Akif Emre’nin Yenişafak gazetesindeki yazısı..
Tarihi Hayber Geçidi’ne açılan düzlükte kurulu Peşaver, ağırlıklı Peştun nüfusuna rağmen Afganistan’a mı Pakistan’a mı ait olduğuna karara verememiş bir şehir görünümündeydi. Hayber Geçidi’ni aşarsanız Afganistan’a ulaşırsınız. Yahut büyük İskender’in takip ettiği yolu izlerseniz Hindukuşlar’ı aşıp Hind kıtasına doğru İndus Vadisi size açılır.
İşte Afgan dağlarının ikiye böldüğü bir coğrafyanın parçalayamadığı etnokültürel yapını devamı Peşaver. İngiliz sömürgeciliğinin sona ermesiyle jeostratejik mayınlı alanlardan biri olarak kalacaktı. Durrand hattı ile Pakistan Afganistan sınırı çizilecekti.
Peşaver, zihnimde hep toz toprak içinde tezatlar görüntüsüyle canlanır. Bir yanda İngiliz bahçeciliğine özenilmiş geniş çimenli bahçelerle alabildiğine sterilleştirilmeye çalışılan resmi binalar. Diğer tarafta geleneksel toprak damlı evleri akla getiren iç içe avlulu evlerden oluşan şehrin meskun kısımları. Her türlü trafik kuralının özgürce çiğnendiği caddelerde çift hörgüçlü öküz arabaları ile lüks Mercedeslerin yayalardan artakalan kısımda yol almaya çalıştığı caddeler… Uyulan tek kural trafiğin soldan akıyor olması.
Şehrin kenar mahallelerinde Afgan koloni olarak bilinene kesimde hali vakti yerinde olan (!) Afgan muhacirlerin barındığı ayrı bir dünya vardı. Her türlü politik dedikodunun, en son cephe bilgilerinin, hizipler arası dağılan ve kurulan ittifak haberlerinin, Ruslarla yapılan çarpışmalar kadar hizipler arası çatışmaların öbek öbek toplanmış devasa sarıklarıyla insanların ihtişamlı gölgelerinde sessiz konuşmaları…
Dünyanın bir süper gücüne karşı kafa tutan iri yapılı muhteşem görünümlü Afgan mücahidlerinin bu denli kulisin daha doğru ifade ile dedikodunun peşinde koşuyor olmasını insan tahayyül edemiyor. Dillendirilmiş hiç bir söz, hiçbir fısıltı karşılıksız kalmaz, mutlaka bir muhatabı olur, siyasi denklemde bir karşılık bulurdu.
İşte böyle bir atmosferde sonbaharın artık kışa dönüğü, havaları iyice soğuduğu günlerden birindeydi. Dönemin en güçlü mücahid liderlerinden biri, Gülbeddin Hikmetyar ile ilk karşılaşmamız. Hizb-i İslami’nin merkez olarak kullandığı binalardan birindeydi. Akşam namazı vakti girmiş, cemaatle namaz kılmıştık. O coğrafyanın en iri kavimlerinden biri olan Peştun olmasına rağmen pek de yapılı olmayan, zayıf sayılacak görünümüyle bir gerilla liderinden çok okul kantininde üslenmiş üniversiteli bir militan izlenimi veriyordu.
İlk dikkatimi çeken husus, duygularını, düşüncelerini ele vermeyen gizemli bir duruşu olmasıydı. İlk intibalarıma hep güvenmişimdir: Bu adam olduğundan çok fazlasını saklıyor. Orta uzunluktaki boyu kadar görünmeyen bedeni de vardı sanki. Röportaj talebim daha önceden iletildiği için sorular da hazırdı. Hazırladığım sorulara daha sonra tekrara göz gezdirdiğimde gazetecilik gereği merak uyandıran, dikkat çekecek çarpıcı sözler almaya yönelik sorulardan çok sosyolojik bir araştırmanın bir yapıyı anlamaya yönelik soruşturmalarına daha çok benzediğini fark edecektim. Nitekim benzer soruları dönemin önemli figürlerine de yöneltmiş, böylece karşılaştırma imkanı bulacağımı ummuştum.
Kısık sayılabilecek yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu. Dönemin en radikal örgütlerinden biriydi. Keskin sloganları vardı. Antiemperyalizm, özgürlük mücadelesi, cihad, Ruslar kadar Amerikan karşıtı vurguları hayli etkileyici geliyordu. Duymaktan hoşlanacağım söylemler bakımından yeterince tatmin edici idi. Burhaneddin Rabbani’nin bir medrese yada üniversite hocasını çağrıştıran tarzının aksine sahada ne yaptığını bilen kararlı, tavizsiz bir mücahid lider portresi çiziyordu. Nitekim Afgan örgütleri içinde de en etkili olanların başında idi.
Rabbani ise daha halim selim, terbiye, irşad ve cihaddan bahseden bir tebliğci gibiydi. Mücahid liderinden çok alim tarzıyla, kuşatıcı üslubuyla farklı etnik grupları bünyesinde toplayabilmişti. Sahada kuşkusuz en büyük gerilla lideri olan Şah Mesud onun saflarındaydı yani Cemaati İslamiye’ye mensuptu.
Zamanla yapının içine nüfuz ettikçe etnik ve kültürel farklılıkların mücadelede nasıl etkili olduğunu, dönemin heyecanı içerisinde idealize etmeye yatkın olduğumuz bir hareketin sosyolojisini okumak için dikkate alınması gereken farklı etkenler olduğunu yavaş yavaş keşfedecektim.
Bunca paramparça yapının nasıl olup da hala devam ettiğini, liderlerin neden birbiriyle uzlaşamadığını anlamak için biraz daha büyümem, insanı, toplumları ve en önemlisi tarihi keşfetmem gerekecekti.
Bunca paramparçalığına rağmen Afganistanlılar tarihleri boyunca olmadığı kadar ittifak içinde olabildikleri bir dönem yaşıyorlardı. Tarihin ironisi miydi bu hal… Her şeye rağmen ortak düşmanları vardı. Hedef Afganistan’ı komünist işgalden kurtarmaktı. Zaman zaman Hizipler arası çatışmalar yaşansa da bu da bu tür örgütlenme ve mücadele tiplerinde rastlanacak arızlar gözüyle bakılıyordu.
Hikmetyar sorulara sakin sakin cevap veriyor, en keskin söylemleri bile kısık sesiyle dillendiriyordu. Hedefleri neydi, nasıl örgütlenmişlerdi, nerelerde etkindiler, ilk harekete nasıl başlamışlardı gibi genel sorulara verdiği cevaplarda resmi tarih söylemini tekrarlıyor izlenimi veriyordu. Zira her mücahid grubu kendine göre bir mücadele tarihi yazıyor, kendine göre kronoloji çiziyordu. Daha sonra karşılaştırdığım bu söyleşilerden farklı Afgan cihadı fotoğrafı çıkıyordu. Bunca farklı etnik ve lingüistik grubun oluşturduğu bir özgürlük mücadelesi içinde anlaşılabilir bir durumda. Dünyanın en fakir ülkesinde devletlerin “büyük oyun”u sergileniyordu. Silahı ve aşiretini her şeyin üstünde tutan Patan savaşçılarının dağlarda söylediği marşla ovadakiler ne çok farklıydı.
Şah Mesud Pençir’den hiç ovaya inmeyecek, savaşan farklı mücahid gruplarını birleştirerek Ruslara karşı en etkili mücadeleyi ve liderliği tesis edecekti. Muhtemelen Afgan karakterindeki o zaafı iyi bilen Şah Mesud Peşaver’in kulis kokan ortamından alabildiğine kendini uzak tutacaktı. Cemaati İslami’nin merkezinde de Burhneddin Rabbani kadar onun posterleri göze çarpıyordu.
Hizb-i İslami’ye bağlı birimlerde, mücahid merkezlerinde, diğerlerine göre gözle görülür bir disiplin ve örgütlülük havası hemen dikkati çekiyordu. Hikmetyar’ın örgütçü yapısı ve mücadeleye erken başlaması daha organize, daha disiplinli bir hava vermişti.
Zaman geçecek yıllar sonra Ruslar Kabil’den çekilecek soğuk savaş bitecekti. Ama bu kez mücahidler arası sıcak savaş başlayacaktı.
Bu sıcak savaşın en önemli taraflarından birinin Hikmetyar olacağı o zamanlar hayal bile edilemezdi. Kabil kurtarılmış ama liderlerin egolarına yenik düşmüştü. Ve sonu gelmeyen çatışmalar… Ölüme bu denli yakın Afganlar bile bu tür ölümden korkmuştu.
Mücadelenin en zor günlerinde özellikle Hikmetyar saflarındaki genç, okumuş, belli düzeyde dünyaya vakıf mücahid komutanları ideallerinden, çizgilerinden şüpheye düşmeye başlayacaklardı. Yıllar sonra resmi görevli olarak yurtdışında karşılaştığımda gözlemlediğim zihinsel kırılmalar, belki de bu çatışmaların bedeliydi…
Sonuçta Pakisitan’ın da önemli desteğine sahip Hikmetyar, geri adım atmadı ama Pakistan zamanla verdiği desteğini çekerek başka aktörlerle iş tutmaya başladı. 11 Eylül’den birkaç gün önce Şah Mesud bir suikaste kurban gitti. Ama geride bir mücadele çizgisi miras bıraktı. Burhaneddin Rabbani her zamanki munis ve uzlaşmacı tutumuyla 11 Eylül sonrası süreçte rol almaya çalıştı. Siyasi aktör olamadı ama Afganistan’ın daha fazla parçalanmaması için uzlaştırıcı rol oynamaya çalıştı. Ve o da bir bombalı suikaste kurban gitti. Hikmetyar bildiğinden geri durmadı. Kazanamadığı savaşı kaybetmek, pes etmek niyetinde değildi. Taliban’ın tüm Afganistan’ı kuşattığı bir dönemde marjinalleşti, ismi bile unutuldu ama silahlı mücadeleden vazgeçmedi.
En sonunda herkesi şaşırtan ….
yazının devamını okumak için….