İşte Akif Emre’nin o yazısı…
Haberi görünce hemen ilgimi çekti. Müze yapılan bir mescit, 89 yıl aradan sonra tekrar namaz kılınan bir ibadethaneye dönüştürülmüş. Oysa müzeyi gezenler, daha doğrusu müze niyetine gezdikleri yerin bir mescit oluğunu fark edemeyenler, türbeye odaklandıkları için baktıkları mekanın bilincinde bile değiller.
Birkaç yıl önce değerli sosyolog dostum Köksal Alver’le Konya ‘Mevlana Müzesi’ni gezerken fark etmiştim. Daha doğrusu kent, kültür, gelenek, toplum gibi konulara yoğunlaşan bir akademisyen olarak Alver’in uyarısı ile fark etmiştim; değerler dünyasının algı yönlendirmesi ile nasıl değiştirildiğinin ve aslında körleştirildiğimizin tipik örneği idi…
Konya Mevlana Müzesi’ni geniş bahçesinde görmemek mümkün olmasa da algılarımızla fazlasıyla oynandığı için çelişkiyi fark edemeyebiliyoruz. Oysa Mevlana Müzesi olarak bilinen şu anki yapıya dışarıdan bakıldığında normal bir cami mimarisi ve ona ilave olarak ‘yeşil kubbe’ görülür. Aslında bir camiye giriyorsunuz. Türbenin olduğu kısımda, malum, ney eşliğinde alabildiğine efsunlanmış metafizik bir hava veriliyor. Türbelerde aşina olduğumuz anlamda uhrevi, manevi bir atmosferden çok metafizik bir efsunlama ortamı.
Hemen yan tarafta ise, dışarıdan bakıldığında görülen kubbeli kısma, yani camiye geçiliyor. Normalde tekkenin mescidi olan bu kısımda, müezzin mahfili, Kuran okuma yerleri yerli yerinde durmasına rağmen onca kalabalığın dikkati, müzeleştirilmiş mekanın görsel algısına odaklandığı için buranın bir mescit olup olmadığı sorusu bile kimsenin aklına gelmiyor.
Oysa Türkiye’nin en çok fotoğrafı çekilen, resmi dünya ölçeğinde yaygınlaşan mekanının, görsel anlamda en fazla tanınan mimari yapısının içindeki fonksiyon ile realiteler arasında derin çelişki söz konusu.
Ayasofya gibi müzeleştirilen bir ibadethanenin tekrar cami olması değil söz konusu olan. Bir caminin müzeleştirilmesi… üstelik bunun yine İslam adına yapılması ve bundan da kimsenin rahatsızlık duymaması… Bu noktada mekansal ölçekte din ve Cumhuriyet aydınlanmasının ideolojikleştirilmiş ilişkisini, kamusal alanın görsel anlamda sekülerleştirilmesi ve dinin seküler formda yeniden üretilme biçimi olarak ele almaya değer.
Mevlana Müzesi’ndeki uygulamaya benzer pek çok örnek bulunabilir. Kapatılan, satılan, depo yapılan, yok edilen camii, mescit örnekleri pek çok. Ancak bu olaydaki durum, çok açık bir şekilde, dinin ve dini mekanın sekülerize edilerek yeniden üretilmesi, kamusal alanda yeni biçimiyle meşruiyet kazandırılması projesiyle örtüşüyor. Görsel alanların, mekanın ideolojik kullanımı olarak Mevlana Müzesi örneği, Cumhuriyet’in, resmi olarak dinle kopuk ilişkine rağmen, mekanın yeniden üretilerek hümanist-seküler din formatında sunulmak istenmesidir.
Mevlana’nın söylemi üzerinden yeniden üretilen son derece hümanist, hatta seküler ve dinler-üstü-din gibi takdim edilerek benimsetilmeye çalışılan bir Mevlevilik ve bunun alternatif ‘peygamberi’ yapılmak istenen Mevlana figürü… Mevleviliğin muhtevasından bağımsız olarak eklektik bir okuma ile Mevlana’yı aşk peygamberi, her dinin peygamberi, yeni zamanların dinler-üstü peygamberi yapma amaçlı bir din mühendisliği uygulandı.
Her türlü emir ve yasaktan arındırılmış, her tarafa çekilebilen bir sevgi–aşk söylemi üzerinden, dinin yerine ikame edilmiş, bir yol haline getirilmek istendiği çok açık. Bilhassa Mevlana’ya atfedilen sözlerle ve yeniden yorumlanarak indoktirinasyon aracına dönüşen Mesnevi ile yeni bir Mevlevilik üretilir. Yılda bir kere ‘tanrı’ kelimesini bile ağızlarına almayan devlet büyüklerinin bu yeni Mevlevilik söylemini kullanmaları, devlet politikası haline gelir. Resmi olarak icra edilen Şeb-i Arus törenleri aslında deforme edilmiş bir Mevlevi ayinidir. Yani tekke, zaviye kanununa göre resmen yasak olan bir tarikatın zikridir. Ancak devletin din politikası, daha doğrusu dine karşı hümanist-din üretme politikası, bu ayini devlet katında meşrulaştırarak popüler hale getirecek ve bu amaç için çok kullanışlı bir argümana dönüştürecektir.
Mevlana Müzesi’ndeki mescidin halini gördüğümde Sofya’da, Selanik’te dışı cami görünümlü olan, içi müze-sergi salonu olarak kullanılan camileri hatırlamıştım. Onların minareleri özellikle yıkılmıştı; ama burada minaresi, kubbesiyle mimari olarak kaçınılmaz biçimde cami olduğunu haykıran bir mekanın müzeleştirilmiş olması dikkat bile çekmiyordu.
Yazının devamını okumak için tıklayınız!