Yusuf Kaplan’ın Yenişafak gazetesindeki; “Hüzünsüz hayat, hayatın ruhsuzlaşması, insanın duyarlıklarını, insanî duyargalarını yitirmesidir.” dediği yazısı…
Hüznünü yitirme, kalbin kararır.
Kararan kalp, hayatını da karartır.
Hüzün, bitmemiş bir şarkıdır; tamamlanmamış bir hikâye…
Bitmemişlik, tamamlanmamışlık hâlidir hüzün.
Hüzün, umutların bittiği anlamına gelmez. Aksine hüzün varsa, umut da vardır.
Hüzün, kişinin acziyetini kabul etmesiyle ortaya çıkar. Ama insan, ancak acziyetini farkettiği an, azmanlaşmaktan kurtulur, insanlaşmaya -başkalarının acısını duymaya- başlar…
RAMAZAN’IN SIRRI…
Ramazan’ın sırrı nedir?
Özlenen bir ay olmasıdır. Her dem özlenilecek olaylar, unutulmayacak tadlar, kokular, yaşanamayacak anlar, anılar yaşanıyor ve yaşatıyor olması.
Hüznün bütün boyutlarıyla, enlemesine ve boylamasına yaşanabiliyor olması, Ramazan’ın sırrı bu.
Ramazan bir hüzün mevsimidir: Yaz, kış demeden, bildik mevsimleri aşan, insanı aşkınlaştıran, aşkınla buluşturan bir hüzün fütûhâtı mevsimi.
Hüzünsüz yaşanmaz Ramazan. Hüzünsüz tadılmaz, tadına varılmaz.
Nasıl yaşansın ki hüzünsüz? Ramazan, felsefî olarak Rabbimizin, kendimizin ve dünyanın bihakkın farkına varmamıza, dünyayı ve kendimizi duymamıza, görünür-görünmez bütün boyutlarıyla yaşamamıza imkân tanır.
Hüznü, Ramazan’da yaşar insan, Ramazan’da duyar, Ramazan’da tadar iliklerine kadar…
İşte bu yüzden olsa gerek, kerem sahibi Allahu Teala “orucun ödülünü ben vereceğim” diye buyurmuş, böylelikle burada Ramazan orucunun ontolojik farklılığına, derinliğine, boyutlarına bu şekilde dikkat çekilmiştir.
Kişinin, Ramazan boyunca bir ay, gece gündüz kendi’ni düşünmesi, başkalarını düşünmesi, yoksulu kimsenizi düşünmesi, hüznünü büyütür ve hüznün, başkalarının, farklı olanın farkına varma farkındalığı olduğunu görür kişi; kendine gelir, farkını farkeder.
GÖLGEDEN ÖĞRENİR İNSAN GÖRÜNMEYEN GERÇEĞİ, O YÜZDEN GÖLGEDE SERİNLER
Dünyaya dalmak, güneşin en tepe anındaki ışıklarına doğru koşmak gibidir; insanın gözü kamaşır; bu sert güneş ışığı gibi ayartır, duyarsızlaştırır ve körleştirir insanı bu dünya.
Dünyayı, ayartıcı en tepedeki güneş ışığı gibi görmek ve sadece o kamaştırıcı ışığa yürümek, gölgeleri görememek demektir.
Bize gerçeği gölgeler öğretir.
Gölgeler, gerçeklerin görünmeyen boyutlarına işaret eder. Sûretler, hakikatin yansımalarıdır. Hakikati biz sûretleri vasıtasıyla biliriz, daha da önemlisi, yaşarız.
Yaşamayan bilemez.
Tadamayan anlayamaz.
Gölge’den öğrenir insan görünmeyen gerçeği. O yüzden gölgede serinler insan: Gölgede iskân eder.
“Gölge” olmasa ne yapar bunca varlık, bunca can? Sıcaktan yanar, soğuktan donar.
HÜZÜN: RUHUMUZUN İŞARETİ
İşte hüzün, hayatın gölgesidir, ruhumuzun işareti; ruhumuza işaret eden rengi, dokusu, kokusu hayatın.
Hüzün, ölümün de hayatın da bütün renklerini hissettirir, bütün seslerini duyumsatır, yaşatır insana.
Hayatın tadı, hakikatin rengi, rengarenk, renk-a-henk akan ritmidir hüzün.
Hüzünsüz hayat, hayatın ruhsuzlaşması, insanın duyarlıklarını, insanî duyargalarını yitirmesidir.
Hüzün kavranmadan, daha da önemlisi, hüzün yaşanmadan sevgi de, aşk da, muhabbet de, özlem de kavranamaz, yaşanamaz, duyumsanamaz.
HÜZNÜN RENGİ: MÜMİN’İN YÜREĞİ
Hüzün, müminin sesidir: Hüznün rengi, müminin yüreğidir. Bu dünya geçicidir, her şey geçici bu dünyada. O hâlde kalıcı olanın izini sürmek için geçici dünyaya dalması insanın, hüzünlendirir mümini, inanmış insanı.
Hüzün, her dem diri, her dem taze olma hâlidir.
Hüzün, bütün renkleri yaşama, bütün sesleri duyma hâli; yaşlandıkça özleme, özledikçe gençleşme ahvâli.
Ramazan bir hüzün mevsimidir: Hayatı, bütün boyutlarıyla, renkleriyle…