Nevzat Çelik 1980 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı Uygulamalı Sanat ve Endüstri Yüksek Okulu birinci sınıfında öğrenci iken tutuklandı.
Dev-Sol davasında idam istemiyle yargılandı. Metris Cezaevi’nde bir süre tutuklu kaldı. Ardından Bayrampaşa Cezaevi’nin hemen yanında siyasi tutuklar için yapılan cezaevine nakledildi.
Türkiye tarihine damgasını vuran Bayrampaşa Cezaevi, bugün tutuklularını başka cezaevlerine naklediyor ve kapanmak için gün sayıyor.
İşte şair Nevzat Çelik’in ilk şiirini bu cezaevinde yazmış ve o şiirler 1982 yılında yayınlanmıştı.
1984 yılında ise şiirlerini topladığı ‘Şafak Türküsü’ isimli kitabı Akademi Kitabevi Başarı Ödülü kazandı.
Ardından 1987 yılında yayımlanan ‘Müebbet Türküsü’ adlı şiir kitabı da büyük yankı uyandırdı. Ve tarihin garip bir cilvesiyle; bunun üzerine serbest bırakıldı.
O günlerden bugüne, tüm Türkiye’nin Ahmet Kaya’nın bestesiyle tanıdığı ve dillere pelesenk olan dizelerin şairi; Nevzat Çelik.
Şair Nevzat Çelik; cezaevinde yazdığı Şafak Türküsü şiirinin öyküsünü, o dönem yaşadığı duyguları, şiirlerinin yayımlanması için yardımcı olan şairi ve cezaevi yıllarını Odatv.com’a anlattı.
İşte şair Nevzat Çelik’in Odatv.com’a anlattığı ve fenomen şiir Şafak Türküsü’nün bilinmeyen öyküsü…
“Şu tek tip elbise direnişinin filan başladığı cezaevidir. Burada işte bize tek tip elbiseler giydirdiler, kapı altından girerken işte acayip saçımızı sakalımız işkenceyle kestiler. Daha sonra işte, küçücük pencereleri vardı, ve tel örgüleri vardı, sık demir örgüleri vardı. İşte biz girer girmez, şey yaptık, çıkarttık tabii üstümüzdekileri. O Tel örgüleri falan parçaladık çünkü, içeriye hava bile girmiyordu.
Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca, biz o hücre tipi cezaevinde, üç kişilik ve tek kişilik hücrelerde 2.5 yıl boyunca havalandırmaya çıkamadan yaşamak zorunda kalmıştık. Şafak Türküsü, 83’te Metris’te esas olarak yazıldı, ama tamamlanma süreci şeydir. Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi’dir.
Şimdi yazdığım süreç, Haziran ortaları filandı, 83’te 5-6 aylık bir yazma süreci vardır Şafak Türküsü’nün. İşte biz operasyonla, yani yazılma sürecinde operasyonla Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi’ne nakledildik. Orada zaten şeyimiz kalem ve kağıdımızın olmasının dışında hiçbir şeyimiz yoktu. Pijama terlik yaşadık zaten. O süreçte yazıldı, zaten açlık grevine başlamıştık. Gelir gelmez bir otuz gün süren bir açlık grevi yaşadık Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi’nde. Yani Şafak Türküsü’nün yazılma süreci içerisinde bir 30 günlük açlık grevi de girmiştir.
Ben, idamla yargılanıyordum. Sonuçta sadece ben değil benim gibi yüzlerce kişi idamla yargılanıyordu. Yani hemen hemen her davada tutukluların neredeyse üçte biri, dörtte biri filan idam istemiyle yargılanıyorlardı. Aslında adi vakadan biri haline gelmişti. Çünkü diyelim ki 16 kişinin kaldığı bir hücrede 10 kişi idamla yargılanıyordu. Ya da 3 kişilik bir hücrede iki ikisi idamla yargılanabiliyordu. Dolayısıyla herkes için ortaklaşa ve giderek sıradanlaşan bir duygu haline geliyordu.
Fakat bir taraftan da idamlar gerçekleştiriliyordu. Tanıdığımız birebir tanıdığımız insanları da asmaya başlamışlardı. Doğal ki tabii bu senin kendi hayatında bir somut bir olgu olarak duruyor. Ve sen gerçekten dört duvarın içerisindesin, başka bir hayattasın ve zamanı belli olmayan, hem yargılama sonucu idama gitme açısından, hem tahliyeye giden süreç açısından baktığın zaman, neye çıkacağını asla bilemediğin bir psikoloji içerisinde yaşıyorsun. Ve o dönemde temel olgusu da insanların idam edilmesidir.
Dolayısıyla ben de bir şairdim. Bu duygunun zaten içerisindeydim. Ama bunu kavramsal bir süreç içerisinde yerini anlatabilmek, duyurabilmek için ya bu saiktir bana elbette Şafak Türküsü’nü esin olmak bana yazdıran. Bunu bir başkaldırı olarak düşünmemiz lazım, çünkü şiirin bütününe baktığın zaman orada asla yılmayan, pes etmeyen ve gelecek güzel günleri isteyen güzel gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya ve özgürlüğü isteyen insanların ortak dramını yakalayan bir şeydir.
Dolayısıyla daha ilk başından şeyi söyler ya; ‘beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama’ yani, en başından şey yapar, itiraz eder. Yıkılmamasını söyler annesine. Ve dolayısıyla bütün o inanmışlara, halka gelecek güzel günlerin bir inancı, direnci temsil eder.
Şimdi benim şiirler tabii ki, 82, 81 ortalarından itibaren dışarıya çıkmaya başlamıştı. Ya adım da zaten bir biçimde şaire çıkmıştı cezaevinde. Ya mektuplar yoluyla, işte cezaevi idaresinde filan mektuplarda bir biçimde benim şiirlerim yer alıyordu. Bu dışarı çıkarma yazdığını, bizimle ilgili bir şeydi.
Fakat, ya benim ilk şiirlerimi şair anlamında işte bir lehçe anlamında fark edenler şeydir, A. Kadir, Tanju Cılızoğlu. A. Kadir’İn mesela çok şeyi vardır. Desteği, övgüsü vardır. Bestelenmeden önce zaten, liste başı olan ve işte ne bileyim çok fazla sayıda satan bir kitaptı. Daha sonra benim müebbet türküsü yayınlandı. Müebbet Türküsü de aynı şekilde, aylarca iki kitap yan yana liste başı kaldı. Ahmet Kaya’nın onu kaset haline getirmesi, orada birkaç şiir daha vardır, dört şiir vardır o kasette. 1986 ortalarıdır.”