Hikâye edilir ki, bir padişah uyumakta iken, telaş içindeki görevliler tarafından uyandırılır:
-“Padişahım! Kalkınız! Savaş var!”
Padişah, derin bir nefes aldıktan sonra sakin sakin şu cevabı vermiş:
-“Yahu, ben de telaşınızı görünce, “imtihan var” diyeceksiniz sandım…”
İçinde derin hikmetler ve mesajlar barındıran bu tür hikâyeler ve menkıbeler, çoğu zaman uzun uzun yazı ve sözlerden çok daha elverişli olur, derdimizi ve meramımızı anlatmaya…
Türkiye bir yandan Suriye ve Irak’ta savaşla burun buruna, bir yandan da milyonlarca gencimizin lise ve üniversiteye geçişte okul tercihi için girmek zorunda olduğu sınav sistemini tartışıyor. Çocuklarımızı ‘yarış atı’ haline getiren ve her yıl milyonlarcasını strese sokan giriş sınavlarının lise kısmı (TEOG) kaldırılırken, üniversite sınav sisteminin yeniden düzenlenmesi de konuşuluyor.
Fakat gençliğimizin bugününü ve geleceğini tehdit eden daha büyük bir “tehlike” ıskalanıyor… Sınavdan da, savaştan da daha korkunç ve daha önemli olan bu tehlike; “seküler” yaşam biçimidir. Başta gençlerimiz olmak üzere tüm toplum katmanlarını kuşatan Batı tipi “bâtıl” hayat tarzı; dünya ve ahiretimizi karartacak çok daha büyük bir tehdit halini almış bulunuyor. Kadîm İslâmî değerlerimizle sağlıklı bir şekilde buluşturulamayan, bu yüzden ciddi bir manevi boşluk yaşayan, maddi ihtiyaçlarını temin ve hazlarını tatmin etmekten başka bir amacı olmayan, ateizm, deizm, ırkçılık vb. gibi sapkın akımların anaforuna sürüklenen bir gençlik, millet ve ümmet olarak geleceğimizi büsbütün karartıyor.
Ercan Yıldırım, Cendere’sinde (Pınar y., s. 179) “seküler” tehlikenin dehşetli boyutlarına dikkat çekiyor: “Bugün artık hangi partiden olursa olsun “sekülerlik” ekseninde kümelenenler kendisi için bir sınıf olmaya doğru gidiyor; seküler yaşam tarzı siyasi blok oluşturmaya başlıyor, baskı gücü aktif siyasi partilerden çok daha güçlü hale geliyor. Yaşam tarzının ötesinde kendi hayat algısına uymayan iktidara karşı olan herkese sempatiyle bakan bu sınıf mensupları klasik milletin değerlerini aşağılama boyutunu geçerek batı İslâmofobisini besleyen kadim İslâm düşmanlığıyla aynı zemine oturabiliyor…”
Peki, bu büyük tehlike karşısında sorumluluklarını yerine getirmeleri gereken tüm resmi ve sivil kişi ve kurumların, annelerin, babaların, hocaların, din gönüllülerinin, yazarların, çizerlerin… Hep birlikte omuz omuza vererek topyekûn bir “manevi kurtuluş seferberliği” başlatmaları gerekmiyor mu?
Ama yazık ki, dışarıda ve içeride her fırsatta ha bire tırmandırılan İslâmofobi ve İslâm düşmanlığı, bırakın dünya insanını, kendi insanımızın bile İslâm’ı önyargısız tanımasını, öğrenmesini ve yaşamasını engelliyor. Buna bir de, algı operasyonlarına imkân veren “İslâm’ı doğru temsil ve tebliğ edememe” sorunu eklenince, özellikle gençlerin İslâm’la ve İslâm’ın erdemleriyle buluşması büsbütün zorlaşıyor.
İmdi, savaş rüzgârlarının, ırk ve mezhep temelli ayrışma ve çatışmaların coğrafyamızı iyiden iyiye kuşattığı şu zorlu ortamda, daha büyük bir tehdit oluşturan “sekülerizm” tehlikesini önlemek için omuz omuza vermeleri gereken İslâmî duyarlık sahibi siyasetçiler, yöneticiler, hocalar, yazarlar, vakıf ve dernek yöneticileri… olarak, aramızdaki “küçük” ve “anlamsız” ihtilafları, çekişmeleri, kırgınlıkları bir an önce bir kenara bırakıp bir “maneviyat seferberliği” başlatmaz ve topluca taşın altına elimizi koymaz isek, kendi akıbetimizi ve ahiretimizi bizzat kendi ellerimizle tehlikeye atmış olacağız. Biline!