işittiğimizde canımızı yakan ortak adı…
William Faulkner, “Geçmiş asla sona ermez, hatta geçmez bile” diyor birkaç kelimenin omuzlarına yüklediği bir sarsıcılıkla. Faulkner haklı geçmiş geçmiyor, eğirilen yün gibi bir yumakta birikip duruyor. Peki geçen ne o halde? Gelecek! Durmadan ucundan kemirdiğimize göre, eksile eksile sürekli azaldığına göre, geçen sadece ‘gelecek’!
“Sence insanlar bir gün zamanda yolculuk yapabilecekler mi?” diye sordu meraklı olan. “Şimdi ne yaptıklarını sanıyorsun!” dedi gülümseyerek meseleyi kendince çözmüş olan.
Noktası uyuyakalmış bir cümlenin virgülü lafı elbette uzatır, hayat böyle!
Jules Verne’nin ‘Seksen Günde Devrialem’ini elinde evirip çevirip “Ne kadar uzun sürmüş!” diye mırıldandı biraz önce kitapçıdaki huysuz çocuk.
Sanki dünyaya solgun bir fotoğraf çerçevesinin içinden bakıyor ve eskimelerine izin vermemek için hayatının bütün renklerini iç ceplerinde saklıyordu.
Saatlerin tıkırtılarına sağırlaşmamıştık henüz; bir gün saatimizi kurmayı unutsak, sanki o gün, akreple yelkovanın mecalinin tükendiği anda hayat duruverecekmiş gibi geliyordu hepimize.
Hakikatten nasibi olmayan kişi beyhude tutuşan bir kibrit çöpü gibidir; kendi karanlığının içine bir tek kandil uyandırmadan öylece yanar geçer.
Hiçbir gökkuşağının bilmediği renkleri bilen, o renklerle nice gönül nakışları işleyen insanlar da var.
“Yandır beni yandır beni, aşk meyine kandır beni/ Sarhoş edip döndür beni, mestanın olayım senin./ Al bende benlik kalmasın, kimseler hâlim bilmesin/ Nâm ü nişânım kalmasın, pinhânın olayım senin./ Bu can kuşun sana uçur, aşk meyinden bana içir/ Bu tâc ü hırkadan geçir, üryânın olayım senin” buyuruyor Seyyid Nizam Hazretleri, rahmet olsun.
Yanıp kavrulduysan şu bitmeyen hasretten; şikayeti bırak, say geriye kesretten!
“Sanma ki pek çoksun” dedi meczup, “aslında hiç yoksun!”