Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Oscar’a “Kelebeğin Rüyası” filmi ile katılacağını açıklamasının ardından gözler tekrar Kelebeğin Rüyası filmine çevrildi.
Yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen film 1941 yılının Türkiye’sinde geçiyor. İkinci Dünya Savaşı dönemi ve mükellefiyet günlerini yansıtan film, iki genç şairin gerçek hikayelerinden yola çıkarak hayatla ve aşkla olan mücadelelerini anlatıyor.
Yeni Şafak gazetesi yazarı Fatma Barbasoğlu’nun ‘Kelebeğin Rüyası’ filmiyle ilgili 28 Ağustos’ta kaleme aldığı “Fakirliği sevmemek ile fakirleri sevmemeyi aynı şey sanan gençlik!” yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
‘Kelebeğin Rüyası’na gençlerin çoğu aşık şairlerin hikayesi için gitti. Aradıklarını bulamadan döndüler. Film Yılmaz Erdoğan filmi olmasaydı yakaladığı gişe hasılatını büyük ihtimal yapamazdı. Neden? Çünkü film ağlatan ve güldüren bir film. Hayat gibi. Lakin gençler sadece gülmek istiyor. Karnı yarılıncaya kadar gülmek.
Biz filmde hem ağladık hem güldük. Biz derken ideolojik bir duruşu değil, sevgili Cihan Aktaş’ın çarpıcı imajı ile ‘üç ihtilal’ görmüş bütün bir kuşağı kast ediyorum.
Film bitti. Sonra. Sonra bekledim. Benim turnosol kâğıdım bekleme estetiği üzerinden iz sürer. Bakalım bende ne kalacak?
Her defasında bir sürpriz ile karşılaşırım. Mesela ‘Babil’ filmini sevmeye sevmeye seyretmiştim. Etkisi derin oldu. Hâlâ filmden bana kalan hissiyat da içimde. Bazı sahneler hâlâ tozlanmadı. Hâlâ zamana direniyor.
Seyrederken çok sevdiğim, ama sonra şaşkınlıkla onlardan bir sahne kalmamış olmasına bir anlam veremediğim filmler de.
Duygunun rengi midir bizi bir filme bağlayan? Sıkı sıkı bağlayan.
‘Ayran’ filmi mesela. Kötü bir kopyadan seyrettiğim halde bende kalan. Filmin adı ayran değildi gerçi. Yönetmen, Sabahattin Ali’nin ‘Ayran’ hikâyesinde geçen Ova realitesini Karadeniz coğrafyası ile değiştirmeyi uygun görmüş, filmine de ‘Kar Beyaz’ ismini vermişti.
Bu uygunluğa itiraz etmedim. Oysa hikâye ve romanı evvelinden okumuş olanlara film beğendirmek zordur. Çünkü okuyucu kendi muhayyilesinde filmi çekmiştir. Sahneleri sıralamıştır. Filme itiraz etmeye hazırdır.
İtiraz ancak hikâyenin ruhu ile filmin ruhu çakıştığında parantez içine alınır. Benim için ‘Kar Beyaz’ filmi öyle idi mesela. Ovanın sıcak yazı ile Karadeniz kışının dondurucu rüzgârı yer değiştirmişti. Olsun. Filmin ruhu korunmuştu. Ruh evet ruh.
‘Kelebeğin Rüyası’na gelince…
Filmin bir ruhu yoktu. Güzel cümleler. Güzel sahneler filan. Tamam. Ama ruhu yok filmin. Bir şey kalmıyor. Sanat eseri, zamanı insanın içine dikey boyutta işleyendir. Nakşedendir. ‘Kelebeğin Rüyası’ bunlardan mahrum. Zaman yatay bir zaman olarak başlıyor ve başladığı gibi bitiyor. Hayır sıkılmıyorsunuz. Dedim ya ağlıyor ve gülüyorsunuz. Ama gözyaşından ve kahkahadan geriye bir tad bir arınma kalmıyor.
Başta söylediğim gibi haksızlık etmekten korktuğum için film üzerine yazmayı erteledim. Seyrimin dibe çökmesini, berraklaşmasını bekledim.
Sonunda şu neticeye vardım:
Yılmaz Erdoğan neyi büyüteceğine, neyi uzak neyi yakın tutacağına karar verememiş. Yani filmin dengesi yok.
Simetrisi yok filmin.
Diyebilirsiniz ki her filmin bir simetrisinin olması gerekmiyor. Evet gerekmiyor. Dengesini iyi kurabildiği sürece.
Lakin ‘Kelebeğin Rüyası’nda bir kararsızlık hâkim. Kime ne kadar yer vereceğini öznenin hikâyesini kime yaslanarak anlatacağı konusunda iyi işlenmemiş bir senaryo var karşımızda.
Baba oğul ilişkisinde Rüştü Onur’un babası uzak bir resim iken Rüştü Onur’un iç güvey girdiği ailede mekânda var olan kayınpederin kimliksiz bir figür olarak gölgesinin düşürülmesi filmi dengesiz kılıyor.
Düğün sahnesi keza. Bir düğün var. Ama gelin ve damat düğünde hazır bulunan ailelerine rağmen ‘ailesiz’ resmediliyorsa bu resmedişin bir dilinin olması gerekmiyor mu?
Filmin sonuna kadar bu dilsizliğin imlediği bir şey olmalı diye sabırla bekledim. Hayır yoktu.
Yılmaz Erdoğan bir sinema dili inşa etmek yerine ‘Bir Demet Tiyatro’nun ironik diline, hüznü protez olarak yerleştirmeyi uygun görmüş.
Erdoğan’ı buna ikna eden şey büyük ihtimal filmin yaslandığı ‘mükellefiyet’ kanunu olmalı.
Keşke filmi, ‘mükellefiyet kanuna’ yaslamak yerine doğrudan ‘mükellefiyet kanunu’ üzerinden çekseydi. Başrole mısraları yerleştirmek yerine başrolde kadim hikâyemiz olan yoksulluk olsa idi.
Bunu neden söyleme ihtiyacı duyuyorum:
Filmi, sevgilisi ile gelmiş bir dolu genç ile birlikte seyrettim. Gülünecek yerde güldüler. Ağlanacak yerde sıkıldı pek çoğu. Fakirliği ise neredeyse hiçbiri anlamadı.
Metafizik ürperti bahsini açmıyorum bile.
Hastalık ve fakirliği fon olarak algılayan bir kuşak için mi bunca emek! Gişe rekoru için mi?
Fakirliği sevmemek ile fakirleri sevmemeyi birbirine karıştıran bir gençliğimiz var.
Gençliği konuşmaya buradan başlamamız gerekiyor. Gözyaşına koyulan mesafeyi de…
Yazının devamını okumak için tıklayınız.