Fatma Barbarosoğlu Yenişafak gazetesindeki yazısında bir araştırma şirketi tarafından yöneltilen,”Dindar olmak ahlâklı olmayı gerektirir mi?” sorusunu değerlendiriken; kendini dindar olarak tanımlayan deneklerin % 70’inin gerektirmez cevabını verdiğini söyledikten sonra, “tamamı evet gerektirir dese de fark etmez. Çünkü yanlış soruların doğru cevabı olmaz.” diyor. İşte o yazı..
İslam’ın şartlarını, imanın esaslarını anlatmaya kalkınca –anlamaya değil lütfen dikkat buyurun- en kaba pozitivist dil kullanılıyor. Oruç için fakirleri anlamak, hac için ticareti hareketlendirmek gibi izahlar, anlatımlar birbirini kovalıyor.
Kabul, herkes kendi kelimeleri kadar anlayacak, kendi kelimeleri kadar anlatabilecektir.
İdrakimizin sınırlı, manalandırma damarımızın güdük olduğunu kabul ettikten sonra dini, kendi kelimelerimiz üzerinden kavrayışımızda bir sıkıntı yoktur. Çünkü eksik olduğumuzu bilir, eksikliğimiz yüzünden her şeyi “biraz” anlayabileceğimizi kabul etmiş oluruz.
Lakin son yıllarda “bu Kur’an bana gönderildi” edasıyla ortalıkta dolaşanlar, Kur’an-ı Kerim’in anlamının ancak bir kısmını yani kendi ilminin imkan tanıdığı ölçüde kavrayabileceğini kabul etmeyerek, bu budur anlayışında ısrarcı bir tutum ortaya koyuyor, ekran üzerinden, ya da vidyo savaşları ile ibadet dilini şov diline tercüme etmeye kalkıyor.
Pozitivist bilimler için bu budur diyemeyenler, söz konusu İslam olunca nasıl oluyor da bu kadar kolaylıkla benim dediğim en doğrusudur anlayışı üzerinde ısrarcı olabiliyor?
İman bahsini tamamen dışarıda tutarak orucunun faziletlerini fakirlerle empati kurmak için aç kalmak olarak anlatmak, orucu ibadet olmaktan çıkararak sosyal sorumluluk projesini anlatmak düzeyine indirmek olur. Aç kalarak fakirlere yaklaşabiliriz ama bir ibadet olarak oruç borcumuzu eda etmiş olmayız. Diğer taraftan aç kalmak fakirlere empati damarını kuvvetlendirseydi diyete başlayan herkesin muazzam bir fakir dostu olması gerekmez miydi?
İslam’ın beş şartı ve imanın altı farzı nasıl kul olacağımızı idrak etmemiz için uymamız gereken kurallardır. Kurallara uyarken aklımızda tutacağımız ilk husus Rabbim sen bunları benim için hayırlı gördün, emrettin, emrini dosdoğru yerine getirmeyi nasip et teslimiyeti olmalı.
Allah’a teslim olmadan iman etmiş olmalıyız.
İman bir bütündür, kısmileştirilemez.
İmanımızın derecesi arttıkça fakirleri “anlamak” diye bir sorunumuz kalmaz. Kendimizin manevi açıdan ne kadar fakir ve aciz olduğunu idrak etmiş kul olarak, Allah’ın rızasını kazanmak için malımızın mülkümüzün yükünden kurtulmayı murad ediniriz.
Bütün dinlerde az yiyerek bedenin yükünden kurtulup, ruhun mertebelerini yükseltmek esastır.
Ebedi aleme yolculuğumuzun “kalitesi” bedenimizin mükemmelliği ile değil, ruhumuzun kavuştuğu/kavuşacağı ulvi basamaklar ile mümkündür.
Fıkhi mesele olarak sadece “bozulma”yı esas alan ve yıllardır konuşa konuşa laçkalaştırılmış olan “sakız orucu bozar mı?” sorusu ile orucun manevi iklimini imha etmeye katkı sunmanın dinde bir yeri yok, sadece şov dilinde bir karşılığı var.
Efendimiz sadece vücuda giren şeylerin değil beş şeyin de orucu bozacağını söyler: “Yalan söylemek, dedikodu etmek, iftira etmek, küfretmek, şehvetle bakmak.”
İman güzel ahlak üzerinden kavileşir. Dolayısıyla dindar insanların ahlaksız olabileceği ihtimali hiç mümkün değildir. Mümkün olmayan bir şeyi “sosyolojik soru haline getirmek de nedir?
Bir kamuoyu araştırması gerçekleştiriliyor. Araştırmanın sorularından birisi şu:
“Dindar olmak ahlâklı olmayı gerektirir mi?” Kendisini “dindar” olarak tanımlayan deneklerin %70’i “Hayır gerektirmez” cevabını vermiş.
Deneklerin tamamı evet gerektirir dese de fark etmez. Çünkü yanlış soruların doğru cevabı olmaz.
Sorunun yanlışlığını hiç göz önünde bulundurmadan…