Fatma Barnbarosoğlu’nun Yenişafak gazetesindeki yazısı….
Ramazan’da şehirlerin sokaklarında çalınan davulun anlamsız olduğunu bir kaç yıldır dile getiriyorum. Fakat ne zaman dile getirsem “geleneğimiz devam etsin” lobisi ile karşılaşıyorum. Üstelik oruç tutanlar sokaklarda davulcu istemez iken, “ille de geleneğimiz” lobisinin nostaljik davulcu takıntısını anlamlandırmakta bir hayli zorlanıyorum.
Bazıları gece derin uykusunda davulcunun tokmaklarının gürültüsünü hiç duymasa bile bir şekilde sokağından geçtiğini bilmenin emniyetine ya da hatırasına sığınmak istiyor belki de.
Hatıra ve davulcu bahsini Cemil Kavukçu’nun “Yalnız Uyuyanlar İçin” öyküsünden daha iyi anlatabilecek bir öykü bulmanın çok kolay olmadığını düşünüyorum.
Cemil Kavukçu “Yalnız Uyuyanlar İçin” öyküsünde davulcu ile oğlunu arayan, oruç ile uzaktan yakından alakası olmayan bir memuru anlatıyor.
Yalnız yaşayan, dışarı ile ilişkisi posta kutusunda faturalarla sınırlı olan anlatıcı, bir gün posta kutusunda “mahallenin resmi davulcusu” olarak el ilanı bastıran Hasan ve oğlu Davut Uyar’ın resimlerini görür.
İsim ve resim bilincinde bir yerlerde gizlidir.
Davulcu ve oğlu ile karşılaşmak için sahura kadar beklemeyi düşünür. Ancak sahurun kaçta olduğunu bilmemektedir. Telefon aracılığı ile sahurun ne zaman başladığını, davulcuların sokaklara ne zaman çıkacağını öğrenmeye çalışır.
Davulcuların iki ya da iki buçukta geçeceğini telefon ile öğrendikten sonra arka arkaya cin içerek davulcu ve oğlunun sokaktan geçmesini bekler.
El ilanında gördüğü Hasan Uyar kimdir? “Hasan Uyar, çocukluğumun geçtiği ilçede, uzun kış gecelerine rastlayan Ramazanlarda davul çalan efsane adamdı. Yanındaki de on üç on dört yaşlarındaki oğlu Davut. Ramazan ayında ortaya çıkarlardı. Nerede yaşadıklarını, kim olduklarını bilen yoktu. Geceleri birlikte dolaşırlardı. Baba davul çalar, oğlu Davut da maniler okurdu. Yanık, insanın içine işleyen garip bir sesi vardı. Onları gün ışığında yalnızca bayram sabahları görmek mümkündü. Bahşişlerini toplarlar ve sır olup giderlerdi. Bir sonraki Ramazan’a dek görünmezlerdi artık. Ortaokula başladığım yıl, Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü, bir köy yolunda Davut’un ölüsü bulunmuş… Nasıl ve neden öldüğü öğrenilememişti. O günden sonra babasını da gören olmadı. Bütün bunlar otuz yıl önceydi. Davulcu da ölmüş olmalıydı. Yaşıyorsa bile seksenini çoktan aşmıştı. O yaşlarda sokakta dolaşıp davul çalması olanaksızdı. Oysa fotoğraftakiler onlara benziyor; adları bile aynı.”
Anlatıcı yıllar sonra karşısına çıkan davulcu ve oğlunun hikayesini öğrenmekte kararlıdır. Bir kaç gece davulcu ve oğlunun peşine düşer, onlara rastlamak uğruna hayatının rutinin dışına çıkar. Sahur yapacaklarını düşünerek onları pidecide bile bekler. Fakat anlatıcının çabası boşa çıkar. Bahşişlerini vermek için bayram tatilini kullanmayıp evde bekleyen anlatıcı yine de davulcu ve oğlu ile karşılaşamaz.
Davulcu ve oğlu apartmana gelmiş diğer dairelerden bahşiş toplamış ama onun kapısını çalmamıştır. Kapıcıya kendisi için not bırakıp gitmişlerdir.
Saman kağıda bozuk bir yazıyla şu dört sözcük yazılmıştır: “Bahşiş yalnız uyuyanlar için.”
Bu öyküyü nasıl okuyacağız?
Dindar kimlik içinde tanınan bir yazar tarafından yazılmış olsa idi muhtemelen başka türlü okuyacaktık.
Dine uzak bir aydının cin tonik içerek sahurda geçecek davulcuyu beklemesi ve davulcu ve oğlunun kendisini anlatıcıya göstermemesini, göstermediği gibi bir de oldukça arif bir şekilde not bırakmasını ve onun bahşişini reddetmesini “ibret bahsi” eşliğinde okuyacaktık.
Peki şimdi nasıl okuyacağız?
Yazarı bu öyküyü yazarken esasında…