Abdurrahman Dilipak Yeniakit gazetesindeki yazısında: “Normal” diye anormal bir düzen kurmuşlar.. Sahi o “norm”ları koyan kim, niye, nasıl, neye göre koyuyor o normu. İlah “Norm koyucu” diye tanımlanabilir mi? Uluslararası hukuk, anayasa, yasalar, yönetmelikler hem bu “normalizasyon” politikasının alt başlıkları değil mi?” diyor. İşte o yazı….
Paranoya düzenli ve sürekli bir şekilde aşırı endişe ve korkuyla kendini gösteren, bencillik, güvensizlik, kuşku ve bilinçsiz suçluluk duygularının yoğun olduğu, sık sık mantıksız kuruntularla öne çıkan bir hastalık olarak tanımlanır..
Şizofren ise aşırı endişe veya korkuyla, mantıksız kuruntularla kendini gösteren bir rahatsızlıktır.
Bir de Megalomani var. Kendini çok önemli ve büyük gören demek.
Biz giderek Paranoyak, Şizofren ve Megalomani hastalığına mı sürükleniyoruz? Birileri birilerinin “ene”sini okşayarak onu Megaloman haline mi getiriyor? Birbirimize korkuya, endişeye sevk ederek birbirimizi hasta mı ediyoruz..
Mesela sütten ağzı yanınca, yoğurdu üfleyerek yemek sağlıksız bir durum mu? Sürekli bombaların patladığı bir yerde maytap patlatırsanız insanlar ne yapar? En yakınınız FETÖ’cü çıkıyor. 15 Temmuz’u hatırlayın. Karıncaezmez tipler toplu katliamlar yapıyorlar.. Melek sandığınız adam Şeytan çıkıyor.. Dün Kalkancı’yı gördük, bugün FETÖ’yü yaşadık..
Bir marksist militan, Amerikan emperyalizmi ile savaştığını düşünürken, canı pahasına hizmet ettiği örgütünün karargahında Amerikan bayrağı görünce kime güveni kalır. İtiraz edince şakağında namlunun ucunu hissettiğinde ne düşünür aceba..
Gezi’de “ben de çapulcuyum” diyen holding patronu ve bankacının akıl sağlığı yerinde, ama bir kamu yöneticisi, kamu binasının tepesine sıkışan bir bayrağı sıkıştığı yerden kurtarınca “yakışıksız” oluyor öyle mi?
Ah Yazıcıoğlu vali ah! Rahmet sana. Kötü örnek oldun genç yöneticilere.
Sahi o AK Parti’nin tanıtım filmindeki Bayrak sahnesi neydi. Çiftini çubuğunu bırakanlar nereye koşuyordu.. Rahmet sana Olçak kardeş.
Futbol maçında boynunda takım atkısı, başında konik şapkası ve elinde borusu ile boru öttüren adam çok saygın ve sağlıklı değil mi? Patronsan, üst düzey yöneticisi isek yatla denize açılır, “mal”larını alırsın yanına, dostlarınla “kâm alırsın dünyadan, mai tesnim içersin çeşme-i nevpayeden!” VIP adam dediğin halkla öyle içli dışlı olmaz, has bahçelerde dostları ile birlikte olur. “Cami avlusunda çocuklara çamurdan evcikler yapan Halife” mi olurmuş!?
Sağ elle yiyecek, besmeleyle sağ ayakla gireceksin kapıdan, bu tür fanteziler “çağdaş” adamlara yakışıyor mu? Dinini vicdanında tutacaksın, Tanrını mabedinde ziyaret edeceksin. Ufak tefek günahlar, çapkınlıklar için Allah affeder canım. Nasıl olsa O’nun merhameti bol. Ne olacak bir de Hacca gider sildirirsin, 5 yıldızlı bir otelde 48 saatlik nostaljik bir tatil diye düşün.. Zaten araya bir de iş görüşmesi sıkıştırırsın olur biter.. Akıllı olacaksın akıllı..
Sahi, hiçbir karşılığı olmayan, büyülü bir kağıt parçasına güvenenler ne sizce.. Ya da “Hocaefendinin mendili”ni mukaddes emanet gibi saklayan geri zekalı patronların yaptığı ne! O “Hoca efendi” dediği adamın CIA Ajanı olduğu anlayınca bu adamın nasıl dünyaların başına yıkıldığı anda bu adamın halini düşünebiliyor musunuz?
İnsanların bu garip halleri karşısında belki, Antoine de Saint-Exupéry’nin “Küçük Prensi”ni yeniden okumak gerek.. Biliyor musunuz bu kitapçık 1950’ye kadar Türkiye’de yasaklı kitaplar listesinde idi. Yasak kalkıp yayınlandığında da sansürlenmiş bir şekilde yayınlandı. Sansürsüz örneğini internette bulabilirsiniz..
İşin Loca’larla, Lobilerle olacak, ne işin var Anadolu sermayesi ile. Sana ne! Dünyayı sen mi kurtaracaksın. Boyundan büyük işlere karışmayacaksın! Yetimden, duldan sana ne kardeşim. Onlara bakan vakıflar, dernekler var. Belediye baksın. Devlet yapıyor zaten. Sen kariyerine bak.. Paçanı bağlasınlar, kılıç kuşandırsınlar.. Madalya versinler.. Rüzgarı arkana alacaksın, rüzgara karşı yürünmez dostum! Sağlam dostların varsa, yatırımı nereye yapacağını söylerler.. İşleri olmadan önce haber verirler..
Mahir Kaynak, bize bir istihbaratçının nasıl düşündüğünü öğretti. Aytunç Altındal uluslararası sistemin nasıl çalıştığını anlattı. İkisi de bu dünyada değil artık. Uluslararası sistem insanları nasıl ele geçireceğini çok iyi biliyor.. Sizi zaaf ve meziyetlerinizle tanıdıktan sonra kuşatıyor. Ve eğer dikkat etmezseniz farkına varmadan çok farklı vadilere savruluyorsunuz. Bazı gerçeklerin farkına vardığınızda ise artık çok geç oluyor.
“Normal” diye anormal bir düzen kurmuşlar.. Sahi o “norm”ları koyan kim, niye, nasıl, neye göre koyuyor o normu. İlah “Norm koyucu” diye tanımlanabilir mi? Uluslararası hukuk, anayasa, yasalar, yönetmelikler hem bu “normalizasyon” politikasının alt başlıkları değil mi?
Eğer size açılan yolda yürüyecek olursanız, varacağınız yer belli. “La ilahe-illallah” derseniz de başınıza gelecekler belli.
O zaman ne yapacaksınız.. Bu yoldan çıkacak olursanız, yerinize gelecek de belli.. Sanırım işin düğümlendiği nokta da burası..
Bakın, o normları koyanlar, kendileri suyun başında oldukları için kendileri o normlara tabi değiller ya da onun açık kapılarını biliyorlar. Ona göre bir düzen kurmuşlar.. O “Norm”ları bir “deli gömleği” olarak ötekilere giydirmeye çalışıyorlar. İmtiyazlı geri kalmışlığımızın arkasındaki asıl gerçek bu. Bunu görelim.
Yargı, polis, müfettişler, sicil amirleriniz, basın, STK’lar bu “normalizasyon” politikasının jandarması rolünü üstlenmiş olabilirler.
Normal olmak demek, efendilerin kurguladıkları labirent içinde koşuşturan kobay faresi olmaksa, hayır!
Bizimkileri cinci-üfürükçü diye aşağılayan batıcılar batı’da cinciliğin Vatikan’da yasayla düzenlendiğini, Katolik üniversitelerinde bu konunun sadece teoloji fakültelerinde değil psikoloji ve psikiyatri alanlarında akademik dersler olduğunu, bütün Katolik kiliselerinde bu alanda düzenlemeler yapıldığını, İncil’de Demonizm ve L’exorsisme ile ilgili bölümler olduğunu bilmezler.. Batılıların cincisi ve üfürükçüsü bile akademik kariyer sahibi..
Neyse, bu işler böyledir. Elin tavuğu bizimkilere kaz görünüyor. Batılılar yapınca …